NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

s ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: s
Bulunan Sonuç: 4534

s

(sonek) iyelik eki: the child's book, the foxes' tails, the boys clubs, James's book veya James' book

s

kıs. is: Shes pretty has: He's fled us: Let's eat.

s

kıs. Saint, Saturday, September, South, Sunday.

s , -es

(sonek) çoğul eki: cat, cats; glass, glasses.

s ,s

i. İngiliz alfabesinin on dokuzuncu harfi; S şeklinde boru, viraj; kim. kükürtün simgesi.

s.d.

kıs. South Dakota.

s.e.

kıs. southeast.

s.p.c.a.

kıs. Society for the Prevention of Cruelty to Animals Hayvanları Koruma Cemiyeti.

s.s.

kıs. steamship.

s.s.e.

kıs. southsoutheast.

s.s.w.

kıs. southsouthwest.

s.t.b.

kıs. Bachelor of Sacred Theology ilâhiyat fakültesi diploması.

s.v.p.

kıs. s'il vous plait lütfen.

s.w.

kıs. southwest.

sa

kıs. South Africa.

sabaism

i. yıldızlara tapınma.

sabaoth

i., çoğ. ordular, askerler.

sabbatarian

i. cumartesi veya pazar gününü kutsal kabul eden kimse.

sabbath

i. sebt günü; Musevilerce cumartesileri, Hıristiyanlarca pazarları uygulanan kutsal dinlenme günü; dinlenmegünü veya zamanı. Sabbathday's journey on beş dakikalık yol; kısa yolculuk.

sabbatical

s. sebt gününe ait; tatile ait sabbatical i., sabbatical year üniversite öğretim üyelerinin çoğunlukla yedi senede bir yaptıkları ücretli izin yılı.

sabean

s., i., tar. Seba ülkesi ile ilgili; i. Seba ülkesinden olan kimse; Seba dili.

saber , ing. sabre

i. süvari kılıcı. saber rattling savaş tehditi. sabertoothed tiger bugün yalnız fosil halinde bulunan ve uzun azı dişleri olan kaplan.

sable

i., s. samur, zool. Martes zibellina; samur kürkü veya derisi; samur rengi; siyah renk, matem rengi; çoğ., (siir) matem elbiseleri; s. siyah.

sabot

i., Fr. tahta pabuç.

sabotage

i., f., Fr. sabotaj, baltalama; f. sabotaj yapmak.

saboteur

i. sabotajcı.

sabra

israil yerlisi.

sabretache

i., ask. süvari subay çantası.

sabulous

s. kumlu.

saccharimeter

i. bir karışım içindeki şeker oranını ölçmeye mahsus alet.

saccharin

i. sakarin.

saccharine

s. tatlı; fazla şekerli; şeker niteliğinde; içinde şeker bulunan.

saccharose

i. sakaroz.

saccule

i., anat. kesecik.

sacculus

(çoğ. -li) bak. saccule .

saceharie

s., kim. sakarine ait.

sacerdotal

s. papaza veya papazlığa ait. sacerdotalism i. papazlık sistemi; bu sistem taraftarlığı.

sachem

i. bazı Amerika kızılderili kabilelerinde reis; parti şefi.

sack

f., i. yağmalamak, informal soyup soğana çevirmek; i. yağma.

sack

i. Güney Avrupa'ya mahsus beyaz şarap.

sack

i., f. torba, çuval; bir çuval dolusu; bedene tam oturmayan kadın veya çocuk ceketi; (argo) işten atılma, kovulma; f. çuvala koymak; (argo) kovmak, defetmek, işten atmak. be left holding the sack k.dili kötü sonuçla başbaşa bırakılmak, belâya çatmak. get the saek (argo) işten kovulmak give the sack (argo) işten atmak, informal pabucunu eline vermek. hit the sack, sack out A.B.D., (argo) yatmak. sackful i. bir çuval dolusu.

sackbut

i. (eski) bir çeşit sürgülü trombon.

sackcloth

i. çuval bezi, çul. in sackcloth and ashes çula sarılmış ve kul içinde (pişmanlık veya yas alâmeti).

sacking

i. çul, çuval bezi.

sacque

i. bol dikilmiş kadın veya çocuk ceketi.

sacral

s., i., anat. kuyruksokumu kemiğine ait, sakruma ait, sakral; i. kuyruk sokumu kemiği.

sacral

s. kutsal şeylere ait

sacrament

i. Hazreti isa tarafından tesis edilen dini ayinlerden biri. sacramental s. bu ayinlerle ilgili. sacramentally z. kutsal ayin kabilinden. sacramentary i. Katolik kilisesi ayinleri kitabı.

sacrarium

i. eski Romada mabet; kilisenin mihrap yeri; dini törenlerde kullanılan yıkama leğeni.

sacred

s. kutsal, mukaddes; dini, dine ait; mübarek, aziz, muazzez; saygıdeğer, hürmete şayan. sacred cow k.dili başkalarının inançlarına göre küçümsenmesi caiz olmayan şey veya kimse. sacred to the memory of anısına ithafen, ruhuna fatiha sacredly z kutsal olarak. sacredness kutsiyet.

sacrifice

i., f. kurban; fedakarlık; zarar; feda etme, kurban etme; f. kurban etmek, kurban olarak kesmek; feda etmek; zararına satmak, gözden çıkarmak. sacrifice hit (beysbol) takım arkadaşları ilerlesin diye atılan topa kendisinin yakalanacağı şekilde vurmak. sacrificial s kurban kabilinden.

sacrilege

i. kutsal bir şeye karşı hürmetsizlik.

sacrilegious

s. kutsal bir şeye hürmetsizlik kabilinden. sacrihgiously z. kutsal şeylere hürmetsizlik ederek. sacrilegiousness i. kutsal şeylere hürmetsizlik.

sacristan

i. kilisede hizmet eden kimse.

sacristy

i. kiliseye ait eşyanın muhafaza edildiği yer.

sacro-

(önek), tıb. kuyruksokumu kemiği ile ilgili.

sacroiliac

s. kalçada iki kemiğin bitiştiği yere ait.

sacrosanct

s. çok kutsal; dokunulmaz.

sacrum

i., anat. kuyruksokumu kemiği, sakrum, sağrı kemiği.

sad

s. kederli, üzgün, mahzun, gamlı; hazin, acınacak, esef edilecek; keder verici, kasvetli; bedbaht; hayırsız, yetersiz; çok kötü. sad sack A.B.D., (argo) miskin. sadly z. kederle, hüzünle. sadness i. keder, hüzün, üzüntü.

sadden

f. kederlendirmek, keyfini kaçırmak, neşesini kaçırmak; kederlenmek, neşesi kaçmak.

saddle

i., f. eyer, semer; sele, bisiklette oturacak yer; sırtın alt kısmındaki et (koyun); coğr. bel, semer, boyun; semere benzer şey; f. semer vurmak, eyerlemek; yüklemek. saddle a person with a task birine zor bir iş yüklemek. saddle horse binek atı . saddle soap semer gibi deri eşyayı temizlemek ve korumak için kullanılan sabun.

saddleback

i. sırtı çukur olan herhangi bir şey; sırtında semere benzer çizgileri olan kuş veya kelebek.

saddlebag

i. hurç, heybe.

saddlebow

i. eyer kaşı.

saddlecloth

i. haşa, eyer altına konan keçe.

saddler

i. saraç.

saddlery

i. saraçlık; saraciye; saraçhane.

saddletree

i. eyer kaltağı.

sadducee

i. (eski) Musevilikte ahret ve ölümsüzlüğü yadsıyıp özdekçiliğe yönelen kimse, Saduki Saddu cean s. Sadukilere ait.

sadhu

i. Hintli fakir.

sadile

i. (çoğ. sedilia) kilisede papazlara mahsus iskemle.

sadiron

i. iki ucu sivri ve sap çıkarılabilen eski bir çeşit ütü.

sadism

i. sadizm. sadist i. sadist kimse. sadistic s. sadist.

sadistically

z. sadistçe.

sae

i., biyol. kese.

saeeate

s., biyol. torba veya kese şeklinde.

saeeharide

i., kim. sakarit.

saehet

i., Fr. lavanta torbası.

safari

i. (bilhassa Afrika'da) safari, av partisi.

safe

s., i. emniyette, emin ellerde, selâmette, salim; kurtulmuş; emin, sağlam; emniyetli, mahfuz; korkusuz; güvenilir; tehlikesiz; beysbol oyundışı edilmeden kaleye yetişmiş olan; i. kasa; teldolap. safe and sound sağ salim, sapasağlam. a safe bet el de bir. safe deposit kıymetli eşya saklamaya mahsus emniyetli yer. safedeposit box bankada özel müşteri kasası. be on the safeside sonuçtan emin olmak, ihtiyatlı davranmak. safely z. emniyetle, emin olarak. safeness i. emniyet.

safeconduct

i. özellikle düşman memleketinde seyahat edenlere verilen seyahat tezkeresi veya himaye belgesi.

safecracker

i. kasa hırsızı.

safeguard

i., f. koruma, himaye; koruyucu şey; ihtiyat tedbiri; muhafız; f. muhafaza etmek, korumak.

safekeeping

i. saklama, himaye, saklanma.

safelight

i. karanlık odada kullanılan koyu kırmel ışık.

safety

i., s. emniyet, güven, asayiş, selâmet, korkusuzluk; s. emniyeti sağlayan. safety belt emniyet kemeri. safety catch kabza emniyet mandalı. safety glass dağılmaz cam. safety lamp madenci lambası. safety lock emniyet kilidi. safety match kibrit, özel bir yere sürtülmedikçe yanmayan kibrit. safety pin çengelli iğne. safety razor traş makinası. safety valve emniyet valfı, emniyet supapı.

safflower

i. aspur, yalancı safran, papaganyemi, bot. Carthamus tincoıtorius; bu çiçeklerin tohumundan yapılan bir ilaç.

saffron

i., s. safran, bot. Crocus sativus; bu çiçeğin boya maddesi veya ilaç olarak kullanılan tohumlan; s. safran renkli, koyu portakal renkli. mountain saffron mahmurçiçeği, itboğan, bot. Colchicum.

sag

f. (-ged, -ging) i. eğilmek, bükülmek, çökmek, bel vermek; sarkmak; yavaş yavaş düşmek (kıymet); den. rüzgâr altına sürüklenmek; i. çöküntü, eğilme, bel verme; sarkma.

saga

i. (eski) iskandinav hikâye veya masalı; destan.

sagacious

s. arif, akıllı, zeki, ferasetli, sezgin, anlayışlı sagaciousness i. akıllılık, zekâ, ariflik, bilgelik sagaciously z. ariflikle, akıllıca.

sagacity

i. ariflik, akıllılık, zeka.

sagamore

i. bazı kızılderili kabilelerinde reis.

sage

i. adaçayı. garden sage adaçayı, bot. Salvia officinalis. scarlet sage ateş çiçeği. wood sage, wild sage yabanı adaçayı, bot. Salvia sylvestris.

sage

s., i. hikmet sahibi, ağırbaşlı; akıllı; i. bilge, hikmet sahibi kimse; yaşını başını almış akıllı adam, filozof. sagely z. bilgece, hakimane, dirayetle. sageness i. bilgelik, hikmet sahibi oluş, dirayetlilik.

sagebrush

i. A.B.D'ne mahsus bir çeşit kokulu çalı, bot. Artemisia.

saggar

i., f. seramikte kullanılan ateşe dayanıklı toprak veya bu topraktan yapılan kap; f. böyle bir kapta ısıtmak.

sagittal

s. oka benzer, ok şeklinde, oka ait; anat. sagital, oksal, sehmi.

sagittarius

i., astr. Nişancı takımyıldızı; Yay burcu.

sagittate

s., bot., zool. ok başı seklinde, temren biçiminde.

sago

i. sagu

sahara

i. Büyük Sahra.

sahib

i., gen., b.h. Hindistan'da Avrupalılara verilen ünvan; efendi.

said

bak. say.

saigon

i. Saygon.

sail

i., f. yelken; yelkene benzer herhangi bir şey; yel değirmeni yelpazesi; yelkenli gemi; topluluk ismi yelkenli gemiler; deniz yolculuğu; f. gemi ile yola çıkmak; yelkenle seyretmek; gemi ile gitmek; gemi gibi su üstünde yüzmek; havada uçmak; gemi kullanmak; havada uçurmak. sail close to the wind den. orsasına seyretmek. sail into büyük bir şevkle girişmek; k.dili fena halde azarlamak, informal haşlamak. sail under false colors olduğundan başka türlü görünmek. foreandaft sail yan yelkeni. make sail fazla yelken açmak; sefere çıkmak. set sail yelken açıp kalkmak . shorten sail bazı yelkenleri indirmek. square sail dört koşe seren yelkeni. strike sail yelkenleri mayna etmek. under sail yelkenleri fora edilmiş olarak, seyir halinde.

sailboat

i. yelkenli gemi.

sailcloth

i. yelken bezi.

sailer

i. yelkenli gemi. a fast sailer süratli yelken gemisi. a good sailer fazla sallamayan gemi. a heavy sailer çok sarsan gemi.

sailfish

i. kılıç balığına benzer ve sırtında büyuk kanadı olan balık.

sailing

i. gemi ile yolculuk; gemicilik; den. kalkış saati. sailing boat yelkenli gemi. sailing orders sefer talimatı.

sailmaker

i. yelkenci.

sailor

i. gemici; düz tepeli ve dar kenarlı hasır şapka. a bad sailor deniz tutan kimse. sailorly s. gemici gibi, gemiciye yakışır.

sainfoin

i. evliyaotu, eşekotu, bot. Onobrychis viciaefolia.

saint

s., i., f. (kıs. St., S.) aziz, mukaddes kutsal, mubarek; i. evliya, aziz, eren; f. azizler mertebesine çıkarmak St. Andrew's cross X şeklinde haç. St. Bernard dog senbernar köpeği St. Elmo's fire bak. corposant St. John's bread keçi boynuzu. St. Nicholas, Santa Claus Noel baba. St. Patrick's Day irlanda'da resmi yortu günü, 17 Mart Saint's day bir azizin yortusu St. Valentine's Day 14 Şubat; bak. valentine. St. Vitus's dance tıb. kore All Saints' Day Kasım ayının ilk gününe tesadüf eden Bütün Azizler yortusu. saintlike s. evliya gibi, azizlere yaraşan; çok mübarek, çok sabırlı.

sainted

s. merhum, ölmüş; azizler mertebesine girmiş; mukaddes.

sainthood

i. kutsilik, evliyalık; azizler, evliyalar.

saintly

s. evliya gibi, azizlere yakışır; çok mubarek, çok iyi.

sake

i. hatır, uğur. for heaven's sake Allah aşkına. for my sake hatırın için. for the sake of argument farzedelim ki. for the sake of clarity anlaşılsın diye. for the sake of peace barış uğruna.

sake

i. Japonya'da pirinçten yapılan bir çeşit içki.

sal

i., kim. tuz.

salaam

i., f. selâm, temenna; f. selamlamak, selâm vermek, temenna etmek.

salable , saleable

s. satılabilir, satılma imkanı olan. salability, salableness i. satılabilme, satılma imkanı.

salacious

s. şehvani, şehvetli; müstehcen. salaciously z. şehvetli olarak, şehvetle. salaciousness, salacity i. şehvetlilik, şehvet: müstehcenlik.

salad

i. salata. salad days gençlik çağı, acemilik. salad dressing mayonez; salata sosu.

salamander

i. semender, zool. Salamandra maculosa; ateşte yanmayan efsanevi bir hayvan; sıcağa karşı dayanıklı kimse. salamandrine s. sıcağa dayanıklı; semendere ait.

salami

i. salam. salammoniac nişadır.

salary

i., f. maaş, aylık, ücret; f. maaş vermek, ücret vermek, aylık bağlamak. salaried s. aylıklı, maaşlı, ücretli.

sale

i. satış, satım, satma; satılış; talep, revaç; alışveriş; mezat. sales clerk satış memuru, tezgâhtar. sales resistance alıcının isteksizliği. for sale, on sale satılık. put up for sale satılığa çıkarmak. saleable bak. salable.

salep

i. salep.

saleratus

i. sodyum bikarbonat.

salesman

i. satıcı, satış memuru.

salesmanship

i. satıcılık, satma kabiliyeti.

salesroom

i. satış yeri.

saleswoman

i. satıcı kadın.

salicin

i., kim. söğüt ve kavak ağaçlarının kabuk ve yapraklarından çıkarılan ve ilâç olarak kullanılan bir tuz.

saliclaw

bazı Germen kabilelerinin beşinci yüzyılda düzenlenen kanunnamesi; eskiden Fransa'da kadınların tahta geçmelerini yasaklayan kanun.

salicylate

i., (ecza) salisilat. salicyl'ic s. salisilat kabilinden. salicylic acid salisilat asidi.

salience , saliency

i. dikkati çekme; çıkıntı, çıkıntılı şey.

salient

s., i. göze çarpan, dikkati çeken; çıkıntılı, çıkık, fırlak; i., ask. kalede dış açı. saliently z. göze çarparak.

saliferous

s. tuz hâsıl eden; tuz ihtiva eden, tuzlu.

salina

i tuzlu bataklık; tuzla, tuz ocağı, tuz madeni; tuzlu pınar.

saline

s., i. bir çeşit maden tuzu ile dolu; tuzlu, tuz gibi; tuz hassası olan; i., tıb. birkaç çeşit maden tuzu.

salinity

i. tuzluluk, tuzluluk miktarı.

saliva

i. salya, tükürük. salivary s. tükürük hasıl eden, salyaya ait. salivate f. salya akıtmak; tıb. çok tükürük çıkarmak. salivation i. tükürük çıkarma.

sallow

s. benzi sararmış, soluk yüzlü, solgun.

sallow

i. keçi söğüt ağacı; bot. Salix caprea; sepetlik söğüt ağacı veya bu ağacın bir dalı.

sally

i., f. kuşatma esnasında askerin hücuma geçmesi; ani hareket veya hamle; gezinti; espri, nükteli söz; f. dışarı fırlamak; hücuma geçmek; toplu halde geziye çıkmak. sally port ask. çıkış kapısı .

sally lunn

küçük tatlı ekmek.

salmagundi

i. soğuk et ve ançüez beraberinde yumurta ve soğan ile yapılmış bir yemek; herhangi bir karışım.

salmon

i. som balığı, zool. Salmo salar; buna benzer alabalık; sarımsı pembe renk. salmon trout kırmızı etli alabalık.

salmonella

i. zehirlenmeye sebep olan bir mikrop.

salon

i. salon, misafir odası; sergi salonu.

salonika

i. Selanik.

saloon

i., A.B.D. meyhane; ing. bar; büyük salon; galeri; gemi salonu; lokanta. saloon deck gemi salonunun bulunduğu güverte. saloonkeeper i. meyhaneci.

salpingitis

i., tıb. soluk borusu veya dolyolu iltihabı.

salpinx

i. (çoğ. salpinges) anat. boru, nefir.

salsify

i. tekesakall, bot. Tragopogon.

salt

i., s., f. tuz, sodyum kloruru, maden tuzu; bir asit ile bir bazdan meydana gelen tuz; çoğ. mushil tuzu; tuzluk; lezzet, tat; nükte, hoş söz; k.dili, (informal) deniz kurdu; s. tuzlu; f. tuzlamak, tuz katmak, tuzda muhafaza etmek. salt a mine bir maden kuyusunu olduğundan kıymetli göstermek için içine altın tozu karıştırmak. salt away veya down tuzlayarak muhafaza etmek; (argo) biriktirmek, istif etmek (para). salt beef tuzlanmış sığır eti. salt fish tuzlu balık. salt lick yabani hayvanların tuz bulduklan yer. salt of the earth iyi kalpli kimse. salt rheum tıb. tuzlubalgam. salt well tuzlu su kuyusu. Attic salt ince espri. eat a person's salt bir kimsenin misafiri olmak, sofrasına oturmak. Epsom salts ingiliz tuzu. not worth his salt masrafım karşılamaz, beş para etmez. rock salt kaya tuzu. sea salt denizden çıkanlan tuz. smell ing. salts baygınlık hallerinde koklatılan amonyak ruhu. table salt sofra tuzu. with a grain of salt ihtiyat kaydıyle, süphe ile. salt'less s. tuzsuz, tatsız. salt'ness i. tuzluluk.

saltation

i hoplama, sıçrama, zıplama; vurma, çarpma saltatory s sıçramaya benzer; sıçrama kabili yeti olan.

saltbox

i., A.B.D. dik çatılı ufak ev.

saltcellar

i. tuzluk.

saltern

i. tuzla.

saltigrade

s., zool. sıçrayarak yürüyen (hayvan).

saltish

s. tuzluca. saltishness i. tuzluluk.

saltpan

i. tuzla havuzu; tuz ayırma kabı.

saltpeter , ing petre

i. güherçile.

saltrising

i. patates mayasından yapılmış ekmek.

saltwater

s. deniz suyuna ait, tuzlu suda yaşayan.

saltworks

i. tuzla, tuz fabrikası.

saltwort

i. üşnan, çorak, dikenli çöven, bot. Salsola kali.

salty

s. tuzlu; denizi hatırlatan; keskin.

salubrious

s. sıhhatli, sıhhate yarar, sıhhi. salubriously z. sıhhate yarar surette. salubriousness, salubrity i. sıhhatlilik, sıhhi oluş.

salutary

s. sıhhate yaravan, sıhhi, faydalı, hayırlı, yararlı. salutarily z. sıhhate yararlı olarak, faydalı olarak. salutariness i. sıhhilik, faydalılık.

salutation

i. selâm; selâm verme, hatır sorma. salutatory s. selâm niteliğinde, selâm veren. salutatorian i. diploma töreninde halka hoş geldiniz anlamında söz söyleyen öğrenci.

salute

f., i. selam vermek, selâmlamak, aşinalık etmek; selâm göndermek; selâm çakmak; top atışı veya bayraklarla selâmlamak; i. selamlama, selâm verme; selâm; selam çakma; selâm duruşu, selâm merasimi. fire a salute top atışıyle selâmlamak. give a salute selâm vermek. return a salute selamını almak, selâma karşılık vermek. take the salute ask. selâm almak, selâm durmak .

salvable

s. kurtarılabilir.

salvage

i., f. kurtarılan mal; deniz kazasından veya yangından kurtarılan mal; deniz kazasından veya yangından kurtarma ücreti; sigortalı eşyanın yangından kurtulması veya bunların satışıyle temin edilen gelir; f. (eşya) kurtarmak. salvageable s. ka zadan kurtarılabilir.

salvarsan

i., tic. mark. özellikle frengi için yakın zamana kadar kullanılan arsenikli bir ilâç, salvarsan.

salvation

i. kurtarış, kurtarma; kurtuluş, halâs, necat; ilah mağfiret, gufran, yarlıgama. Salvation Army ing., A.B.D. fakirler için para toplayan bir Protestan grubu.

salve

i., f. merhem; dinlendirici her hangi bir şey; övme, methiye; f. merhem sürmek; acısını: dindirmek, teskin etmek, iyi etmek.

salve

f. denizden veya yangından kurtarmak.

salver

i. tepsi.

salvia

i. ateş çiçeği.

salvo

i. yaylım ateşi, topçu bombardımanı; selâm topu; alkış tufanı.

salvo

i. bahane.

salvolatile

amonyum karbonat.

salvor

i. kurtarma işlemine katılan kimse; kurtarma gemisi.

samaria

i. (eski) Filistin'de bir şehir.

samarkand

i. Semerkant şehri.

samba

i. bir çeşit Brezilya dansı, samba.

sambuca

i., müz. üçgen şeklinde eski bir telli çalgı.

same

s. aynı, tıpkısı; eşit; adı geçen, mezkür. all the same bununla beraber, mamafih just the same buna rağmen, mamafih; aynı şekilde; eskisi gibi. much the same hemen hemen aynı, yaklaşık olarak . same here ben de. sameness i. aynılık; monotonluk, tekdüzelik; benzerlik.

samhill

A.B.D., (argo) cehennem. What the Sam Hill is he doing here? Hay Allah, burada işi ne yahu?

samian

s., i. Sisam adasına ait; i. Sisamlı. Samian earth Sisam adasında bulunan ve eskiden ilaç olarak kullanılan balçık. Samian ware bu balçıktan yapılan kaplar.

samiel

i. samyeli.

samiriye

Samaritan s., i. Samiriye ile ilgili; i. Samiriyeli; Samiriye dili. a good Samaritan merhametli kimse, özellikle hastalara yardım eden kimse.

samisen

i., müz üç telli Japon çalgısı.

samite

i. altın veya gümüşle dokunmuş ipekli kumaş.

samos

i. Sisam adası.

samothrace

i. Semadirek adası.

samovar

i semaver.

samp

i iri taneli öğütülmüş mısır unu.

sampan

i Çin nehirlerinde kullanılan dibi düz kayık.

samphire

i. deniz rezenesi, bot. Crithmum maritimum.

sample

i., f. örnek, numune, model, mostra; f. örnek olarak denemek. sampler i. el işi örneği; örnekleri tecrübe eden kimse.

sampling

i. seçme.

samson

i. Samson.

samurai

i. (çoğ. samurai, samurais) eski Japon derebeylik sisteminde ikinci derecede asilzade.

sanative

s. şifa verici, iyi eden; sıhhi, yararlı.

sanatorium , sanatory

i. (çoğ. -ria, -riums) havası ve suyu sağlığa yararlı olan yer; sanatoryum.

sanbenito

i. ortaçağda nadim olmuş günahkârlara kilise tarafından giydirilen sarı veya siyah renkte gömlek; Engizisyon devrinde yakılarak öldürülme cezasına çarptırılmış kimselere giydirilen siyah gömlek.

sanctified

s. kutsal; günahtan temizlenmiş.

sanctify

f. kutsallaştırmak, takdis etmek, kutsal bir işe. tahsis etmek, günahlardan temizlemek; kutsiyet hasıl ettirmek. sanctification i. takdis; resmen iba dete tahsis.

sanctimonious

s. kutsiyet taslayan, sofu, mutaassıp. sanctimoniously z. dindarlık taslayarak. sanctimoniousness, sanctimony i. dindarlık taslama.

sanction

i., f. tasdik, teyit; müeyyide; kanuna itaatsizlik cezası; gen., çoğ. milletlerarası bir kanunu çiğneyen devlete karşı diğer birkaç devletin birleşerek aldık ları zorlatıcı tedbir; f. tasdik etmek, teyit etmek, tasvip etmek.

sanctity

i. kutsal olma, mukaddeslik.

sanctuary

i. mabet, ibadethane; kutsal yer; melce, sığınak. right of sanctuary iltica hakkı; masuniyet. take sanctuary iltica etmek, sığınmak. wild life sanctuary yabani hayvanların korunduğu yer.

sanctum

i. (çoğ. -tums, -ta) kutsal yer, girilmesi yasak özel oda.

sanctum sanctorum

Lat. en mukaddes yer; inziva yeri, hususi hücre; harim.

sand

i., f. kum; kum saatindeki kum; çoğ. kumluk, kumsal; çoğ. ömrün dakikaları; (argo) cesaret, yiğitlik; f. üstüne kum serpmek; içine kum katmak; (sık sık) up ile kum dolmak (liman). sand flea kumluk yerlerde bulunan. pire sand fly tatarcık, zool. Phlebotamusa. sandfly fever tatarcık humması. sand grouse bağırtlak, zool. Pteroclus. sand martin kum kırlangıcı, zool. Riparia riparia. sand smelt gümüş balığı, platerina, zool. Atherina presbyter.

sandal

i. çarık, sandal, mest; ayakkabı üzerine giyilen kısa şoson; sandal bağı veya şeridi. sandal(l)ed s. çarık giymiş, çarıklı sandal. sandalwood i. sandal, sandal ağacı tahtası. red sandal wood tree kırmızı sandal ağacı bot. Ptero carpus. santalinus white sandalwood sandal, bot. Santalum album.

sandarac

i. sandarak ağacı; dağ ardıcı, bot. Callitris quadrivalvis; bu ağacın buhur ve cilâ olarak kullanılan reçinesi.

sandbag

i., f. siperlik kum torbası; f. kum torbası ile etrafını çevirmek; kum torbası ile bir kimsenin kafasına vurmak.

sandbar

i. sığlık.

sandblast

f. kum püskürterek temizlemek.

sandbox

i. demiryolu veya tramvay raylarına serpilen kumu taşımaya mahsus sandık; kum bahçesi.

sanderling

i. deniz çulluğu, zool. Crocethia alba.

sandhog

i. tazyikli hava içinde çalışan işçi.

sandlot

s., A.B.D. boş arsada oynanan (top oyunu).

sandman

i. çocukların gözlerine kum serpmekle uykularını getirdiği farzolunan peri.

sandpaper

i., f. zımpara kağıdı; f. zımparalamak.

sandpiper

i. beyaz karınlı yeşil bacak, zool. Tringa hypoleuca.

sandstone

i. kumtaşı, kefeki taşı.

sandstorm

i. kum fırtınası.

sandwich

i., f. sandviç; f. sandviç yapmak; iki şey veya madde arasına sıkıştırmak. sandwich man k.dili önünde ve arkasında ilân levhaları asılı olan adam.

sandy

s. kumlu, kuma benzer; kumsal; kum rengi (saç). sandiness i. kumlu olma.

sane

s. aklı başında, akıllı, kafası sağlam; muhakemesi işleyen, makul. sane'ly z. akıllıca, makul olarak. sane'ness i. akıllılık.

sanforize

f., tic., mark. keten veya pamuklu kumaşları çekmesini önlemek üzere özel bir işleme tabi tutmak.

sang

bak. sing.

sangaree

i. şekerli su ile şaraptan yapılan bir içki.

sangfroid

i. soğukkanlılık itidal, kendine hâkim olma.

sangui-

(önek) kan.

sanguiferous

s. kan nakleden.

sanguification

i. kan oluşumu.

sanguinary

s. kandan ibaret; kanlı; kana susamış, kan dökücü, hunhar. sanguinarily z. kanlı olarak; kana su samış surette.

sanguine

s. ümitli; emin; neşeli; gayretli; kan gibi kırmızı, kan renginde; kanı çok. sanguinely z. ümitle. sanguineness i. ümitlilik.

sanguineous

s. kanla dolu; kana ait, kanlı; kan renginde, kıpkırmızı; emin, umitli.

sanhedrin , -drim

i. eskiden Musevilerin millet meclisi.

sanies

i. sulu kanlı ve pis kokulu cerahat. sanious s. böyle cerahate ait.

sanitarian

s., i. sağlığa veya sağlık kurallarına ait; i. sağlık uzmanı.

sanitarium

bak. sanatorium.

sanitary

s. sağlıkla ilgili, sıhhi sanitary napkin kadınların adet zamanında kullandıkları ve hazırlanmış olarak eczanede satılan pamuk. sanitary regulations sağlık kuralları.

sanitation

i. sıhhi şartları geliştirme, hıfzıssıhha; sağlık teskilâtı; halk sağlığını koruma tedbirleri.

sanitize

f. sıhhi hale getirmek, sterilize etmek .

sanity

i. akıllılık, aklı başında olma, makul düşünüş.

sanjak

i. sancak.

sank

bak. sink.

sans

(edat) -siz.

sans serif

matb. düz harfler.

sansculotte

i. büyük Fransız ihtilalinde cumhuriyetçi; aşırı ihtilalci. sansculottism i. aşırı ihtilalcilik.

sansevieria

i. sanseverya, paşa kılıcı, bot. Sansevieria.

sanskrit , sanscrit

i., s. Sanskrit; s. bu dile ait.

sanstefano

Yeşilköy'un eski ismi.

santaclaus

Noel baba.

santiago

i. Santiyago.

santonica

i. akpelin, bot. Artemisia maritima; ak pelin çiçeklerinden yapılan bir ilaç.

santonine

i., ecza. santonin.

sap

i. bitki özü; hayat verici öz; ağacın özlü veya canlı kısmı; (argo) aptal kimse, avanak kimse. cellulary sap hücre özsuyu. crude sap ham besisuyu. raw sap ham usare . sap green yeşil zeytin renginde boya.

sap

f. (-ped, -ping) i. takatini kesmek, tüketmek, bitirmek, mahrum etmek; ask. temelini kazıp yıkmak altına sıçanyolu kazarak yıkmak, sıçanyolu ile ilerlemek; i. istihkam hendeği.

sapanwood

i. kırmızı veya sarı boya veren bir ağaç.

saphead

i., (argo) mankafa kimse.

sapid

s. lezzetli, çeşnili. sapid'ity, sapidness i. lezzet, tat.

sapient

s. akıllı, dirayetli (bazen istihza yollu kullanılır) sapience, -cy i. akıl, dirayet. sapiently z. akıllıca, dirayetle.

sapiential

s. akıllı sapientially z. akıllıca.

sapling

f. fidan, körpe ağaç; deli kanlı, genç çocuk; bir yaşında av köpeği.

saponaceous

s. sabun gibi, sabunlu.

saponify

f. sabun haline getirmek; bir esteri asit ve alkole ayrıştırmak. saponifica'tion i. sabunlaştırma.

sapor , ing. sapour

i. tat, lezzet. saporous s. tadı olan.

sapper

i., ask. sıçanyolu kazan lağımcı, kazmacı, istihkâm neferi.

sapphic

s., i. Midillili ünlü şair Safo'ya ait; i. bu tarzda yazılmış şiir. Sapphic vice sevicilik.

sapphire

i., s. gökyakut, safir, safir rengi, parlak mavi renk; s. gökyakuta benzer, parlak mavi renkte.

sapphirine

s. gökyakuta benzer.

sappy

s. özlü; canlı; (argo) ahmak, budala; toy, acemi. sappiness i. canlılık, hayatiyet; özlü oluş, toyluk.

sapro-, sapr-

(önek) çürük, çürümüş.

saprogenic , saprogenous

s. çürüten; çürümüş maddede yetişen.

saprophyte

i., biyol. çürümüş organik maddelerle beslenen bitkisel organizma. saprophytic s. çürümüş organik maddelerle beslenen.

sapsago

i. bir çeşit yeşilimsi katı İsviçre peyniri.

sapsucker

i. Amerika'da bulunan Sphyrapicrus cinsinden ağaçkakan kuşu.

sapvvood

i. ağacın özlü ve canlı kısmı.

saraband

i. Araplardan alınmış ağır adımlarla yaplan bir İspanyol dansı, sarabant.

saracen

i. Suriye ve Arabistan çöl kabilelerinin bir ferdi; Haçlı Seferleri zamanında Müslüman veya Arap kimse; Haçlı Seferi düşmaı. Saracen'ic(al) s. Araplara veya Müslümanlara ait.

sarajevo

i. Saraybosna.

sarape

i. Meksika modası pelerin.

sarcasm

i. iğneleyici ve küçümseyici söz, acı söz, istihza.

sarcasticical

s. iğneleyici, müstehzi, alaylı, küçümseyici sarcastically z. istihza ile; alay ederek.

sarcenet , sarsenet

iç astarlık olarak kullanılan ince canfes. sarco-, sarc- (önek) et.

sarcocarp

i., bot. çekirdekli meyvaların etli kısmı; herhangi bir etli meyva.

sarcocele

i., tıb. hayalarda meydana gelen iltihapsız şişlik.

sarcolemma

i. kas zarı.

sarcoma

i. (çoğ. -mata) tıb. ur, mafsal dokularında görülen habis tumor.

sarcophagus

i. (çoğ. -gi) lahit.

sarcous

s., anat. ete veya adaleye ait.

sard

i. koyu kırmızı renkte bir cins kuvars.

sardine

i. sardalye, ateşbalığı, zool. Sardina pilchardus. packed like sardines sardalye gibi istif edilmiş.

sardinia

i. Sardinya adası.

sardinian

s., i. Sardinyalı.

sardis

i. Manisa civarında bulunan Sart şehri.

sardonic

s. alaycı, hakaret dolu, acı, kötü (gülüş).

sardonyx

i. bir çeşit tabakalı akik taşı, alt tabakası kırmızı Süleymani taş.

sargassosea

Atlas Okyanusunun yüzeyi çok yosunlu olan kısmı.

sari

i. Hintli ve Pakistanlı kadınların giydikleri kıyafet, sari.

sarmatian , sarmatic

s., i. evvelce Sarmatia ismiyle tanınan Güney Rusyaya ait; (şiir) Polonyaya ait; i. bu bölgelerin halkından biri.

sarmentum

i. (çoğ. -ta) çilek türünde bitkilerin yerde uzanan filizi, kol. sarmentose s. yerde sürünen filizler veren.

sarong

i. Malaya adalarında erkek ve kadınların giydiği eteklik ve kumaşı.

saronic gulf

Egin korfezi.

sarsaparilla

i. ilâç saparnası; saparna: bu bitkinin ilaç veya baharat yapımında kullanılan koku. wild sarsaparilla yaban saparnası.

sarsar

i. sarsar sarsenet bak. sarcenet.

sartorial

s. terzi veya terziliğe ait; anat. dizin bükülmesini sağlayan but adalesine ait, terzi kasına ait.

sartorius

i., anat. dizin bükülmesini sağlayan ve bedenin en uzun adalesi olan but adalesi, terzi kası.

sash

i. kuşak.

sash

i., f. pencere çerçevesi; f. pencere çerçevesi takmak.

sashay

f., k.dili kayarak dans figüru yapmak; sallanarak yürümek.

sass

i., f., k.dili küstahlık; f. küstahça hitap etmek, dil uzatmak.

sassafras

i. Amerika'da yetişen ufak bir ağaç, bot. Sassafras albidum; bu ağacın kökünden çıkanlıp ilaç yapımında veya yemeklerde kullanılan bir yağ.

sassanian , sassanid

i., s. Sasani.

sassy

s. arsız, küstah, haddini bilmez.

sat

bak. sit.

sat.

kıs. Saturday.

satan

i. şeytan, iblis; kötü adam.

satanical

s. Seytanca, iblise benzer satanically z. şeytan gibi, şeytanlıkla.

satchel

i. el çantası.

sate

f. doyurmak; tıka basa yedirmek.

sateen

i. saten taklidi pamuklu kumaş.

satellite

i. uydu, peyk, satelit, bir gezegenin uydusu; büyük bir kimsenin peşinde dolaşan kimse, bende, uşak.

satiable

s. doyurulabilir. satiabil'ity, satiableness i. doyurulabilme. satiably z. doyacak şekilde.

satiate

f., s. doyurmak; s. doymuş, tıka basa doymuş, tok. satia'tion i. doyma.

satiety

i. doymuşluk, tokluk.

satin

i., s. saten, atlas; s. sateni andıran; parlak, mucellâ, yumuşak satin finish gümüş kaplara tel fırça ile yapılan cila. satin paper parlak yazı veya duvar kâğıdı. satin stitch nakışta sarma işi. satin stone bir çeşit cilalı alçıtaşı. satiny s. saten gibi parlak.

satinette

iş ince saten veya saten taklidi kumaş; pamuk arışlı ve yün atkıl kumaş.

satinwood

iş Hint ağacı; mobilya yapımında kullanılan sertçe bir çeşit sarı Hint ağacı.

satire

i. hiciv, taşlama, yergi, yerme; hiciv söyleme.

satiric , -ical

s. hiciv niteliğinde. satirically z. hicivle ifade ederek, taşlama yaparak. satiricalness i. hiciv özelliği.

satirist

i. taşlama yazarı hicivci.

satirize

f. hicvetmek.

satisfaction

i. memnuniyet, hoşnutluk, kanaat; tarziye, tatmin, tazmin; hoşnut etme, memnun etme: huk. tediye, ifa.

satisfactory

s. memnuniyet verici, hoşnut edici; kafi, tatmin edici. satisfactorily z. memnun edici surette. satisfactoriness i. yeterlik, kifayet, memnuniyet verici hal.

satisfy

f. memnun etmek, razı etmek, hoşnut etmek; tatmin etmek, ikna etmek; doyurmak; kafi gelmek; sağlamak, yetmek, uymak, tamamlamak; parasını vermek, ödemek; tarziye vermek; tazmin etmek; şartlarını yerine getirmek. satisfying s. tatmin edici, doyurucu. satisfyingly z. tatmin ederek.

satrap

i. eski iranda vali, satrap; ufak prens. satrapy i. eski iran'da eyalet.

saturable

s. işba haline getirilebilir, doyurulabilir.

saturate

f. emdirmek, doyurmak; kim. herhangi bir cisme başka bir cismi katarak fazlasını alamayacak derecede doldurmak, işba etmek. saturant i., s. emici veya massedici şey; s., fiz. doyuran. saturated s. doymuş. satura'tion i. doyma.

saturday

i. cumartesi.

saturn

i., Rom. mit. Saturn, ziraat tanrısı; astr. Zühal, Saturn. Satur'nian s. bu tanrıya veya gezegene ait.

saturnalia

i. (çoğ. veya tek) Satürn bayramı; aşırı derecede eğlence ve sefahat bayramı.

saturnine

s. sıkıcı, kasvetli; asık yüzlü, abus çehreli: eski, kim. kurşuna ait; tıb. kurşundan oluşan.

satyagraha

i. Gandhinin uyguladığı pasif direniş programı.

satyr

i., mit. yarısı insan yarısı keçi şeklinde şehvetli bir yarıtanrı; şehvet kurbanı olan kimse; bir çeşit kurşuni ve kahverengi kelebek. satyr'ic(al) s. yarısı insan yarısı keçi şeklinde olan tanrılarla ilgili.

satyriasis

i., tıb. erkeklerde görülen zaptedilmez marazi şehvet.

sauce

i., f. salça, sos, terbiye; haşlanmış meyva sosu; k.dili terbiyesizce söylenmiş söz, küstahça lakırdı; f. salça ilave etmek, terbiye etmek, lezzet vermek; k. dili. terbiyesizlik etmek, küstahlık etmek. What's sauce for the goose is sauce for the gander Birine yakışan diğerine de yakışır.

saucebox

i., k.dili büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunan çocuk; terbiyesiz kimse.

saucepan

i. uzun saplı tencere.

saucer

i. çay bardağının tabağı, fincan tabağı.

saucy

s. arsız, sulu sırnaşık, saygısız, küstah; dokunaklı; eğlenceli. saucily z. arsızca, saygısızca. sauciness i. arsızlık, sululuk; saygıslzlık, küstahlık.

saudiarabia

Suudi Arabistan.

sauerkraut

i. tuzlama lahana.

sauna

i. sauna, Fin hamamı.

saunter

f., i. avare avare dolaşmak, başıboş gezinmek; i. ağır ağır ve maksatsız yapılan yürüyüş.

saurel

i. karagoz istavrit balığı, zool. Trachurus mediterraneus.

saurian

s., i., zool. kertenkele veya timsah cinsinden (hayvan).

saury

i. zargana balığı, zool. Scomberesox saurus.

sausage

i.. sucuk, sosis. sausage balloon sucuk şeklinde balon.

saute

s., Fr. tavada hafif kızartılmış, sote.

savage

s., i., f. vahşi, yabani, medeniyet görmemiş; canavar ruhlu, yırtıcı, zalim: i. medeniyet görmemiş kimse; vahşi adam; zalim ve canavar ruhlu kimse; f. vahşice saldırmak. savagely z. vahşicesine. savageness i. yabanilik vahşet. savagery, savagism i. yabanilik, vahşet; vahşiler.

savannah

i. savana.

savant

i. alim, bilgin, hakim.

save

(bağlaç), (edat) maada, -den baska, gayri, yalnız.

save

f. kurtarmak; korumak, saklamak, muhafaza etmek; (ilah) günahtan kurtarıp bağıslamak; idare etmek, arttırmak, biriktirmek,tasarruf etmek; kaybetmemek; para biriktirmek veya saklamak. save face ayıbı yüzüne vurmamak. He walks home to save car fare Yol parası harcamamak için eve yürür. Turn on the lights to save your eyes Gözlerinizi yormamak için ışığı açın.

savine

i. karaardıç, bot. juniperus sabina.

saving

s., i. kurtarıcı; idareci; koruyan, muhafaza eden; kayıtlayıcı; i. tasarruf, iktisat; çoğ. biriktirilmiş para. savings account tasarruf hesabı. savings bank tasarruf bankası veya sandığı. savingly z. tasarruf ederek: kurtuluşunu sağlayarak.

saving

(edat), (bağlaç) maada, -den başka. saving your presence haşa huzurdan, sözüm yabana sözüm meclisten dışarı.

savior , ing. saviour

i. kurtancı, halaskar; b.h. Hz İsa.

savoirfaire

i., Fr. beceriklilik.

savor , ing. savour

i., f. tat, lezzet, çeşni; koku, rayiha; hassa; f., of ile tadı olmak, lezzeti olmak; çeşni vermek; lezzet vermek; kokusu olmak; zevk almak, tadına varmak. savorless s. tatsız.

savory

i. kekiğe benzer bir çeşit baharat.

savory , ing. savoury

s. i. lezzetli iştah açıcı; hoş kokulu, rayihalı; baharatlı; uygun; i., ing. yemeğin başında veya sonunda yenen sıcak bir yemek. savorily z. iştah açacak sekilde. savoriness i. lezzetlilik.

savoy

i. bir çesit kıvırcık kış lahanası.

savoyard

i. Savoylu kimse; Gilbert and Sullivan operalarının oyuncusu veya meraklısı.

savvy

i., (argo) kavrayış, idrak; f. kavramak, anlamak, idrak etmek.

saw

i., f. (-ed, sawn) bıçkı, testere; bıçkı makinası; f. bıçkı ile biçmek, testere ile kesmek; bıçkı ile biçer gibi hareketler yapmak. saw pit bıçkı hendeği. circular saw yuvarlak testere. crosscut saw enine kesen bıçkı.

saw

i. atasözü, darbımesel.

saw

bak. see.

sawbones

i., (argo) cerrah, slang. kasap.

sawdust

i. bıçkı tozu, testere talaşı.

sawfish

i. testereballğı, zool. Pristis pectinatus.

sawfly

i. testere sineği.

sawhorse

i. testere tezgahı.

sawmill

i. bıçkıhane.

sawtoothed

s. testere gibi dişli.

sawyer

i. bıçkıcı.

sax

i. arduvaz kaplamasında kullanılan çekiç.

sax

i., k.dili saksofon.

saxhorn

i., müz. bir çesit anahtarlı ve nefesli çalgı aleti.

saxifrage

i. taşkıran çiçeği, bot. Saxifraga.

saxon

i., s. Sakson Irkından olan kimse; Sakson dili; s. Saksonlara veya Saksonya'ya ait. Saxony i. Saksonya.

saxophone

i., müz. saksofon.

saxtuba

i., müz. bir çeşit nefesli büyük çalgı aleti.

say

f. (said) i., z., (ünlem) demek, söylemek; tekrarlamak, ezbere söylemek; i. denilen şey, söz; söz sırası; z. hemen hemen, aşağı yukarı; mesela; (ünlem), A.B.D., k.dili Hey, bana bak ! to say nothing of göz önüne almadan. say one's say söyleyeceğini söylemek. Say uncle Teslim ol. He had, say, a thousand dollars Diyelim ki bin doları vardı. I dare say belki, diyebilirim ki. I saying, k.dili Bana bak!. not to say hem de. that is to say yani, demek ki. What do you have to say for yourself? Söyleyeceğinizi söyleyin Kendinizi savunun.

saying

i. söz, lakırdı, darbımesel, tabir.

sayso

i., k.dili keyfi karar, dayanıksız hüküm; karar verme hakkı.

sb

kıs., kim. antimon.

sc

kıs. small capitals.

sc

kıs. South Carolina.

sc

kıs. scene, science, scruple, sculpsit.

sc

kıs. Scotch.

scab

i., f. (-bed, -bing) yara kabuğu; koyun uyuzu; bitki yapraklarına musallat olan bir hastalık; k.dili greve katılmayan veya grevcilerin yerine çalışan işçi; (argo) habis herif; f. kabuk bağlamak (yara), kabuklanmak; k.dili grevcilerin yerine çalışmak.

scabbard

i. kılıç kını.

scabby

s. yara gibi kabuk kabuk olan; uyuzlu (koyun). scabbiness i. kabukluluk; uyuz.

scabies

i., tıb. uyuz illeti. scabious s. uyuzlu, kaşıntılı; bot. uyuz otu tipinde.

scabious , scabiosa

i. uyuz otu, bot. Scabiosa arvensis. field scabious misk çiçeği, bot. Knautia arvensis.

scabrous

s. kabuk bağlamış, pul pul; pürtüklü, sert; düğümlü, çapraşık, idare edilmesi güç; açık saçık. scabrously z. pürtüklü olarak; çapraşık olarak. scabrousness i. pürtüklülük; çapraşıklık; açık saçıklık.

scad

i. istavrit balığı, zool. Trachurus trachurus.

scads

i., çoğ., k.dili büyük miktar.

scaffold

i., f. yapı iskelesi; darağacı platformu: f. yapı iskelesi kurmak. scaffolding i. yapı iskelesine mahsus kereste; yapı iskelesi.

scagliola

i. alçıdan yapılmış mermer taklidi.

scalage

i. çekme payı.

scalar

s., i., mat. rakamlarla ifade edilebilen, yönsüz (nicelik).

scalawag

i., k.dili haylaz kimse, ciğeri beş para etmez adam.

scald

f., i. haşlamak, kaynar su veya buhardan geçirmek; bir sıvıyı kaynama derecesinin hemen altına getirmek; üzerine kaynar su dökerek temizlemek; i. haşlama, haşlayıp yakma; kaynar sudan ileri gelen yanık veya yara.

scald

bak. skald.

scale

i., f. derece; mikyas; cetvel; müz. ıskala, gam; derece taksimat; f. tırmanmak; hesaplamak, tartmak; ayarlamak. down ile küçültmek. decimal scale ondalık hesap cetveli. diatonic scale müz. diatonik ıskala. major scale müz. major gamı. minor scale müz. minor gamı. on a vast scale büyük mikyasta, geniş ölçüde. scale of I to 5000: 1'e 5000 mikyası. scaling ladder hücum merdiveni, istihkamlı mevkilere girmeye mahsus merdiven. scal'able s. tırmanılabilir.

scale

i., f. balık pulu; balık puluna benzer kabuk; herhangi bir şeyin pul gibi kabaran parçası; bot. pul; kazanda tutan kefeki taşı; f. pullarını kazıyıp çıkarmak; pul pul olmak; pul pul kabuk bağlamak; su yüzünde sektirmek (taş); ince tabakalar halinde soyulmak. scale insect tanemsiler familyasından fidan özünü emen bir cins çok küçük böcek.

scale

i., f terazi gözü, kefe; çoğ. terazi; ing., b.h., (şiir) Terazi burcu; f. tartmak, teraziye vurmak. a pair of scales bir terazi. Both your lives are in the scales Her ikinizin hayatı da tartışılıyor. The boxer scaled in at 87 kilos Boksor 87 kilo geldi. turn the scales sonuca bağlamak, durumu değiştirmek.

scaleboard

i. çok ince tahta parçası.

scalene , scalenous

s., i., geom. kenarları birbirine eşit olmayan (üçgen). scalene muscle, scalenus i., anat. skalen kası, kaburgaları kaldıran kas.

scall

i. deri üzerinde hası1 olan kepek. dry scall uyuz. moist scall egzama .

scallawag

bak. scalawag.

scallion

i. yeşil soğan; pırasa.

scallop, scollop

i., f. tarak, zool. Pecten; tarak kabuğu şeklindeki tabak veya tava; tarak kabuğu şeklinde işlenmiş oya; f. tarak kabuğu şeklinde kesmek veya yapmak; tencerede yemeğin üstüne ekmek kırıntıları serpip sos katarak fırında pişirmek.

scalp

i., f. kafatasını kaplayan deri; zafer alameti; k.dili alelacele yapılan alım satımlarda elde edilen kar; f. başın derisini yüzmek; k.dili karaborsa sinema ve tiyatro bileti satmak; k.dili kar amacı ile malı çabuk elden çıkarmak; k.dili tamamen yenmek. scalp lock kızılderililerin tıraşlı başlarının tepesinde bıraktıkları kakül, tepe kakülü.

scalpel

i., tıb. ufak ve düz bıçak.

scaly

s. pul pul, pullarla kaplı; kabuğa benzer; kabukları pul pul soyulan; (argo) adi, alçak; hırpani. scaliness i. pul pul oluş.

scamander

i. Eskimenderes nehri.

scammony

i. mahmude otu, bin göz otu, bot. Convolvulus. scammonia; bu otun müshil olarak kullanılan zamkı, mahmude koku.

scamp

i. haylaz kimse, yaramaz kimse, çapkın kimse.

scamp

f. acele veya dikkatsizce yapmak.

scamper

i., f. acele gitmek, koşmak, seğirtmek, kaçmak; i. acele kaçış.

scan

f. (-ned, -ning) inceden inceye tetkik etmek; alelacele gözden geçirmek; vezne göre okumak, vezin tahlili yapmak; televizyonda bir resmin bütün noktalarından sıra ile geçmek; şiirin kurallarına uymak.

scandal

i. skandal, rezalet, ayıp, kepazelik; kovculuk; iftira, dedikodu; rezil kimse; kepaze şey; yüzkarası. scandalize f. rezalet çıkararak bir kimseyi mahcup edip şaşırtmak.

scandalous

s. rezalet kabilinden, rezilane, kepazece, iftira kabilinden, lekeleyici. scandalously z. rezilcesine. scandalousness i. rezalet, kepazelik.

scandent

s. tırmanıp yükselen (sarmaşık).

scandinavia

i. İskandinavya. Scandinavian s., i. İskandinavyalı; İskandinavya'ya ait; i. İskandinav dili.

scandium

i., kim. skandiyum.

scansion

i. vezin tahlili, vezin bulma.

scant

s., f. az, kıt, dar; kifayetsiz, yetersiz; sınırlı, tahdit edilmiş; f. tahdit etmek, sınırlamak, kısmak. scant'ly z. yetersizce . scant'ness i. yetersizlik.

scanties

i. bayan külotu.

scantling

i. eşantiyon; kereste kalınlığı ince uzun kereste parçası; numune, az bir miktar.

scanty

s. çok az, kıt; dar, eksik; sınırlanmış. scantily z. kıt olarak, eksik olarak. scantiness i. anca yeterlik; kıtlık, eksiklik.

scape

(eski), bak. escape.

scape

i., bot. yapraksız çiçek sapı; zool. tüy sapı; zool. duyarga.

scapegoat

i. başkalarının cezasını ve sorumluluğunu yüklenen kimse; (eski) Musevilerin günahlarını çöle götürmek üzere başıboş bırakılan keçi.

scapegrace

i. haylaz ve yaramaz kimse.

scapula

i. (coğ. -lae) anat. kurek kemiği, skapula. scapular s. kürek kemiğine ait.

scapular, -lary

i., kil. bazı tarikat keşişlerinin giydiği kolsuz gömlek; bazı tarikat mensuplarının giydiği uzun hamail; çoğ. kuşların omuzunda biten tüy.

scar

i. çıplak kaya.

scar

i., f. (-red, -ring) yara izi; geçmişin bıraktığı kötü etki; bot. dökülmüş yaprağın dal üzerindeki izi; f. yara izi bırakmak.

scarab

i. eski Mısırlıların kutsal saydıkları bokböceği, zool. Scarabaeus sacer; bokböceği şeklinde ve uğurlu sayılan küçük taş.

scarabaeus

(çoğ. -es, -baei) bak. scarab.

scaramouch

i. eski italyan komedisinde soytarı; korkak soytarı.

scarce

s., z. nadir, seyrek, az; eksik, kıt; güçbelâ, zoraki, yok gibi; z. hemen hemen hiç. make oneself scarce k.dili ortadan kaybolmak. scarce'ly z. ancak, güç belâ, zorla, güçlükle. scarce'ness, scarcity i. kıtlık, nadir oluş.

scare

f., i. korkutmak, ürkütmek; i. ani korku, panik, sebepsiz korku. scare away veya off korkutup kaçırmak. scare up k.dili arayıp meydana çıkarmak.

scarecrow

i. bostan korkuluğu; hırpani kılıklı kimse.

scarehead

i., k.dili büyük harf manşet.

scaremonger

i. korkulu söylentiler yayan kimse.

scarf

f., i. iki kerestenin ucunu birbirine geçirerek eklemek; i. geçme ek yeri, oyuk yer, yuva.

scarf

i. (çoğ. -s, scarves) f. eşarp, enli ve uzun omuz atkısı; enli boyunbağı; f. eşarp örtmek; boyunbağı takmak, omuz atkısı koymak.

scarfskin

i. üstderi, epiderm.

scarify

f. deriyi kazıyıp kanatmak; (toprağı) taramak; incitmek, gücendirmek. scarifica'tion i. tarama.

scarlatina

i., tıb. kızıl .

scarlet

i., s. al renk, kırmızı renk; al renkli kumaş veya elbise; s. al renkli; iffetsiz. scarlet fever kızıl (hastalık). scarlet letter eskiden zina yapan bir kadının göğsünde taşımaya mecbur olduğu kızıl renkte A harti. scarlet tanager Amerika'ya mahsus ve erkeğinin sırtı kızıl ve kanatları siyah olan bir kuş, zool. Piranga olivacea.

scarp

i., f. uçurum; f. dikine kesmek.

scary

s. korku veren; korkak, çekingen.

scat

f. (ted ting) k.dili çekilmek, gitmek. Scat! (özellikle kedilere) Pist !

scat

i., (argo) caz müziğinde anlamsız hecelerle şarkı söyleme.

scathe

f., i. incitmek, zarar vermek bozmak; yakarak tahrip etmek; kavurmak, yüzünü yakmak; i. zarar, ziyan, hasar; felaket.

scathing

s. sert, kırıcı, inciten; yakıcı. scathingly z. acı acı, sertlikle, esirgemeden.

scatology

i. gübre tetkik ilmi; müstehcen yazılar. scatological s. müstehcen, açık saçık.

scatter

f. dağıtmak, saçmak; yaymak, serpmek; dağılmak; dağılıp gözden kaybolmak; yayılmak. scatterbrain i. dağınık fikirli kimse. scatter rug ufak halı, seccade.

scattering

i., s. az miktar; serpinti; dağılış, saçılma; s. serpilmiş.

scaup

i. deniz ördeği. greater scaup karabaş patka, zool. Aythya marila.

scavenge

f. çöpçülük etmek; temizlemek; mak. silindirden eksoz boşaltmak; çöplükten işe yarar şey aramak.

scavenger

i. leş yiyen hayvan; kimse; İng. çöpçu.

scenario

i. bir tiyatro eserinin konusunun ana hatları, senaryo.

scenarist

i. senaryo yazarı.

scend

f., i., den. yükselmek; i. yükseliş (geminin pruvası veya kıçı).

scene

i. manzara; sahne; sahne dekoru, mizansen; bir olayın geçtiği yer ve şartlar; perde; hikâyede olayların geçtiği yer. scene painter sahne dekoru ressamı. scene' shifter i. sahne dekorunu değiştiren kimse. behind the scenes perde arkasında; gizlice. Don't make a scene Hadise çıkarma. make the scene A.B.D., (argo) bir yerde bulunmak. put on a scene olay çıkarmak, informal kıyameti koparmak. quit the scene sahneden veya olay yerinden çekilmek

scenery

i. manzara; sahne dekorları.

scenic

s. manzara kabilinden; sahneye ait; pitoresk.

scenography

i. perspektif kullanma sanatı.

scent

f., i. kokusunu almak, sezmek; güzel koku saçmak; koku ile doldurmak; koklayarak izini aramak; i. koku, rayiha; güzel koku, esans; iz kokusu; koklama duyusu.

scepter , ing -tre

i., f. asa, kral asası; kral hâkimiyeti, saltanat; f. hakimiyet vermek. sceptered s. hükümet asası elinde olan.

sceptic

bak. skeptic.

schadenfreude

i., Al. başkasının üzüntüsüne sevinme, Oh! deme.

schedule

i., f. liste; tarife; program; f. program yapmak; tarifeye geçirmek; programa koymak.

scheherezade

i. şehrazat.

schema

i. (çoğ. -mata) plan, tasarı, şema. schemat'ic s. şematik, şema halinde. schematically z. şematik olarak.

schematize

f. sistemli bir şekilde düzenlemek.

scheme

i., f. tasavvur olunan düzen, plan proje; sınıflandırma cetveli; tertip entrika, dolap; f. tertip etmek, tasavvur edip kurmak; plan yapmak; dolap çevirmek, entrika çevirmek. schemer i. plan yapan kimse; dolap çeviren kimse, düzenbaz veya hilekar kimse.

scherzando

s., z. müz. oynak; z. oynak bir şekilde.

scherzo

i. (çoğ. -zos, -zi) it., müz. sonat veya senfonide hafif ve canlı kısım, skerzo.

schilling

i. Avusturya para birimi, şilin.

schism

i. hizip, bölüntü; hizipleşme; bölünme, aynlma (bilhassa dinde).

schismatic -ical

s., i. ayrılık yaratan, dinde mezhep ayrılığı husule getiren; i. hizipçi. schismatically z. bölünme yaratarak, hizip kabilinden. schismaticalness i. hizipçilik.

schist

i., jeol. şist, tabaka halinde kaya. schist'ose ous s. tabaka halinde ayrıla bilen (kaya) .

schizo-, schiz-

(önek) yarma, ikiye ayırma.

schizocarp

i., bot. olgunlaşınca tek tohumlu karpellere ayrılan bileşik kuru meyva, skizokarp.

schizogenesis

i., bot. ortasından bölünme suretiyle üreme.

schizoid

s., i., tıb. şizofreni hastallğına ait veya ona benzer: sizofreniye eğilimli; i. Sizofren.

schizomycetes

i., çoğ., bot. bölünen mantarlar, bakteriler, mikrop lar.

schizomycosis

i., tıb. bak. terili hastalık.

schizoph-renic

s. sizofreni ile ilgili.

schizophrenia

i., psik. şizofreni. schizophrene i. sizofren.

schizophyta

i., bot. bölünenler, bölüngenler. schizophytic s. bölünenlere ait, bölünenlerden.

schizothymia

i., psik. insanı normalin dışma çıkarmayan hafif bir şizofreni sekli. schizothymic s. bu durumla ilgili

schlemiel

i., (argo) enayi kimse, kolay kandırılabilen kimse.

schlep

i., (argo) ahmak kimse.

schlepp

f., (argo) çekmek; slang. aşlrmak.

schlieren

i., çoğ., jeol. volkanik kayalarda görülen asıl kayadan ayrı bir madenden oluşmuş lekeler veya ufak parçalar. schlieric s. böyle parçalara ait.

schlock

s., A.B.D., (argo) değersiz, adi zevksiz.

schmaltz

i., (argo) aşırı duygusallık. schmaltz'y s. aşırı duygusal; dokunaklı.

schmo , schmoe

i., A.B.D., (argo) saf kimse; sevilmeyen kimse.

schmuck

i., A.B.D., (argo) saf kimse.

schnapper

i. Avustralya'ya ve Yeni Zelanda'ya mahsus bir çeşit balık.

schnapps

i. Hollanda ve Almanya'ya mahsus alkollü sert içki.

schnauzer

i. Almanya'ya mahsus bir çeşit teriyer köpeği.

schnorrer

i., (argo) dilenci; dilenci tipinde olan kimse.

schnozzle

i., (argo) burun.

scholar

i. alim, bilgin; edebi ilimlerde araştırma yapan kimse.

scholarly

s. ilmi, âlime yakışır, alimce. scholarliness i. bilimsel nitelik.

scholarship

i. âlimlik, ilim, irfan; burs .

scholastic

s., i. okul veya öğrenciye ait; ortaçağda yüksek felsefe veya din mekteplerine ait; iskolastik; âlimane; kuru, cansız; i. ortaçağda alim adam; felsefe veya din konularında ilmi metotlarla çalışan kimse. scholastically z. iskolastik olarak, iskolastik usulde. scholasticism i., gen., b.h. iskolastik felsefe.

scholiast

i. eskiden haşiye veya şerh yazan kimse. scholias'tic s. haşiye veya şerh kabilinden.

scholium

i. (çoğ., -lia) haşiye, şerh, çıkma.

school

i., f. okul, mektep: öğrenim devresi; güz. san. bir ustadın öncüsü olduğu tarz veya üslup, ekol; herhangi bir şeyin öğrenildiği yer; okul binası; f. okula göndermek; ders vermek, öğretmek, okutmak; terbiye etmek, alıştırmak. school age okul çağı. school board okul yönetim kurulu . school ship okul gemisi. school year ders yılı. boarding school yatılı okul, leyli mektep. business school ticaret okulu. day school gündüzlü okul, nehari mektep. free school parasız okul, meccani mektep. graduate school üniversite diploması almdıktan sonra devam edilen fakülte. grammar school ilkokul; ing. ortaokul, lise. high school lise. keep a school bir okulu yönetmek .night school akşam okulu; gece bölümü. old school eski terbiye. parochial school bir kilisenin özel okulu. pryvate school özel okul. public school ing. özel okul; A.B.D. parasız resmi okul. reform school islahevi. trade school meslek okulu. vacation school yaz okulu. School keeps today Bügün okul var.

school

i., f. balık sürüsü; f. sürü halinde yüzmek (balık).

schoolbook

i. ders kitabı.

schoolboy

i. erkek oğrenci.

schoolfellow

i. okul arkadaşı.

schoolgirl

i. kız öğrenci.

schoolhouse

i. okul binası.

schooling

i. eğitim ve terbiye.

schoolman

i. ortaçağda bilgin; iskolastik görüşlü veya eğilimli kimse.

schoolmarm , schoolma'am

i. sıkı disiplinli kadın öğretmen.

schoolmaster

i. erkek oğretmen.

schoolmate

i. okul arkadaşu.

schoolmistress

i. kadın öğretmen.

schoolroom

i. sınıf, dershane.

schoolteacher

i. öğretmen.

schooltime

i. okul zamanı.

schoolwork

i. okul ödevi.

schoolyard

i. okulda oyun sahası.

schooner

i. iki veya üç direkli ve yelkenleri yandan olan gemi, uskuna; büyük bira bardağı.

schottische

i., müz. polkaya benzer bir dans; bu dansın müziği.

schtick

bak. shtick.

schuss

f., i. kayak ile hızla aşağıya kaymak; i. hızla kaymaya elverişli düz ve dik yokuş.

schwa

i., dilb. vurgusuz hecelerde görülen zayıf ve nötr bir ses.

sciaenoid

s., i. gölgebalığıgiller familyasına ait; i. bu familyadan herhangi bir balık; sarıağız, zool. Sciaena aquila.

sciamachy

i. bir gölge veya hayal mahsulü bir düşmanla savaş; boş mücadele.

sciatic

s. kalçaya ait, kalçada olan; siyatik sinirine ait. sciatic nerve siyatik siniri.

sciatica

i., tıb. siyatik.

science

i. fen, ilim, bilim, bilgi; ilmin herhangi bir dalı; hüner, maharet, marifet. science fiction bilimkurgu, düşbilimsel roman ve hikâyeler, bilimötesi romanlar.

sciential

s. bilgi sahibi, bilgili, muktedir; ilme ait.

scientific

s. ilme ait; bilimsel, fenni; fen kurallarına uygun; fen bilgisi olan; kesin, doğru. scientific method bilim yöntemi . scientifically z. fence, ilmi surette, ilmi olarak.

scientist

i. fen adamı, fen uzmanı; b.h. Christian Science kilisesinin inancını benimseyen kimse.

scilicet

z. (kıs. scil., sc., ss.) yani, demek ki.

scimitar ,-iter, -etar

i. enli kılıç, pala.

scincoid

s., zool. kertenkele familyasından skinkgillere ait.

scintilla

i. çakım, kıvılcım; zerre. There's not a scintilla of truth in it. Gerçek payı yok. Tamamen yalandır.

scintillate

f. kıvılcımlar saçmak, parı1damak, ışıldamak, yıldız gibi pırıldamak; canlı bir şekilde konuşmak. scintilla'tion i. kıvılcımlar saçma, parıldama, ışıldama. scintillation counter radyoaktif cisim parıltılarını tespit eden alet.

sciolism

i. sathi bilgi; şarlatanlık, bilgiçlik taslama. sciolist i. bilgisi çok sathi olan kimse. sciomachy bak. sciamachy.

scion

i. oğul, çocuk evlât; çoğ. ahfat; aşılanacak veya daldırılacak filiz, ağaç piçi.

scirefacias

Lat., huk. bir hükmün veya ruhsatnamenin iptal talebi üzerine mahkemenin ilgili şahsın bilgisine başvurmak için gönderdiği celpname.

scirrhus

i., tıb. kanser cinsinden katı bir ur. scirrhosity i., tıb. bir çeşit sert ur. scirrhous, scirrhoid s., tıb. sert ur gibi.

scissile

s. kesilebilir, kolay bölünebilir.

scission

i. kesme, kesilme, bölme, bölünme.

scissor

f. makasla kesmek.

scissors

i., tek makas; güreşte ayakla köstek. scissors kick makaslama (yüzüş). a pair of scissors makas.

scissortail

i. Amerika'ya mahsus ve kuyruğu makas şeklinde olan bir cins sinekyutan.

scissure

i. yarık.

sciurine

s. kemirgenler familyasına ait.

sciuroid

s., sincaba benzer; bot. sincap kuyruğuna benzer, püsküllü.

sclaff

i., f. hafif vuruş veya vuruş sesi; terlik; f, (golf) sopa vurmadan önce yere vurmak

sclera

i., anat göz akı, sklera.

sclerenchyma

i., bot. sertdoku.

sclerenchymatous

s. sert dokulu.

sclerite

i., zool. eklembacaklılarda kitin veya kireçten oluşmuş sert kabuk parçası.

scleritic

s. kitin veya kireçten meydana gelmiş.

scleritis

i., tıb. göz akı iltihabı, sklerit.

sclero-

(önek) katı, sert.

scleroderma

i., tıb. yaşlı kimselerde görülen deri sertleşmesi.

scleroid

s.,biyol. katı, sert, sertdokulu.

scleroma

i. sertleşmiş doku.

sclerometer

i. taş veya madenlerin katılık derecesini öIçen alet.

sclerosed

s., tıb. anormal derecede katılaşmış, sertleşmiş.

sclerosis

i. (çoğ. ses) tıb. doku sertleşmesi, skleroz; bot. doku veya hücre cidarı sertleşmesi.

sclerotic

s., i., anat. göz akına ait; tıb. doku sertleşmesi olan, dokusu katılaşmış; i göz akı, sklera.

sclerotitis

bak. scleritis.

sclerotium

i. (çoğ. -tia) bot. gerçek mantarlarda yedek gıda ile dolu katılaşmış emeç. sclerotial s. bu emeçle ilgili.

sclerotomy

i., tıb. göz akını yarma ameliyatı.

sclerous

s. katı, sert, katılaşmış, sertleşmiş; kemikli.

scoff

f., i. tahkir etmek, alay etmek, eğlenmek; i. hakaret, istihza, alay; küçümseme; alay konusu şey veya kimse. scoff at alay etmek. (informal) dudak bükmek (çoğ, -mata) tıb.

scofflaw

i. kanunlara kulak asmayan kimse.

scold

f., i. azarlamak, tekdir etmek, paylamak,(slang) haşlamak; i. herkesi azarlayan şirret kadın.

scolecite

i., mad. kalsiyum ve alüminyumlu bir hidrosilikat.

scolex

i. (çoğ. scoleces, scolices) zool. bağlrsak şeridinin başı.

scoliosis

i., tıb. belkemiğinin normal dışı yan kıvrımı.

scolopendrid

i., zool. kırkayak familyasmdan bir hayvan. scolopendrine s. kırkayağa ait.

scombroid

i., s. uskumrugillerden bir balık; s. uskumrugillere ait.

sconce

i. duvarda şamdan desteği.

scone

i. bir çeşit küçük ekmek; (İskoç.) yulaf ezmesinden yapılan gözleme.

sconee

i. küçük toprak siper; sığınak.

sconee

i., İng. üniversite öğrencilerine verilen ceza.

sconee

i., k.dili baş, kafa.

scoop

i., f. büyük kepçe; tıb. kaşık şeklinde cerrah aleti; çukur; kepçe ile alma; k.dili vurgun; gazet. atlatma; f. kepçe ile çıkarmak; k.dili toplayıp yığmak; içini boşaltmak; içini oymak; gazet atlatmak; kapmakc scoop net nehir dibini taramaya mahsus ağc at one scoop bir vuruşta, bir darbede.

scoot

f., k.dili birden kaçmak veya koşmak.

scooter

i. trotinet; küçük motosiklet; dibi düz ve tabanına iki demir ray takılı kuvvetli buz kayığı.

scop

i., tar. âşık, ozan, şair.

scope

(sonek) gözlem aygıtı.

scope

i. saha, faaliyet alanı; fırsat, vesile; genişlik, vüsat; k.dili teleskop, mikroskop.

scopolamine

i., ecza skopolamin.

scopulate

s., zool. süpürge şeklindeki

scopy

(sonek) gözlem, müşahede, bakış.

scorbutie , tical

s., tıb. iskorbüt hastalığı ile ilgili.

scorch

f., i. kavurmak, ateşe tutmak, hafifçe yakıp sızlatmak; acı tenkitlerle incitmek; yanmak, kavrulmak; k.dili otomobil veya bisikletle hızlı gitmek; i. hafif yanık; yanık izi. scorched earth policy düşmanın yararlanmasını önlemek için bütün mahsulu ve ziraat araçlarını imha etme politikası. scorch'er i. yakan şey veya kimse; k.dili acı söz veya tenkit; k.dili otomobil veya bisikletle çok hızlı giden kimse. scorch'ing s. yakıcl, kavurucu, çok sıcak.

score

i., f. oyunda her iki tarafın kay dettiği sayı veya puan; sayı yapma; sebep; çizgi, işaret; çetele kertiği; çetele kertiği ile tutulan hesap; hınç; müz. bütün çalgıların ve bütün seslerin notalarını ayrı ayrı gösteren müzik parçası, partitur; yirmi sayısı; çoğ. çok miktar; f. çentmek, kertik açmak; çetele tutmak; puan kazanmak, sayı kazanmak; değerlendirmek; müz. partitur yazmak, bir çalgı için düzenleme veya uyarlama yapmak; k.dili şiddetle eleştirmek; puan saymak; başarı kazanmak; (argo, slang) tadına bakmak; (argo) esrar satın almayı başarmak. score out üstünü karalamak. scores of people çok sayıda insan, birçok insan. scores of years senelerdir, senelerce. know the score k.dili işi çakmak. on that score o sebepten; o konuda. pay off old scores eski hesaplan temizlemek, hesaplaşmak; eski hıncın acısını çıkarmak. What's the score? Kaça kaç? Durum nedir?

scoria

i. (çoğ. -ae) maden cürufu, dşık. scoriaceous s. maden cürufu cinsinden.

scorify

f. (madeni) eritip cürufunu çıkarmak.

scorn

i., f. tepeden bakma, istihfaf, küçük görme, tahkir; hakir şey; f. küçümsemek, tahkir etmek, istihfaf etmek.

scornful

s. hakaret dolu, tahkir eden, ağır scornfully z. istihfafla, tepeden bakarak. scornfulness i. küçümseme, istihfaf.

scorpaenoid

s., zool. iskorpit balığı familyasından.

scorpio

i. Akrep takımyıldızı; Akrep burcu.

scorpioid

s., zool. akrep gibi; akrep takımına ait; akrep kuyruğunun ucu gibi kıvrık.

scorpion

i. akrep, zool. Scorpio; (eski) ucuna demir parçaları takılı kamçı. scorpion fish iskorpit, zool. Scorpaena.

scot

i. eski ingiltere kanununda vergi veya para cezası scot and lot eski belediye vergisi. pay scot and lot tamamen ödemek.

scot

i. iskoçyalı.

scotch

s., i. İskoçya'ya veya İskoç diline ait; i. İskoçya halkı: İskoçya halk lehçesi; İskoç viskisi; (İskoçyalı ve İskoç lehçesi için Scots veya Scottish tercih edilir). Scotch terrier İskoç teriyer köpeği.

scotch

f., i. hafifçe yaralamak, tırmıklamak; son vermek; i. hafif yara veya tırmık izi, çentik.

scotch

i., f. tekerlek altına konulan takoz; f. takozla durdurmak. Scotch tape selofan, zamklı selüloit şeridi.

scoter

i. kara ördek, zool. Melanitta nigra.

scotfree

s. sağ salim, incinmeden; vergiden muaf.

scotia

i., mim. bir çeşit tiriz, boyunsak, ters deveboynu.

scotland

i. İskoçya Scotland Yard Londra Emniyet Müdürlüğü.

scotoma

i., (coğ. -mata) tıb. kör nokta, ağtabakada hiç bir şey görmeyen nokta.

scots

i., s. İskoç dili; s. İskoçyaya veya İskoç diline ait.

scotsman

i. (çoğ. -men) İskoçyalı.

scotticism

i. İskoçya'ya mahsus deyim, terim veya telaffuz özelliği.

scottish

s., i. İskoçyalı; i. İskoçya dili.

scoundrel

i., s. alçak, adi ve habis kimse, hain kimse, vulg. dürzü; s. alçak, adi. seoundrelly s. alçak, adi.

scour

f. koşmak, seğirtmek; acele geçmek; arayarak dolaşmak, taramak.

scour

f., i. ovalayarak temizlemek; kum veya fırça ile parlatmak; bol su ile temizlemek; süpürüp götürmek; müshil vermek; i. ovarak temizleme; akan suyun aşındırarak düzlettiği yer; çoğ. hayvanlarda ishal ve dizanteri.

scourge

f., i. kamçılamak; şiddetle cezalandırmak; i. kırbaç, kamçı; ceza vasıtası; afet, musibet, felaket çoğ. ovalayarak.

scourings

çıkarılan kir.

scout

i., f. izci, gözcü, keşif kolu; casus (asker, gemi veya uçak); keşif, gözcülük; kriket açık saha oyuncusu; izci çocuk; f. keşif yapmak, keşfe çıkmak; dolaşıp keşfetmek. scout around arayıp taramak. scout plane keşif uçağı. boy scout erkek izci, girl scout kız izci. on the scout keşif görevi yapmakta, keşfe çıkmış.

scout

f. küçümseyerek reddetmek, alay etmek. scout at küçümsemek, hakir görmek, alaya almak, istihza etmek.

scoutcraft

i. izcilik.

scouting

i. izcilik.

scoutmaster

i. izcibaşı, oymak beyi.

scow

i. duba.

scowl

f., i. kaşlarını çatıp bakmak; i. tehdit ederek bakma, tehditkâr bakış scowl'ingly z. kaş çatarak; tehdit ederek.

scrabble

f., i. tırmalamak, tırmalanmak; düzensiz bir şeyler yazmak, karalamak; up( ile) acele ile toplamak; i. tırmıklama, tırmalama; acele toplama; karalama; üzerinde harfler basılı küçük ve yassı tahta karelerle oynanan kelime bulmacası; seyrek çalılık.

scrag

i., f. (-ged, -ging) çok zayıf ve kuru kemikli kimse; koyun etinin yavan gerdan tarafı; (argo) insan boynu; f., k.dili boğazını sıkmak; boğarak öldürmek; asarak öldürmek.

scraggly

s. düzensiz, intizamsız; çarpık çurpuk.

scraggy

s. uçları dik (kaya); kuru, kemikli, çok zayıf.

scram

f. (-med, -ming) A.B.D., (argo) sıvışmak, tüymek. Scram ! Defol !

scramble

f., i. tırmalamak; kapışmak; (çırpılmış yumurtayı) yağda pişirmek; karıştırmak; itişip kakışmak; ask.düşman uçaklannın yolunu kesmek için acele havalanmak; radyo. konuşmayı gizli tutmak için sinyali değiştirmek; i. kapış, kapma; tırmanarak gitme; çarçabuk yapılan şey; çok acele etme. scrambled eggs çırpılıp yağda pişirilmiş yumurta. scrambler i. telefon veya radyo sinyalini gizli tutan araç.

scrannel

s., (eski) ince, zayIlf; ahenksiz, cızırtılı.

scrap

i., f. (-ped, - ping) s. ufak parça; artık, kırıntı; müsveddelik kâğıt; parça; çoğ. yağ eritilince geriye kalan kıkırdak; çoğ. hayvanlara verilen artık et; maden kırpıntısı; fı parçalamak, kırıntı haline getirmek, ufalamak; değersiz diye bir yana atmak, ıskarta etmek; s. artık. scrap heap kırpıntı yığını, hurda yığını. scrap iron hurda demir. scraps of news derme çatma haberler. a scrap of evidence çok ufak bir delil.

scrapbook

i. gazete kupürleri veya resim yapıştırmaya mahsus defter.

scrape

f., i. kazımak, kazıyarak temizlemek; sıyırtmak; kazıyıp toplamak; sürterek gıcırdatmak; selâm verirken ayağını sürterek geri çekmek; çok tutumlu olmak; i. kazıma veya sürtme sesi; kazıma, sürtme; varta, çıkmazı scrape acquaintance tanışmaya gayret etmek. scrape along az para ile geçinmek. scrape away, scrape off kazıyarak silmek. scrape through güçbelâ atlatmak. scrape up zorla toplamak. get into a scrape belâya çatmak. get out of a scrape beladan kurtulmak, yakayı kurtarmak We're in a pretty scrape. Ayıkla şimdi pirincin taşını.

scraper

i. kazıma aleti; greyder.

scraping

i. kazıma; kazıma sesi; gen. çoğ. kazıntılar.

scrapple

i., A.B.D. kaynatılmış mısır unu ve et parçaları kızartması.

scrappy

s. kırıntı veya parçalardan ibaret. scrappily z. parça halinde, parça parça. scrappiness i. parça halinde olma.

scrappy

s. kavgacı. scrappiness i. kavgacılık.

scratch

f., i., s. tırmalamak; keskin bir şeyle kazıyarak yüzeyini bozmak; kaşımak, tahriş etmek; k.dili acele ile kötü bir şekilde yazmak veya çizmek; karalamak; çizmek, silmek, bozmak; yarış listesinden çıkarmak; eşelemek; kaşınmak; cızırdamak; zahmetle para biriktirmek; i. tırmık, tırnak izi; hafif yara; karalama; cızırdama, gıcırdama; başlama çizgisi; cesaret ölçüsü, yiğitlik de nemesi; s. tesadüfi, rasgele; handikapsız. scratch ones back yağcılık etmek. scratch out üstünü çizmek, karalamak; oymak, içini kazımak. scratch paper müsvedde kâğıdı. scratch sheet( A.B.D.), (argo) atların yarış şeceresi. scratch test tıb. cilt üzerinde alerji testi. scratch the surface ilk adımı atmak. start from scratch hiçten başlamak, sıfırdan başlamak. old scratch şeytan. up to scratch k.dili iyi durumda.

scratchy

s. gıcırtılı, cızırtılı; tırmıklı; kaşıntılı, kaşıntı veren; karalanmış; düzensiz, intizamsız scratchily z. kaşıntı vererek; cızırtı ile. scratchiness i. kaşıntı verme; cızırtılı oluş.

scrawl

f., i. kötü bir şekilde veya acele ile yazmak, karalamak; i. karalanmış yazı, acemice ve karışık yazı.

scrawny

s. zayıf ve kuru, kemikleri çıkmış.

screach

f., i. çok acı ve ince bir çığlık atmak; i. acı ve ince çığlık; keskin gıcırtı. screech owl cüce baykuş, zool. Otus scops. screech'y s. ince ve keskin sesli; glclrtılı.

screak

f., i. ince bir ses çıkarmak, gıcırdamak; i. gıcırtı, gıcırtı sesi.

scream

f., i. bağırmak, feryat etmek, acı acı haykırmak, çığlık atmak; i. bağırma, bağırış, feryat, çığlık; (A.B.D.), (argo) matrak kimse veya şey.

screamer

i. bağıran kimse, çığlık atan kimse; Güney Amerika'ya mahsus çığlık gibi ses çıkaran bir kuş; (A.B.D.), (argo) manşet; (A.B.D.), (argo) çok gülünç veya heyecanlı bir durum; İng., (argo) ünlem işareti.

screaming

s. haykıran, bağıran, çığlık atan; göze çarpan, frapan (renk); kahkahalarla güldüren. screamingly z. çok gülünç bir şekilde.

scree

i. dağ eteğindeki taş yığını.

screed

i., f. bıktırıcı tenkit; uzun söz veya yazı; sıva mastar altlığı; f. ylrtmak.

screen

i., f. perde, kafes; paravana, ocak siperi; bölme, tahta perde; ask. düşmana karşı siper vazifesi gören bölük; sinema perdesi; sinema; kalbur, elek; f. önüne perde çekmek, muhafaza etmek, korumak; gizlemek, saklamak; elemek, kalburdan geçirmek; (imtihanla) elemek; perdeye aksettirmek (filim). screen'ings i., çoğ. kalbur üstünde kalan artık.

screenplay

i., sin. senaryo.

screw

i., f. vida; uskur, gemi pervanesi; vidanın dönmesi; dönüş, çevriliş; basınç, tazyik; İng., (argo) maaş; İng. işe yaramayan at; başkasından para sızdıran adam; (argo) hapishane gardiyanı; İng., (argo) küçük tütün paketi; f. vidayı çevirmek; burmak, vida haline koymak; vidalamak; vida ile tutturmak; vida gibi sıkıştırmak; aldatmak, dolandımak, sızdırmak (para); (argo) cinsel ilişkide bulunmak, ile yatmak; vida gibi dönmek; burulmak, dönmek; buruşturmak. screw bolt vidalı cıvata. screw down vida ile sıkıştırmak, vidalamak; çok düşük fiyat vermek. screw gear helezoni dişli. screw hook vidalı kancal screw jaek makinalı kriko screw nut cıvata somunu. screw on vidalamak screw plate vida paftası, malapafta. screw up sıkıştırıp düzeltmek;(argo) bozmak. screw up courage cesaretini toplamak. have a screw loose (argo), (slang) bir tahtası eksik olmak, deli olmak. put the serews on (argo) (bir kimseyi) sıkıştırmak.

screwball

i., s., (A.B.D.), (argo) serseri kimse, acayip kimse; havada kavis yapan top; s. saçma.

screwdriver

i. tornavida; portakal suyu ve votka kokteyli.

screwed

s. vida ile sıkıştırılmış; yivli; eğri büğrü; İng., (argo) sarhoş.

screwy

s., (argo) kafadan çatlak, deli; tuhaf, acayip; karışık; şüphe uyandıran.

scribble

f., i. acele ile ve dikkatsizce yazmak; karalamak; i. acele ile yazılmış yazı; anlamsız yazı ve çizgiler.

scribbler

i. çalakalem yazı yazan kimse; ikinci sınıf yazar.

scribe

i., f. yazıcı, yazman, katip; eski Musevilerde fakih; f. yazmak; kitabe yazmak; hat çizen aletle çizmek.

scriber

i. işaret koymak için şiş veya tığ.

scrim

i. açık renk ve ince dokunmuş bir cins perdelik kumaş; (tiyatro) özel etkiler yaratmada kullanılan saydam kumaş.

scrimmage , scrummage

i., f. çarpışma; futbol topunu ilerletmek için hücum, saldırış; f., spor hücum etmek.

scrimp

f. fazla veya dar kesmek; aşırı tutumlu olmak cimrilik etmek.

scrimpy

s. çok kıt, eksik; cimri. serimpily z. çok kıt olarak; cimrice. serimpiness i. kıtlık, eksiklik; cimrilik.

scrimshaw

i., f. fildişi oyma işi; f. bu işi hünerle yapmak.

scrip

i. para kesesi.

scrip

i. isim listesi; not, pusula; muvak kat senet; (A.B.D.) eskiden kullanılan ufak kâgıt para.

script

i. el yazısı; matb. el yazısı gibi basma harf; konuşmacının elindeki notlar; huk. senet, hüccet; alfabe, yazı düzeni.

scriptorium

i. (çoğ. -s, -ria) manastırlarda hattatlara mahsus oda.

scriptural

s. Kitabı Mukaddese ait veya onda bulunan; Kitabı Mukaddese göre.

scripture

i. Kitabı Mukaddes; k.h. kutsal yazı; eskiyazı, yazılmış şey, kıs. Script.

scrivener

i.,(eski) mukavelenameleri yazan kimse, arzuhalci; noter.

scrobieulate

s., bot., zool. çukurları olan.

scrod

i. yavru morina.

scrofula

i., tıb. sıraca illeti.

scrofulous

s., tıb. sıracalı; sıraca illetine ait; kötü ahlâklı.

scroll

i., f. tomar; parşömen tomarı; liste, tarife; taslak; tomar şeklinde süs; kemamn kıvrık ucu; f. tomara kaydetmek; tomar şeklinde sarmak; tomar şeklinde süslerle tezyin etmek; tomar gibi sarılmak. scroll saw şerit testere; makinalı oyma testeresi. scrollwork i. tomar şeklinde süs, şerit testere ile yapılmış süs.

scroop

f., i. gıcırdamak; i. gıcırtı.

scrophulariaeeous

s., bot. sıracaotu familyasına ait.

scrotum

i. (çoğ. -ta) anat. torba derisi, skrotum.

scrouge

f., k.dili veya leh. sıkıştırmak; kalabalık etmek.

scrounge

f., (argo) çalmak, (slang) aşırmak, yürütmek; (slang) otlamak, otlakçılık etmek. scroung'er i., (slang) otlakçı kimse.

scrub

f., i. ovalamak, fırçalamak, yıkamak;( A.B.D.), (argo) iptal etmek; i. ovalama, fırçalama, temizleme. scrub brush tahta fırçası.

scrub

i. çalılık, fundalık, maki; bodur ağaçlı orman; kısa kıllı fırça; bodur insan veya hayvan ve bitki; (spor) birinci takıma alınmayan oyuncu. scrub oak yermeşesi, kurtluca, bot. Teucritum. scrub team ikinci takım; ikinci derecede oyuncuların oynatıldığı taklm.

scrubber

i. fırçalayıcı; gaz temizleyici.

scrubby

s. fırça gibi sert; bodur, çelimsiz.

scruff

i. ense.

scrummage

İng., bak. scrimmage

scrumptious

s., k.dili çok güzel, harikulade, şahane, enfes.

scrunch

f., i. çatırtı ile ezmek, çatırdatmak; i. ezme, eziş.

scruple

i., f. vicdanı elvermeme; tereddüt; 1,296 gramlık eczacı tartısı; az miktar; f. vicdanı elvermemek; tereddüt etmek. have scruples about a thing vicdani sebeple çekinmek.

scrupulous

s. vicdanının sesini dinleyen; dakik, titiz. scrupulosity, scrupulousness i. vicdanlılık; dakiklik, titizlik. scrupulously z. vicdanla; titizlikle.

scrutinize

f. dikkatle bakmak, iyice incelemek, ince eleyip sık dokumak.

scrutiny

i. dikkatle bakma, inceleme, araştırma, tahkik, tetkik; seçim kontrolü

scuba

i. suciğeri, skuba.

scud

f., i. hızla kaçmak veya hareket etmek; den. rüzgârın önüne düşüp seyretmek; i. hızla uçma veya gitme; den. rüzgâr önünde hızla seyretme; çok hızlı ilerleyen alçak bulutlar veya deniz köpüğü; İng., (argo) hızlı koşucu.

scuff

f., i. ayağı sürüyerek yürümek; sürüyerek aşındırmak; i. ayağı sürüme; hışırtı; arkası açık ve topuksuz terlik, şıpıdık.

scuffle

f., i. itişmek, çekişmek; i. itişme, çekişme.

scull

i., f. küçük sandal; kıçtan kullanılan tek kürek, boyna küreği; kısa kürek; f. boyna etmek.

scullery

i. mutfak yamndaki bulaşık yıkanan ve kap kacak konulan oda.

scullion

i., eski bulaşıkçı; sefil kimse, adi kimse.

sculpin

i. Amerika'da bulunan geniş ağızlı, büyük ve dikenli kafası olan, iskorpit gibi bir balık.

sculpsit

Lat. heykelde, imzanın yanında yapan'' anlamnıdaki kelime, kıs. sc., sculp.

sculptor

i. heykeltıraş. sculptress i. kadın heykeltıraş.

sculpture

i., f. heykel, heykeller; heykelcilik, heykeltıraşlık; oyma, oyma işi; f. oymak, kalemle hakketmek; su kuvvetiyle şeklini değiştirmek.

sculpturesque

s. heykel gibi.

scum

i., f. kaynamakta veya mayalanmakta olan su yüzünde biriken tabaka, köpük; maden cürufu; pislik; f. köpüğünü almak; köpük bağlamak. scum of the earth baş belâsı, ayaktakımı. scum'my s. köpüklü; kir bağlamış; alçak, iğrenç.

scumble

f., i., güz. san. üzerine donuk bir boya tabakası vurarak çizgileri yumuşatmak; i. donuk renkte bir tabaka sürme; donuk renk.

scupper

i., den., f. frengi deliği, geminin güvertesinden suyun denize akmasına mahsus delik; f., İng., (argo) katliam yapmak.

scurf

i. baş kepeği, konak; artık pis şey; kabuk. scurfiness i. kabuk bağlamış olma, kepeklilik. scurf'y s. kepekli, kabuklu.

scurrilous

s. kaba, küfürlü; ağzı bozuk, küfürbaz. scurril'ity, scurrilousness i. ağız bozukluğu, küfürbazlık. scurrilously z. küfürle; açık saçık bir şekilde.

scurry

f., i. telâş etmek, kaçarcasma koşmak; i. acele etme; kısa at yarışı.

scurve

i. s şeklindeki eğri.

scurvy

s., i. adi, alçak, iğrenç; i., tıb. iskorbüt illeti. scurviness i. adilik, alçaklık.

scut

i. tavşan veya karacanın kısacık kuyruğu.

scutage

i., huk. derebeylik devrinde şövalyelerden askerlik hizmeti yerine alınan vergi.

scutari , skutari

i. üsküdar; İşkodra.

scutate

s., bot. kalkansı, peltat; zool. iri pullu.

scutch

f., i. sopayla vurarak temizlemek (keten); ditmek, atmak, döverek kabartmak (pamuk veya ipek); i. keten ipliğini dövmeye mahsus sopa.

scutcheon

bak. escutcheon.

scute

i., zool. timsah veya kaplumbağanın sert sırt kabuğu, iri pul.

scutellate

s., zool. sert pulları olan, kalkan şeklinde. scutella,tion i. kuş ayağındaki gibi sert pullar veya bunlann düzeni.

scutellum

i. (çoğ. -tella) zool., bot. kalkan şeklinde pul veya uzuv.

scutiform

s. kalkan şeklinde.

scuttle

i. soba yanına konulan madeni kömür kovası.

scuttle

f., i. hızla koşmak, seğirtmek; i. seğirtme, acele gitme.

scuttle

i., f. kapaklı ufak delik; den. lomboz, ambar kapağı; deniz musluğu; f. deniz musluğunu açıp gemiyi batırmak.

scuttlebutt

i., den. su mancanası; (argo) şayia, söylenti, dedikodu.

scutum

i. (çoğ. -ta) zool. sert sırt kabuğu, kemik gibi sert pul; eski Roma'da uzun kalkan.

scylla

i., mit. İtalyan sahilinde ve Charybdis girdabı karşısında tehlikeli bir kaya, bak. Charybdis: altı başlı olduğu farz olunan deniz canavarı. between Scylla and Charybdis iki ateş arasında.

scyphus

i. (çoğ. - phi) eski Yunan'da kullanılan iki kulplu su bardağı.

scythe

i., f. tırpan; f. tırpanla biçmek.

scythian

i., s. İskit; s. İskitya'ya veya İskit diline özgü.

sea

i. deniz; derya, umman, okyanus; dalga; deniz gibi geniş olan herhangi bir şey. sea anchor deniz demiri. sea anemone deniz şakayığı, zool. Actiniaria. sea bream izmarit, zool. Smaris alcedo; istrongilos, çipura. sea breeze denizden esen rüzgar, imbat, meltem. sea captain kaptan., süvari. sea chest gemici sandığı. sea cock den. deniz musluğu. sea cow denizayısı, deniz perisi, zool. Trichechus manatus. sea cucumbers denizhıyarları, zool. Holothuriae. sea dog fok, ayıbalığı; kurt denizci. sea elephant en iri cins ayıbalığı, deniz fili. sea eryngo keçisakalı, bot. Eryngium maritimum. sea fight deniz savaşı. sea foam denizköpüğü, lületaşı. sea food deniz ürünü, sea front sahil. sea green mavimsi yeşil, camgöbeği. sea gull martı. sea horse denizaygırı, zool. Hippocampus. sea kale. deniz lahanası. sea lawyer k.dili safsatacı ve daima kusur bulan gemici. sea legs fırtınalı havalarda güvertede dolaşabilme kabiliyeti. sea lettuce denizmarulu, bot. Ulva lactuca. sea level deniz seviyesi. sea lilies denizlaleleri, bot. Crinoidea. sea lion Buyük Okyanus'a mahsus iri ayıbalığı. sea mew martı. sea mile deniz mili. sea monster deniz canavarı. sea moss deniz yosunu; yosuna benzer deniz hayvanı; yeşil rengin birkaç tonu. sea nettle denizısırganı. sea onion adasoğanı, bot. Urginea maritima. sea ooze okyanus dibinde bulunan kemiksi çökelti. sea power donanması güç1ü devlet. sea purse köpekbalığı yumurtasının sert kabuğu. sea robin kırlangıç balığı, zool. Trigla. sea room deniz sahası, manevra sahası. sea rover korsan veya korsan ge misi. sea salt deniz tuzu. sea serpent deniz yılanı, efsanevi bir deniz ejderhası sea urchin denizkestanesi. sea wall deniz sularının basmasına engel olan duvar veya set. a heavy sea kaba dalga, fırtınalı deniz. arm of the sea körfez. a sea of faces insan kalabalığı. at sea denizde; saşkına dönmüş. by sea and land hem denizden hem karadan. follow the sea gemici ol mak. go to sea denizci olmak; deniz yol culuğuna çıkmak. half seas over sarhoş. inland sea iç deniz. on the high seas açık denizlerde, enginlerde. put to sea denize açılmak (gemi).

seaboard

i., s. sahil, kıyı, yalı boyu; s. kıyıya yakın

seacoast

i. deniz kıyısı, sahil.

seafarer

i. gemici.

seafaring

s., i. denizcilikle uğraşan; deniz yoluyle seyahat eden; i. deniz yolculuğu; denizcilik.

seafowl

i. deniz kuşu.

seagirt

s. etrafı denizle kuşatılmış.

seagod

i. deniz tanrısı, Neptün.

seagoing

s. açık denize çıkmaya elverişli (gemi).

seal

i., f. ayıbalığı, fok, zool. Phoca; fok kürkü; f. ayıbalığı avlamak.

seal

i., f. mühür, damga: teminat, taahhüt; mühürlü mum veya kurşun parçası; f. mühürlemek, mühür veya damga basmak, tasdik işaretini koymak: onaylamak, tasdik etmek; kapamak, yarıklarını doldurmak. seal one's fate yazgısını önceden tayin etmek. sealed orders denize çıktıktan sonra açılmak üzere kaptana verilen kapalı zarf içindeki emir. seal ring mühür yüzüğü. sealing wax mühür mumu, kırmızı balmumu. Great Seal resmi devlet mühürü. under seal mühürlenmiş, mühürlü. under the seal of secrecy gizli tutmak kaydıyle.

seam

i., f. dikiş yeri, dikiş; tıb. dikiş; derz; iki tahtanın yan yana birleştiği çizgi, bağlantı yeri; den. armuz; jeol. ince maden damarı; yara izi, kırışık; f. dikmek, birbirine dikmek; üzerine yara izi veya çizgi yapmak; ters ilmekle örgü örmek; çatlamak.

seaman

i. denizci, gemici; deniz eri.

seamanship

i. gemicilik.

seamark

i. gemicilere yol göstermeye yarayan işaret.

seamstress

i. kadın terzi.

seamy

s. dikişli; çirkin görünüşlü, biçimsiz. the seamy side of life hayatın güçlüklerle dolu tarafı.

seance

i. toplantı, oturum, seans; ruh çağırma seansı.

seaplano

i. deniz uçağı.

seaport

i. liman.

sear

i. tüfek veya tabanca horozunun emniyet tetiği.

sear

s., f. kurumuş (yeşillik), kuruyup sararmış; f. çok kurutup yakmak; kızgın tavada çevirmek; yakmak, dağlamak; hissini iptal etmek, körletmek.

search

f., i. araştırmak, aramak; yoklamak, bakmak; dikkatle tetkik ve teftiş etmek, aletle içini muayene etmek; i. arama, araştırma; yoklama, bakma, muayene; teftiş, soruşturma; gemide araştırma yapma. search out araştırıp öğrenmek. search warrant huk. arama emri. in search of aramaya, peşinde. right of search huk. arama hakkı.

searching

s. araştırıcı, inceden inceye araştıran; nüfuz eden; keskin searchingly z. arayarak.

searchlight

i. ışıldak, projektör.

seascape

i. deniz manzarası.

seasickness

i. deniz tutması.

seaside , seashore

i., s. sahil.

seasnell

i. deniz kabuğu.

season

i., f. mevsim; süre, müddet, vakit, zaman; uygun zaman; baharat; f. alıştırmak; alışmak; iyice kurutmak; iyice kurumak; lezzet vermek için baharat katmak; keskinliğini veya sertliğini yumuşatmak. hunting season avlanmanın kısıt lanmadığı müddet. in good season tam zamanında. in season kullanılabilir; bulunur; vaktinde, uygun zamanda; huk. avlanılabilir; çiftleşebilir. in season and out of season daimi, her zaman, vakitli vakitsiz. season ticket abonman kartı veya bileti.

seasonable

s. mevsime göre olan, tam vaktinde olan; tam yerinde veya zamanında yapılan. seasonableness i. mevsimine göre olma, mevsiminde olma. seasonably z. mevsimine göre, mevsiminde, zamanında.

seasonal

s. bir mevsime mahsus, mevsimlik.

seasoning

i. yemeklere lezzet veren baharat; kullanışa uygun hale getirme.

seat

i., f. oturulacak yer, iskemle, sandalye; insan kıçı; yer, mahal, mevki, kürsü; merkez, konut; meclis veya borsada üyelik hakkı; oturuş; mak. yatak; f. oturtmak, yerleştirmek, yerleşmek; oturacak yer temin etmek; oturacak yerini yenilemek. seat of a disease hastalık yeri veya merkezi. keep one's seat oturduğu yerden kalkmamak; millet meclisinde yerini muhafaza etmek. lose one's seat yerini kaybetmek. take a seat oturmak. Be seated. Oturunuz. The hall will seat fifty people. Salon elli kişiliktir.

seaward

i., s., z. deniz yönü; s. denize doğru giden; denizden esen; z. denize doğru.

seaway

i. deniz yolu; kaba dalgalı deniz.

seaweed

i. deniz yosunu, su yosunu.

seaworthy

s. denize karşı dayanıklı, denize açılabilir.

sebaceous

s., tıb. et yağı gibi, yağa ait; yağ salgılayan. sebaceous gland anat. saç köklerinin altında bulunan ve yağ ifraz eden gudde, yağ bezi.

sec

s., Fr. sek (şarap).

sec

kıs., A.B.D. Securities and Exchange Commission tahvil borsasını teftiş eden resmi daire.

sec.

kıs. secant, second, secretary, section, Just a sec. k.dili Bir saniye!

secant

s., i. kateden, kesen; i., geom. sekant.

secco

s., i., it. kuru; i. sıva kuruduktan sonra üzerine yapılan duvar resmi.

secede

f. çekilmek, ayrılmak (özellikle siyasi veya dini bir örgütten).

secern

f. ayırt etmek, tefrik etmek; tb. ifraz etmek.

secernent

i. ifraz edici gudde veya ilâç.

secession

i. ayrılma, uzaklaşma; b.h.,(A.B.D.) 1860-61'de Güney Eyaletlerinin Birlikten ayrılması. secessionist i. ayrılma taraftarı.

seclude

f. bir yere kapatıp dışarı salıvermemek, tecrit etmek, ayırmak.

secluded

s. ayrılmış; kapalı; bir kenara çekilmiş; ırak; mahfuz, saklı, korunmuş.

seclusion

i. inziva, köşeye çekilme; tenhalık.

seclusive

s. yalnızlık eğiliminde olan.

second

i. saniye.

second

s., i., f. ikinci, sani; bir daha; ikinci derecede, aşağı; müz. ikinci; i. ikinci gelen kimse veya şey; düelloda şahit veya yardımcı; oto. ikinci vites: çoğ. ikinci derecede mal, tapon mal; müz. yan yana olan iki nota arasındaki fasıla; şarkıda ikinci ses; bir teklifi destekleme; f. yardım etmek, ilerletmek, teşvik etmek; parlamentoda bir teklife katıldığını ilân etmek. second best ikinci en iyi. second childhood bunaklık. second class ikinci sınıf veya derece. second fiddle ikinci kemanın çaldığı parça; ikinci derecede olma. second hand saat kadranında saniyeleri gösteren ibre. second lieutenant ask. teğmen. second mile kendine düşenin ötesinde bağışta bulunma. second nature kökleşmiş huylar. second sight önsezi. second thoughts sonradan akla gelen düşünceler. second wind yeniden kazanılan güç veya enerji. second, secondly z. ikinci olarak, saniyen.

secondary

s., i. ikincil, tali, ikinci derecede olan, ikinci gelen; sonraki; min. evvelce teşekkül etmiş kaya içinde toplanan taş veya maden kabilinden; elek. tali (cereyan); i. murahhas, delege; yardımcı, muavin; kuş kanadının ikinci mafsalındaki tüy; astr. tali yıldız. secondary accent uzun bir kelimede ikinci derecedeki vurgu. secondary battery elek. akümülatör. secondary consideration ikinci derecede önemi olan mesele. secondary education ortaöğretim. secondary rays röntgen ışınları etkisiyle meydana gelen ışınlar. secondary road tali yol. secondary rocks başka kayalardan veya taş ve madenlerden oluşan kaya veya taş. secondary school orta ve lise seviyesinde okul. secondarily z. ikinci derecede, ikinci olarak secondariness i. ikinci derecede olma.

secondguess

f. sonradan fikir yürütmek, iş işten geçtikten sonra düşüncesini soylemek.

secondhand

s. kullanılmış, elden düşme; dolaylı.

secondo

i., müz. sekondo, ikinci.

secondrate

s. ikinci derecede; ikinci sınıf.

secondstring

s., (A.B.D.), k.dili ikinci sınıf (oyuncu).

secrecy

i. sır saklama, sır tutma; ketumluk, gizlilik.

secret

s., i. gizli, saklı, hafi, mektum; esrarlı; mahrem; i. sır, gizli şey; anlaşılmaz şey, muamma. secret police gizli polis teşkilatı. secret service hafiye teşkilâtı. secret society gizli cemiyet. an open secret herkesçe bilinen sır. in on the secret sırra vâkıf. keep a secret sır saklamak. secretly z. gizlice, el altından secretness i. gizlilik.

secretarial

s. sekreterliğe ait.

secretariat

i. müdüriyet, müdüriyet personeli.

secretary

i. sekreter, özel kâtibe, kâtip, yazman; bakan; bir çeşit yazıhane (kıs. sec., secy., sec'y). secretary bird Güney Afrika'ya mahsus yılan avlayan bir kuş. Secretary of State A.B.D.'nde Dış işleri Bakanı. secretary treasurer i. hem sekreter hem veznedar olan şahıs. honorary secretary fahri vekil veya kâtip. private secretary özel sekreter.

secrete

f. gizlemek, saklamak; biyol. salgılamak, ifraz etmek.

secretin

i., tıb. onikiparmak bağırsağında bulunan bir hormon, sekretin.

secretion

i., biyol. salgılama, salgı, ifrazat; gizleme, sır saklama, ketumiyet.

secretive

s. sır saklayan, sıkı ağızlı, ketum; tıb. salgılayan. secretively z. gizliliğe meylederek. secretiveness i. gizlilik, gizliliğe meyletme.

secretory

s., tıb. vücutta sıvı madde hasıl eden, ifrazi.

sect

i. fırka, mezhep; aynı meslek taraftan kimseler.

sectarian

s., i. mezhep veya fırkaya ait; i. bir mezhep veya fırkanın bağnaz üyesi. sectarianism i. fırka veya mezhep usulü veya aşırı taraftarlığı.

sectary

i. mezhep taraftarı; Anglikan kilisesine bağlı olmayan kimse.

sectile

s. bıçakla kesilebilir.

section

i., f. kesme, kesiş; kesilme, inkıta; kıta, parça, bölük, fasıl, kısım, bölge; A.B.D.,nde hükümetin malı olan 1 mil kare büyüklüğünde toprak parçası; yataklı vagonda kompartıman; geom. kesit; bir şeyin mikroskopla muayene edilen ince dilimi, kesit; f. kısımlara ayırmak veya bölmek, kısım kısım kesmek.

sectional

s. bir bölüme ait; bir bölgeye ait. sectionalism i. bölgecilik.

sectionalize

f. bölgelere ayırmak; bölmek.

sector

i., geom. daire dilimi daire kesmesi, sektör; açılır kapanır bir rasat aleti; ask. mıntıka.

secular

s., i. dünyevi, cismani; layik, dini olmayan, ruhani olmayan; manastır sistemine bağlı olmayan; yüz yılda bir vaki olan, asırlık; asırlarca süren; i. mahalle papazı. secularly z. layikçe.

secularism

i. cismanilik, dini mahiyeti olmayan işlerle meşguliyet; layiklik secular'ity i. cismanilik, dünyevilik.

secularize

f. layikleştirmek, dünyevileştirmek. seculariza'tion i. manastır sisteminden kurtarma; vakfı mülke çevirme; dini tesirden uzaklaştırma, layikleştirme, layikleştirilme.

secund

s., bot., zool. bir taraflı, tek yanlı.

secundine

i., bot. örtü (tohum taslağmda), integüment; çog, tıb. meşime, son.

secure

s., f. emin, korkusuz, tehlikeden uzak; kaygısız, şüphesiz; emniyetli, muhafazalı; f. korumak, emniyet altına almak; tehlikeden masun kılmak; sağlamlaştırmak, bağlamak; iyice kapamak; ele geçirmek, bulmak. securely z. emniyetle; sımsıkı secureness i. sağlamlık, emniyetlilik.

security

i. emniyet, güvenlik; korkusuzluk; kefalet, teminat; rehin, emanet, depozito; kefil; emniyet tedbirleri; çoğ. tahviller, senetler. Security Council Güvenlik Konseyi. security risk A.B.D. devlet memuriyetinde veya milli güvenliği ilgilendiren bir işte çalışması uygun görülmeyen şüpheli şahısı

sedan

iı iki veya dört kapılı olup, ön ve aka koltukları bulunan kapaılı otomobil; sedye. sedan chair tahtırevan.

sedate

s. temkinli, vakarlı, sakin, ağır başlı; uslu, akıllı. sedately z. vakarla, ağır başlılıkla, sükunetle. sedateness i. vakar, ağır başlılık, sükunet.

sedation

i. (ilaç1a) teskin etme, yatıştırma.

sedative

s., i. teskin edici, müsekkin, yatıştırıcı;i., tıb. yatıştırıcı herhangi bir şey.

sedentary

s. dışarı çıkmayan, daima oturarak vakit geçiren; seyyar olmayan, sabit; bir yerde yerleşmiş olan, yerleşik, sakin; zool. bir yere yapışık. sedentarily z. yerleşik olarak. sedentariness i. yerleşik oluş.

sedge

i. ayak otu, bot. Carex romans sweet sedge eyir otu, bot. Acorus calamus. sedgy s. ayak otuyla dolu.

sediment

i. tortu, posa, telve, çökel; jeol. su dibinde biriken şey, çöküntü

sedimentary

s. çökmüş çamur ve posa nev'inden, tortulu. sedimenta' tion i. posa veya tortu birikmesi, çökelme.

sedition

i. fesat, fitne; kargaşalık; isyana teşvik.

seditious

s. fitneci, arabozucu, müfsit, fitne çıkaran; ayaklandıran. seditiously z. müfsitçe; ayaklandıracak şekilde seditiousness i. fitnecilik; hıyanet eğilimi.

seduce

f. ayartmak, azdırmak, ifsat etmek, baştan çıkarmak; namusuna leke sürmek, iğfal etmek. seducement i. iğfal, ifsat, ayartma, baştan çıkarma seducer i ayartan adam iğfal eden adam. seducible s. baştan çıkarılabilir, azdlrılabilir, iğfal edilebilir.

seduction

i. iğfal, ifsat, ayartma, baştan çıkarma, namusuna leke sürme; baş tan çıkarıcı şey.

seductive

s. ayartıcı, çekici seductively z. ayartarak seductiveness i. ayartma, baştan çıkarma.

seductress

i. ayartıcı kadın

sedulous

s. gayretli, sebatlı, vazi eşinas sedulously z. sebatla, azimle sedulousness i. sebat, azim, vazifeşinaslık.

sedum

i. damkoruğu, kayakoruğu, bot. Sedum.

see

i. piskoposluk. Holy See Papalık.

see

f. (saw, seen) görmek; anlamak, farkına varmak; bakmak, dikkat etmek; görüşmek, kabul etmek; tecrübesi olmak, tecrübe ile öğrenmek; geçirmek. see about icabına bakmak, bir yolunu bulmaya çalışmak. see a thing through bir işi başarmak, tuttuğunu koparmak. see daylight güç bir durumdan kurtulmayı sağlayacak ilk çareyi görmek. see double şeşi beş görmek, biri iki görmek. see eye to eye aynı fikirde olmak, her hususta anlaşmak. see into nüfuz etmek, kavramak. see in the New Year yeni yılı karşılamak. see life tecrübelerle hayatı anlamak. see one off geçirmek, yolcu etmek, uğurlamak. see one out birini kapıya kadar geçirmek. see one's way çaresini bulmak. see one through birine sıkıntısını atlatana kadar yardım etmek. see red çok öfkelenmek, gözünü kan bürümek. see service hizmet görmek. see something out bir şeyi sonuna getirmek, bitirmek. see stars başına vurulma sonucunda gözünün önünde yıldızlar uçuşmak. see the doctor doktora görünmek. see the light bir şeyin aslını anlamak. see through one bir kimsenin zihninden geçenleri keşfetmek. see to it icabına bakmak. See ya! (argo) Baybay ! See you later şimdilik Allah'a ısmarladık. Görüşürüz. As far as I can see. Bana kalırsa. It has seen better days Artık eskidi. Let me see. Bakayım. Dur bakalım. Düşüneyim. This much food will see us through this journey. Bu kadar yemek bu seyahati çıkarır. You see... yani, işte; Gördün mü?

seed

i., s., f. tohum; çekirdek; asıl, kaynak, mebde, menşe; zürriyet, evlât; meni; ersuyu, sperma; istiridye tarlasına yerleştirilmeye elverişli istiridye yavruları; s. tohumluk; f. tohum ekmek; tohumu veya çekirdeği çıkarmak; tohum vermek, tohumunu dökmekseed cake susamlı veya çöreotlu çörek. seed corn tohumluk mısır. seed leaf tohumdan ilk çıkan yaprak. seed oyster istiridye yavrusu. seed pearl ufak inci. seed plot bahçede tohumluk tarh, fidelik. seed vessel tohum kapçığı. yellow seed yaban teresi, horozcuk, bot. Lepidium campestre. go to seed tohuma kaçmak; kuvvetten düşmek, zayıflayıp bunamak. raise up seed zürriyet hâsıl etmek. seed down çimen tohumu ekmek.

seedbed

i. fidelik.

seedless

s. çekirdeksiz.

seedling

i. fide.

seedsman

i. (çoğ. -men) tohumcu, tohum satıcısı.

seedtime

i. ekin vakti.

seedy

s. içine tohum katılmış; tohuma kaçmış; kılıksız; keyifsiz. seedily z. tohuma kaçmış bir şekilde. seediness i. tohuma kaçma

seeing that

mademki, madem.

seek

f. (ought) aramak, araştırmak; çabalamak. seek out arayıp bulmak.

seeker

i. arayan kimse; sonda.

seem

f. görünmek, gözükmek; gibi gelmek. I can,t seem to solve this problem. Bu meseleyi çözebileceğimi zannetmiyorum. I seem to hear. işitir gibi oluyorum. it seems as if veya as though sanki, galiba, imiş gibi. it seems best. en iyisi. It seems that he is well. iyi gibi görünüyor. It would seem. gibi görünüyor.

seeming

s., i. görünüşte; i. dış görünüş, aldatıcı görünüş. seemingly z. görünüşte, zahiren, guya.

seemly

s., z. yakışık alır, munasip uygun; z. yakışık alır bir surette. seemliness i. uygunluk, munasip oluş, yakışık alma.

seen

f., bak see.

seep

f., i. sızmak; i. sızıntı yeri, kaynak. seep'age i. sızıntı.

seer

i. gören kimse; gaipten haber veren kimse, peygamber, kahin.

seersucker

i. gofre kumaş, çizgili ve üstü pürtüklü ince dokuma.

seesaw

i., s., f. tahterevalli; ileri geri hareket; iniş çıkış; s. aşağı yukarı (hareket); f. aşağı yukarı sallanmak, çöğünmek.

seethe

f. haşlamak kaynatmak; sıvıya batırmak; hırslanmak. a seeth'ing crowd karınca gibi kaynaşan bir kalabalık.

segment

i., f. kesilmiş parça, parça, bölüm, kısım, dilim; geom. daire kesmesi kesme, kürenin kesilmiş kısmı; zool. bölüt; f. kısımlara ayırmak. segment of a circle geom. kesme, daire kesmesi. segmen'tal segmentary s. kısma ait segmenta'tion i. bölme veya bölünme; biyol. bir hücrenin birçok hücrelere bölünmesi.

segno

i., müz. işaret, tekrar işareti.

segregate

f., s. ayırmak, tefrik etmek, ayırıp bir araya top lamak; s. ayrılmış. segrega'tion i. fark gözetme, ayrı tutma, ayrım, tefrik. segrega'tionist i. ırk ayrımı taraftarı.

seicento

i., güz. san. İtalya'da on yedinci yüzyıl.

seiche

i. bir gölde su seviyesinin ritmik bir şekilde değismesi.

seidlitzpowder

ecza. sedliç tuzu.

seignior, seigneur

i. senyor; derebeyi, efendi. seign'iorage i. eski den krallar tarafından alınan sikke vergisi.

seigniorial

s. derebeyine ait. seigniory i. derebeylik, beylik; derebeyi malikânesi.

seine

i., f. büyük balık ağı, serpme (ağ); f. serpme ile balık avlamak.

seine

i. Sen nehri.

seise

f., huk. müsadere etmek, haczetmek, el koymak, bak. seize.

seism

i. yersarsıntısı, zelzele, deprem.

seismic , seismal, seismical, seismatical

s. yersarsıntısına ait zelzeleden ileri gelen, depremsel. seismic sea wave zelzeleden meydana gelen met dalgası.

seismism

i. yersarsıntısı olayları.

seismograph

i. sismograf, depremyazar.

seismology

i. sismoloji, yersarsıntıları ilmi.

seismometer

i. sismometre, yersarsıntılarının süre, şiddet ve yönünü kaydeden alet.

seismoscope

i. sismografın basit şekli.

seize

f. tutmak, yakalamak; zaptetmek, müsadere etmek, gaspetmek; kavramak, iyice anlamak; den. sicim sarıp bağlamak; takılmak, dönememek.

seizin

i., huk. temellük, mülk edinme, tasarruf.

seizure

i. yakalama, zapt, haciz, müsadere, el koyma; nöbet.

selamlik

i. selâmlık.

seldom

z. nadiren, pek az, seyrek.

select

s., f. seçme, seçilmiş, seçkin, mümtaz, güzide, üstün; seçmesini bilen, titiz, ince eleyip sık dokuyan; f. seçmek, ayırmak, intihap etmek. selectness i. seçkinlik.

selectee

i.,( A.B.D.) askere çağrılan kimse.

selection

i. ayırma, ayrılma seçme seçilme: seçme şeyler; biyol. sağlam veya kuvvetlileri yaşatıp zayıfları imha eden tabiat kanunu.

selective

s. ayıran seçici; telsiz telgrafta birkaç haberi bir arada gönderme sistemine ait. selective service (A.B.D.) kura ile askerlik.

selectman

i. A.B.D.'nin bazı eyaletlerinde belediye meclisi üyesi.

selector

i. seçen aygıt veya kimse; mak. idare kolu.

selenite

i. şeffaf alçıtaşı, selenit.

selenium

i. selen.

selenography

i. ay yüzeyinin tarif ve resimlendirilmesi, ay haritacılığı.

selenology

i. astronomide ay bilgisi. selenologist i. bu ilmin uzmanı.

seleucia

i. Silifke.

self

i. (çoğ. -selves) s. kişi, öz, zat, şahıs; kendi, nefis, şahsi menfaat; özellik, hususiyet, şahsiyet; s. zati, şahsi; aynı.

self-

(önek) kendi, kendinden, kendini; öz, özün; otomatik.

selfabuse

i. kendini aşağılama; suiistimal; istimna.

selfacting

s. kendi kendine işleyen, otomatik.

selfaddressed

s. gönderenin adına.

selfappointed

s. kendi kendini tayin etmiş; kâhyalık eden.

selfassertive

s. kendi fikrinde ısrar eden, kendini empoze eden, kendini zorla kabul ettiren.

selfassured

s. kendine güvenen.

selfcentered , (ing) centred

s. hep kendini düşünen, benci, benlikçi.

selfcommand

i. kendine hâkim olma.

selfconceit

i. kendini beğenmişlik.

selfconfidence

i. kendine güven.

selfconscious

s. utangaç, sıkılgan; kendi halini çok düşünen.

selfcontained

s. düşüncelerini başkasına söylemeyen, ağzı sıkı; kendine hakim olan; kendi kendine yeten; gerekli kısımları kapsayan.

selfcontradiction

i. kendisiyle çatışma.

selfcontrol

i. kendine hâkim olma.

selfdefense (ıng.) -defence

huk. nefis müdafaası, meşru müdafaa.

selfdenial

i. feragat kendini tutma.

selfdetermination

i. elindelik, hür irade; kamunun kendi geleceğini saptaması.

selfdistrust

i. kendine güvensizlik.

selfeducated

s. kendi kendini yetiştirmiş.

selfeffacement

i. kendini geri planda tutma.

selfemployed

s. serbest çalışan.

selfesteem

i. öz saygısı, izzetinefis, onur, haysiyet; hodpesentlik, kendini beğenme, gurur.

selfevident

s. aşikâr, açık, belli, ortada olan, meydanda olan.

selfexamination

i. kendi kendini inceleme.

selfexistence

i. özdenlik.

selfgovernment

i. özerklik muhtariyet.

selfhelp

i. kendi kendine yetme, başkasına muhtaç olmadan kendi başına yapabilme.

selfhood

i. kişilik, şahsiyet.

selfidentity

i. kendine benzeme; kendini tanıma.

selfimportance

i. kendine fazla önem verme, kendini fazla yüksek görme.

selfinduction

i., fiz. özindükleme.

selfindulgence

i. kendi isteklerine düşkünlük.

selfinterest

i. kişisel çıkar, hodbinlik, bencillik.

selfish

s. egoist, bencil. hodbin selfishly z. bencilce egoistçe. selfishness i. egoistlik, bencillik, hodkamlık.

selfknowledge

i. kendini tanıma.

selfless

s. özgecil, özgeci, diğerkâm.

selfloading

s. yarı otomatik (tabanca).

selflove

i. kendini beğenme; kendi çıkarını düşünme.

selfmade

s. kendini yetiştirmiş, kendi kendine adam olmuş.

selfmastery

i. kendini tutma, kendine hâkim olma.

selfpity

i. kendini zavallı hissetme, kendi kendine aclma.

selfportrait

i. bir ressamın çizdiği kendi portresi.

selfpossession

i. vakar, kendine hâkim olma.

selfpreservation

i. nefsini koruma.

selfregard

i. kendini önemseme, öz saygısı.

selfreliance

i. kendine güven.

selfrenunciation

i. feragat, kendini feda etme.

selfreproach

i. kendi kendini kınama veya cezalandırma.

selfrespect

i. öz saygısı, nefsine hürmet, izzetinefis.

selfrighteous

s. kendini üstün gören.

selfrising

s. kendi kabaran.

selfrule

i. özerklik, otonomi.

selfsacrifice

i. fedakarlık.

selfsame

s. tıpkı, aynı.

selfsatisfied

s. kendi halinden memnun.

selfseeking

s. yalnız kendi çıkarını gözeten.

selfservice

s. selfservis.

selfstarter

i., oto marş.

selfstyled

s. kendi kendini nitelendiren.

selfsufficient

s. kendine güvenen; kendi kendine yeten, başkasına muhtaç olmayan.

selfsupport

i. kendini geçindirme.

selfsustaining

s. kendi kendini geçindiren.

selftaught

s. kendi kendini eğitmiş.

selfwill

i. inatçılık, benlikçilik.

selfwinding

s. otomatik olarak kurulan (saat).

seljuk

i., s. Selçuk.

sell

f., (sold) i. satmak; satışıyle meşgul olmak; satışım artırmak; k.dili beğendirmek; (argo) aldatmak, kazıklamak; satılmak; satışta rağbet görmek; beğenilmek; i. hile, aldatma, oyun. sell like wildfire çok satılmak, kapışılmak. sell off her şeyini satıp bitirmek, tasfiye etmek, elden çıkarmak. sell out hissesini satmak, bütün malını satmak; (argo) şahsi çıkar için ele vermek, satmak. sell short henüz elde olmayan malı ileride teslim etmek üzere satmak; itimatsızlık göstermek; desteklemek. sell up İng. borçlunun malını satıp parasını almak.

seller

i. bayi, satıcı; satılabilecek bir şey. best seller en çok satılan (kitap).

sellout

i. elden çıkarma, elde bulunanı satma; k.dili kapalı gişe; (argo) gizli bir anlaşma yoluyle ihanet.

seltzer

i., Seltzer water maden sodası.

selvage , selvedge

i. kumaş kenarı.

selves

bak. self.

sem.

kıs. Semitic, Seminary.

semantics

i., dilb. anlambilim, semantik. semantic s. anlamsal.

semaphore

i., f. semafor; f. semaforla konuşmak.

semasiology

i. işaretlerle anlamları arasındaki ilişki ilmi.

sematic

s. işaret eden; biyol. tehlikeyi belirten (zehirli veya tehlikeli hayvanların renkleri gibi).

semblable

s., i. benzer, müşabih; görünüşte olan; i. başkasına benzeyen şey, eş.

semblance

i. suret, şekil; benzerlik, müşabehet; görünüş.

semeiology

bak. semiology.

semeiotic, -ical

bak. semiotic.

semen

i. meni, sperma, ersuyu.

semester

i. üniversitede ders yılının yarısı, sömestr.

semi-

(önek) kısmen, yarı, yarım; iki defa olan.

semiannual

s., i. altı aylık, altı ayda bir olan; i. altı ayda bir çıkan yayın.

semibreve

i., müz., İng. tam nota, dörtlük nota, yuvarlak nota.

semicentennial

s., i. elli yıla ait, elli senede bir olan; i. ellinci yıldönümü.

semicircle

i. yarım daire.

semicivilized

s. yarı uygar.

semicolon

i. noktalı virgül

semiconductor

i., fiz. yarı iletici.

semiconscious

s. yarı uyanık, yarı bilinçli.

semidetached

s. ortak du varlı.

semidiameter

i. yarıçap.

semidiurnal

s. yarım günlük.

semidome

i. yarım kubbe.

semifinal

i., s. finalden önceki yarış; s. finalden önceki. semifinalist i. finalden önceki yanşta oynayan kimse.

semifluid

s., i. yarı sıvı.

semiformal

s. yarı resmi.

semilunar

s. yarımay şeklindeki.

seminal

s. meni kabilinden, spermalı, tohum cinsinden; yeni ufuklar açan; gelişmemiş.

seminar

i. seminer.

seminary

i. ilâhiyat fakültesi; genç kızlar için genel kültür veren yüksekokul. seminar'ian i. böyle bir okulda tahsil gören veya görmüş kimse.

semination

i. tohumlama, ekme; üreme.

seminiferous

s. tohum veya ersuyu hası1 eden.

semiofficial

s. yan resmi.

semiology

i. işaretler ilmi; işaretlerle konuşulan dil; tıb. araz ilmi.

semiopaque

s. yan dönük

semiotic

s. işaretlere veya işaretler ilmine ait; hastalık arazına ait.

semiprecious

s. ikinci derecede kıymetli (taş).

semiprivate

s. yarı özel. semiprivate room hastanede iki, üç veya dört yataklı oda.

semiprofessional

s. yarı profesyonel.

semiquaver

i., İng., müz . on altılık nota, iki çengelli nota.

semiskilled

s. az maharetli.

semite

i. Sami Irkından kimse.

semitic

s. Sami; Sami dillerine ait. Semitics i. Sami kavimlerinin tarih, dil ve edebiyatını inceleyen ilim. Semitic languages Sami dilleri.

semitism

i. Sami dili veya adetleri; Yahudi taraftarlığı.

semitone

i., müz. yarımton.

semitrailer

i. yalnız arka tekerlekleri olan römork.

semiweekly

s., i. haftada iki defa çıkan (yayın).

semolina

i.irmik.

semperfidelis

Lat. daima sadık.

semperparatus

Lat. daima hazır.

sempiternal

s. ebedi baki daimi. sempiternity i. ebediyet, sonsuzluk.

sempstress

bak. seamstress.

sen

kıs. senate, senator, senior.

senate

i. senato.

senator

i. senatör.

senatorial

s. senatoya ait; senatorce; senatörlerden oluşan.

senatorship

i. senatorlük .

send

f. (sent) göndermek, yollamak; fırlatmak, atmak; sağlamak, bahşetmek; (A.B.D.),( argo) sevinçten coşturmak. send about one's business yol vermek, kovmak. send away kovmak, uzaklaştırmak. send back geri göndermek, iade etmek. send down (İng.) üniversiteden ihraç etmek send for aratmak, çağırtmak; biriyle ıs- marlamak send forth yaymak, neşretmek, çıkartmak. send in içeri göndermek; sunmak, arzetmek, takdim etmek. send off yollamak; uğurlamak, yolcu etmek. send out göndermek, dışarı göndermek; dağıtmak, neşretmek. send packing pılı pırtıyı toplatıp kovmak. send up k.dili hapis cezası vermek. send word haber göndermek. The telegram sent the household into a dither Telgraf evdekileri şaşkına çevirdi. send'er i. gonderici.

send

f., i. dalga kuvvetiyle hareket etmek; i. dalga kuvveti, dalga itilimi.

sendal

i. ortaçağda kullanılan ince bir ipekli kumaş.

sendoff

i. yollayış; başlatma; teşvik; veda yemeği.

senega ,snakeroot

sütotu bot. Polygala; sütotunun öksürük söktürücü kurutulmuş kökü.

senegal

i. Senegal.

senescence

i. yaşlılık, ihtiyarlık. senescent s. yaşlanan, ihtiyarlayan.

seneschal

i. ortaçağda derebeyi kethüdası veya teşrifatçısı.

senile

s. ihtiyarlığa mahsus; bunak.

senility

i. ihtiyarlık, yaşlılıktan ileri gelen zafiyet, bunaklık.

senior

s., i yaşça büyük (baba ile oğul aynı ismi taşıdıkları zaman babanın ismine eklenir, kıs. Sen. veya Sr.); kıdemli; i. yasça daha büyük adam, kıdemli kimse; son sınıf öğrencisi. senior citizen (A.B.D.), ( Kanada) yaşlı kimse. senior high school (A.B.D.) on, on bir ve on ikinci sınıfların karşılığı olan okul, lise. seniority i. yasça büyüklük, kıdemlilik; kıdem.

senna

i. sinameki, bot. Cassia; sinamekinin iç sürdürücü olarak kullanılan yaprakları.

senna

i. çok ince dokunmuş ufak Acem halısı.

sennet

i., tiyatro eskiden oyuncuların sahneye giriş veya çıkışlarını belirten boru sesi.

sennight

i., eski bir haftalık süre.

sennit

i., den. tirnele.

senor

i. (çoğ. senores) İsp. bay.

senora

i., İsp. bayan (evli kadın ).

senorita

i., İsp. bayan (kız).

sensate

s. beş duyu ile algılanan.

sensation

i. duyu duygu, his, seziş; duyarlık; hayret verici şey, heyecan uyandıran olay, sansasyon.

sensational

s. duygusal, hissi; heyecanlı, merak uyandırıcı, sansasyonel.

sensationalism

i., fels. duyumculuk; heyecan uyandırıcı yöntemlere baş vurma, sansasyonalizm; iyiliği duygulara bağlı olarak değerlendirme kuramı. sensationalist i. sansasyonalist.

sense

i., f. duyu, his; gen çoğ. akıl, dirayet, zeki, muhakeme; şuur; fikir, karar, düşünce; anlam mana, meal, mefhum; f. idrak etmek, sezmek; k.dili anlamak. sense impression duyunun dimağa yaptığı etki, sezgi. sense organ duyu organı. sense perception duyum. bring one to his senses bir kimsenin aklını başına getirmek. common sense aklı selim, sağduyu .in a sense bir anlamda, yani. in one sense bir anlamda, bir taraftan. keen sense keskin duyu. make sense anlamı olmak; makul olmak. make sense out of mana cıkarmak. out of his senses aklı başından gitmiş, çıldırmış. sixth sense altıncı his. take the sense of a meeting bir toplantıya hakim olan genel fikri anlamak, nabız yoklamak. the five senses beş duyu.

senseless

s. duygusuz, hissiz, donuk; akılsız; saçma, anlamsız, manasız; baygın. senselessly z. manasızca, anlamsız olarak. senselessness i. şuursuzluk; saçmalık.

sensibility

i. hassasiyet, duyarlık, seziş inceligi; çoğ. aşırı hassasiyet; anlayış.

sensible

s. makul, akla uygun; hissedilir, sezilir, farkına varılır; hisseden; hassas, duygulu, etkilenebilir, ince sezişli; anlayıslı, akıllı. sensibleness i. makul oluş . sensibly z .makul bir şekilde, hissedilir şekilde.

sensitive

s. hassas, duygulu, duyar, duygun; içli, alıngan; duygusal; kim. çabuk muteessir olan; bot. dokunulunca çabuk solan veya bozulan, duyulu. sensitive plant kustumotu bot. Mimosa pudica sensitively i. hassasiyetle sensitiveness, sensitiv'ity i. duyarlık, hassasiyet, hassaslık.

sensitize

f., foto. (kağıt, filim) hassas hale getirmek; tıb. hassas duruma getirmek.

sensitometer

i., foto. filim. veya levhanın hassaslık derecesini ölçme aleti.

sensor

i., s. alıcı alet; s. sezici, alıcı.

sensorium

i. (çoğ. -ria) anat. sinir sistemi.

sensory , sensorial

s. duyumsal, duyusal.

sensual

s. şehvani, şehvete ait; tensel, duyusal; duyumculukla ilgili. sensually z. şehvani bir şekilde.

sensualism

i. şehvet düşkünlüğü; fels. duyumculuk; güzellik kavramında baş rolü duyuların oynadığını kabul eden kavram.

sensuality

i. duyarlık; şehvet, kösnü.

sensualize , (ıng.) ise

(f.) şehvanileştirmek.

sensuous

(s.) hislere hitap eden, duyumsal, hislere ait, hissi. sensuously (z.) hislere hitap ederek. sensuousness (i.) duygusallık.

sent

(bak.) send.

sentence

(i.), (f.) cümle, tümce; (huk.) ilâm, karar, hüküm; (f.) mahkum etmek, hakkında hüküm vermek. complex sentence girişik cümle. compound sentence bileşik cümle. simple sentence yalın cümle.

sententious

(s.) anlam ifade eden, manalı, vecize kabilinden, anlamlı sözlerle dolu; tumturaklı, ağır (ifade, ibare). sententiously (z.) vecize kabilinden. sententiousness (i.) vecizeli oluş.

sentience

(i.) sezgililik; duygululuk; bilinçlilik; sezgi, sezi.

sentient

(s.), (i.) sezgili; duygulu, duygun; (i.) duygulu kimse; akıl. sentiently (z.) duyarak, hissederek.

sentiment

(i.) his, duygu, seziş; his inceliği, aşırı hassasiyet; (gen.) (çoğ.) fikir, düşünce; mütalaa.

sentimental

(s.) hissi, hislerin etkisiyle yapılan; hassas, duygusal, içli. sentimentalism (i.) aşırı duygusallık. sentimentalist (i.) hislerine fazla kapılan kimse. sentimentally (z.) hissi bir şekilde.

sentimentality

(i.) aşırı duygusallık.

sentimentalize , (ıng.) ise

(f.) aşırı hassasiyet göstermek.

sentinel

(i.), (f.) nöbetçi, gözcü; (f.) gözetlemek, nöbet beklemek; nöbetçi koymak.

sentry

(i.) nöbetçi, nöbetçi asker. sentry box nöbetçi kulübesi.

sepal

(i.), (bot.) çanak yaprağı, sepal.

separable

(s.) ayrılabilir, tefrik edilebilir. separabil'ity, separableness (i.) birbirinden ayrılabilme. separably (z.) ayrılır surette, tefrik edilebilir şekilde.

separate

(f.), (s.) ayırmak, tefrik etmek; bölmek; arasında bulunmak; aradaki bağlantıyı kesmek; ayrılmak, tefrik olunmak; ayrı bir cisim teşkil etmek; (s.) ayrı, ayrılmış, müstakil. be separated (huk.) ayrı yaşamak, ayrılmak. separately (z.) ayrı ayrı, başka başka, bağlantısız olarak. separateness (i.) ayrılık. separation (i.) ayrılık, ayrılma, ayırma; (huk.) ayrı yaşama. separatist (i.) asıl kiliseden veya siyasi partiden ayrılma taraftarı, bağımsızlık yanlısı. separator (i.) ayırıcı, ayırma cihazı; krema makinası.

sephardim

(i.), (çoğ.) İspanyol Musevileri.

sepia

(i.) sepya; mürekkepbalığı.

sepoy

(i.) Hintli asker, İngiliz ordusuna mensup Hintli asker.

sepsis

(i.), (tıb.) kana mikrop ve toksin karışması, septisemi.

sept

(i.) uruk, kabile (özellikle eski İrlanda'da); (sosyol.) (boy.).

sept

önek, (Lat.) yedi, yedinci.

septa

(bak.) septum.

septate

(s.) bölmeli, bölme ile bölünmüş.

september

(i.) eylül.

septembrist

(i.) Paris'te 26 eylül 1792 katliamına katılan kimse.

septenary

(s.), (i.) yediden ibaret, yedi sayısına ait, yedi yılda bir olan veya görülen, yedi yıl süren; (i.) yedi sayısı; yedi kişi veya şey.

septennial

(s.) yedi yıl süren, yedi yılda bir olan veya görülen. septennially (z.) yedi yılda bir.

septentrio

(i.), (astr.) Büyükayı.

septentrional

(s.) kuzeysel, yıldızdan gelen.

septette

(i.) yedili grup veya takım; (müz.) yedi sesle söylenen veya yedi çalgı ile çalınan parça.

septic

(s.), (i.), (tıb.) mikrop veya toksinden hâsıl olan; bulaşık, mikroplu; (i.) kan zehirlenmesi meydana getiren madde. septic tank fosseptik.

septicaemia

(i.), (tıb.) kan zehirlenmesi, septisemi.

septicidal

(s.), (bot.) ek yerlerinden bölünen veya ayrılan, zardan ayrılan.

septillion

(i.) Amerikan ve Fransız usulüne göre 24 sıfırlı sayı; İngiliz usulüne güre 42 sıfırlı sayı.

septuagenarian

(i.) yetmişle yetmiş dokuz yaşları arasında kimse.

septuagint

(i.) Eski Ahit kitabının MÖ 270'de başlanılan Yunanca tercümesi.

septum

(i.) (çoğ. ta) (biyol.) bölüm, septum.

septuple

(s.), (f.) yedi kat; (f.) yediyle çarpmak.

sepulcher , (ıng.) chre

(i.), (f.) gömüt, sin, mezar, kabir; (f.) gömmek, defnetmek.

sepulchral

(s.) mezara ait; kasvetli; mezardan geliyor gibi (ses).

sepulture

(i.) gömme, defin; eski kabir.

seq.

(kıs.) sequel; sonra gelen, arkası, müteakıp.

sequacious

(s.) başkasına tabi olma eğiliminde olan; tutarlı, uygun.

sequel

(i.) devam; son, sonuç, netice.

sequela

(i.) (çoğ. Iae) (Lat.), (tıb.) bir hastalığı izleyen anormal durum.

sequence

(i.) ardışıklık; ardıllık, bir birini izleme; sıra, düzen; seri; sonuç, etki; (müz.) ardıllık, artardalık.

sequent

(s.), (i.) ardışık, ardıl, birbirini izleyen; (i.) sonuç, netice, etki. sequen'tial (s.) seri meydana getiren; ardışık. sequentially (z.) sonucu olarak, neticesinde.

sequester

(f.) ayırmak, tecrit etmek; (huk.) haczetmek, el koymak, müsadere etmek. sequester oneself tenha bir yere çekilmek. sequestrate (f.) el koymak; kamulaştırmak. sequestra'tion (i.) zapt, müsadere, el koyma; inziva, köşeye çekilme.

sequestrum

(i.) (çoğ. tra) (tıb.) nekroza uğramış kemik.

sequin

(i.) eski Venedik Cumhuriyetinin altın sikkesi; pul, payet.

sequoia

(i.) sekoya, (bot.) Sequoia.

seraglio

(i.) saray; harem dairesi. the Seraglio Topkapı Sarayı.

serai

(i.) kervansaray; saray.

seraph

(i.) (çoğ. phim) en yüksek melekler sınıfından biri. seraphic(al) (s.) meleğe ait, melek gibi, çok güzel. seraph'ically (z.) melek gibi.

serb

(i.), (s.) Sırp, Sırplı; Sırp dili; (s.) Sırp.

serbia

(i.) Sırbistan. Serbian (s.), (i.) Sırbistan'a ait; (i.) Sırplı; Sırpça.

sere

(bak.) sear.

serein

(i.), (meteor.) tropikal bölgede güneş batmasından hemen sonra bulutsuz gökten yağan çisenti.

serenade

(i.), (f.), (müz.) serenat; serenat müziği; (f.) serenat çalmak veya söylemek.

serendipity

(i.) beklenmedik şeyler bulma şansı.

serene

(s.) berrak, açık, sakin; yüce, âli. His Serene Highness Zati Samileri (Avrupa'da prensler için kullanılan bir unvan). serenely (z.) sakince, sükunetle.

sereneness, serenity

(i.) sükunet, huzur; durgunluk, berraklık.

serf

(i.) toprağa bağlı köle, serf. serf'age, serf'dom (i.) serflik, kölelik.

serge

(i.) serj, yünlü kumaş; şayak.

sergeant , (ıng.) serjeant

(i.), (ask.) çavuş; komiser muavini; (İng.) eski yüksek davavekilii sergeant at arms parlamentoda güvenlik görevlisi. sergeant major başçavuş.

serial

(s.), (i.) seri halinde olan; tefrika halinde yayımlanan, devamı olan; (i.) tefrika. serial number seri numarası. serially (z.) tefrika halinde. serialize (f.) tefrika halinde yayımlamak.

seriatim

(z.) birer birer, sıra ile, seri halinde.

sericeous

(s.) ipek gibi, atlas gibi; (bot.) üIgerli.

sericulture

(i.) ipekböcekçiliği, ipekçilik. sericul'turist (i.) ipekböceği yetiştiricisi.

seriema

(i.) Brezilya ve Paraguay'a özgü kariyama denilen kuş, (zool.) Cariama cristata.

series

(i.), tek ve (çoğ.) sıra, silsile, seri, dizi. in series sıra halinde, arka arkaya. series winding (elek.) seri sargısı, dizi sargısı.

serif , ceriph

(i.), (matb.) harfin altında veya üstünde bulunan ince çizgilerden biri.

serigraph

(i.) dokuma veya kâğıt ve derinin kuvvet ve esnekliğini öIçen aygıt.

serin

(i.) kanarya, (zool.) Serinus canarius.

seringa

(i.) Brezilya'da yetişen kauçuk ağacı.

seriocomic

(s.) hem ciddi hem de güIünçlü.

serious

(s.) ağır, temkinli, aklı başında, vakarlı, ciddi, ağırbaşlı; gerçek, hakiki; önemli; tehlikeli, vahim. seriously (z.) cidden, ciddi olarak. seriousness (i.) ciddiyet.

serjeant

(bak.) sergeant.

sermon

(i.) vaız, dinsel öğüt, hutbe; nasihat, ihtar. sermonette (i.) kısa vaız. sermon'ic (s.) va'za uygun, vaız kabilinden. sermonize (f.) uzun uzadıya nasihat vermek.

sero

önek seromla ilgili.

serology

(i.) serom ve tesirlerinden bahseden ilim.

serous

(s.) seroma ait, seroma benzer, serom meydana getiren. serous membrane yürek zarı, karınzarı.

serpent

(i.) yılan; iblis; yılan gibi hain adam; eskiden kullanılan yılankavi bir nefesli çalgı.

serpentine

(s.), (i.) yılankavi, yılan gibi kıvrılan; (i.) yılantaşı.

serpigo

(i.), (tıb.) vücuda yayılan herhangi bir cilt hastalığı. serpiginous (s.), (tıb.) cilt hastalığı olan, yayılan.

serrate , serrated

(s.) testere dişli (yaprak), serrat. serra'tion, serrature (i.) testere gibi dişli oluş, testere dişi.

serried

(s.) sıkı sıra halinde.

serrulate , lated

(s.) pek ince testere dişli.

serum

(i.) (çoğ. s, ra) serom.

serval

(i.) Afrika'ya özgü siyah benekli ve uzun bacaklı yaban kedisi, (zool.) Felis serval.

servant

(i.) hizmetçi, uşak; köle, kul; besleme, yanaşma. servant boy uşak. servant girl hizmetçi kız. fellow servant kapı yoldaşı. public servant memur, devlet memuru. your humble servant, your obedient servant bendeniz, kulunuz.

serve

(f.), (i.) hizmet etmek, hizmetini görmek, hizmetkarı olmak; yardım etmek; kulluk etmek; tapmak; emrini yerine getirmek; müşteriye bakmak; servis yapmak; işe yaramak, işine gelmek, işini görmek; uygun olmak; yetişmek, elvermek, kâfi gelmek; doldurup ateşlemek (top); tebliğ etmek; müddetini tamamlamak; (hapis cezası) çekmek; (erkek hayvan) çiftleşmek; spor servis atmak; (i.), tenis oyun başlangıcında topa vurma. serve a summons celpnameyi eline vermek. It serves him right ! Oh olsun ! Yapmayaydı. Önceden düşüneydi. Söz dinleseydi. Ettiğini buldu. serve notice hizmetinden çıkacağını bildirmek. serve out dağıtmak, taksim etmek. serve time hapis cezasını çekmek. serve up sofraya koymak (yemek), servis yapmak.

server

(i.) hizmetçi; servis atan oyuncu; tepsi.

servia

(bak.) Serbia.

service

(f.) bakımını sağlamak, onarmak; teçhizatını tamamlamak; yardım etmek; (erkek hayvan) çiftleşmek.

service

(i.) hizmet, görev; iş; merasim, tören, ayin, ibadet; askerlik; yarar, fayda, yardım; çay takımı; (huk.) tebliğ; memuriyet, resmi iş; spor servis. service book dua kitabı. service cap asker veya subay kasketi. service court spor servis atılırken topun içine düşmesi gereken alan. service line spor servis çizgisi. service station benzin istasyonu. service stripe bir asker veya memurun hizmet süresini gösteren kol şeridi, kolçak. service tree üvez, (bot.) Sorbus domestica. service uniform askeri elbise, üniforma. active service askerlik hizmeti. at your service emrinize amade. be of service yardımı dokunmak, yardım etmek. civil service devlet memurluğu. diplomatic service dışişleri teşkiIâtı. jury service jüride çalışma görevi. on active service (ask.) fiili görevde. public service kamu hizmeti. secret service gizli polis teşkilatı. see service hizmet görmek. take service with hizmetine girmek.

serviceable

(s.) işe yarar, elverişli, kullanışlı, faydalı, yararlı, lüzumlu; hizmete alışkın, dayanıklı. serviceableness (i.) fayda, yarar, kullanışlılık. serviceably (z.) faydalı bir surette.

serviceman

(i.) asker; tamirci.

serviette

(i.), (İng.) sofra peçetesi.

servile

(s.) alçak, gurursuz, hakir, aşağılık; köleye veya hizmetçiye ait; köleye yakışır, köle olarak kullanılan. servilely (z.) köle gibi. servileness, servility (i.) gurursuzluk.

servitor

(i.) hizmetçi, uşak.

servitude

(i.) kulluk, kölelik; ceza olarak verilen iş mahkumiyeti; (huk.) irtifak hakkı.

sesame

(i.) susam, (bot.) Sesamum indicum. sesame oil susam yağı, tahin.

sesamoid

(s.) (i.) (anat.) susam şeklindeki, susamsı; (i.) susamsı kemik.

sesqui

önek bir buçuk.

sesquicentennial

(s.), (i.) yüz ellinci seneye ait; (i.) yüz ellinci yıldönümü.

sesquipedalian

(s.), (i.) uzun kelimeler kullanmaya meraklı (kimse).

sessile

(s.), (bot.) sapsız yaprak gibi doğrudan doğruya yapışık olan, sesil; (zool.) yerleşmiş.

session

(i.) toplantı süresi; celse, oturum; toplantı; bazı kiliselerde idare heyeti.

sesterce

(i.) bir çeyrek dinar kıymetinde eski bir Roma sikkesi.

sestertium

(i.) (çoğ. tia) eski bir Roma parası.

sestet

(i.) sonenin son altı mısraı; (müz.), (bak.) sextet.

sestina

(i.) bir çeşit gazel.

set

(i.) duruş, oturuş; batma, batış, gurup; akıntı veya rüzgarın yönü; fide; testere dişlerinin çaprazlanması; meyil, eğilim temayül; mizanpli; tenis set; briç yenilgi. set square gönye. a dead set engel, mâni; av köpeğinin avı göstermesi.

set

(i.) takım, grup, klik; seri; tiyatro dekor, stüdyo düzlüğü; (sin.) set; televizyon veya radyo alıcısı; (mat.) dizi. a set of teeth diş takımı. dinner set sofra takımıi the fast set hızlı yaşayanlar grubu.

set

(s.) belirli, muayyen; ayarlanmış; adetlere uygun; yerleşmiş; aynı, basmakalıp; verilmiş; değişmez; hazır; düzenli, muntazam.

set

(f.) (set, ting) koymak, yerleştirmek; batmak, kaybolmak; kuluçkaya yatırmak, kuluçka makinasına koymak; pekiştirmek; dondurmak, katılaştırmak; kurmak, ayarlamak; hazırlamak; doğrultmak, kırık veya çıkığını yerine oturtmak; yön vermek; kakma işi yapmak; bahse girişmek; (saç) sarmak, mizanpli yapmak; (müz.) bestelemek; tayin etmek; donatmak, tanzim etmek; bulup yerini göstermek (av köpeği); (matb.) dizmek, tertip etmek; dikmek (fidan); pekişmek, katılaşmak, donmak; yönelmek. set about başlamak, girişmek, koyulmak, teşebbüs etmek. set afloat yüzdürmek. set against mukayese etmek, tartmak; kışkırtmak, aleyhine çevirmek. set apart bir kenara ayırmak, ayrı koymak; ayırmak, tahsis etmek. set a price on someone's head aranılan bir kimsenin kellesine fiyat biçmek. set aside bir tarafa koymak; lağvetmek, feshetmek, iptal etmek; kenara bırakmak. set at ease yatıştırmak, teskin etmek, rahatlatmak, sıkıntısını gidermek. set at large serbest bırakmak. set at naught hiçe saymak. set at work işe başlatmak. set back geri bırakmak, geri almak, ilerlemesini engellemek. set back on one's heels şaşkına çevirmek. set before önüne koymak, göstermek, anlatmak, arzetmek. set bread hamura maya katmak ve dinlendirmek. set by bir kenara koymak, ilerisi için saklamak. set by the ears boğuşmak. set down indirmek, yere koymak; yazmak, kaydetmek; alçaltmak, kibrini kırmak. set eyes on görmek; göz koymak. set fire to tutuşturmak, ateşe vermek. set foot in (bir yere) ayak basmak. set forth zikretmek, beyan etmek, meydana koymak, ileri sürmek; yola koyulmak. set forward ileri koymak, ilerletmek. set free serbest bırakmak, salıvermek. set in başlamak; sahile doğru esmek, sahile doğru ilerlemek (met). set in order sıraya koymak, düzeltmek. set loose başıboş bırakmak, serbest bırakmak, salıvermek. set off ayrı koymak; etkilemek; yola çıkmak; fitillemek; göstermek; belirginleştirmek, süslemek. set on saldırtmak, kışkırtmak; üzerine koymak. set on edge kamaştırmak (diş); sinirlendirmek. set on end dikmek, dikine koymak. set on fire tutuşturmak, ateşe vermek. set on foot başlatmak. set one's cap for (k.dili) kancasını takmak, birinin peşini bırakmamak (evlenmek maksadıyle). set one's heart on ele geçirmeye veya yapmaya azmetmek. set out yola çıkmak, koyulmak, başlamak; sınırlarını belirtmek; yaymak, göz önüne sermek; resmetmek; daldırmak (fidan). set out for yola çıkmak. set out on başlamak. set out to e kalkışmak, e koyulmak. set over mesuliyeti yüklemek. set right düzeltmek, tashih etmek. set sail yelken açmak, denize açılmak (gemi). set store by çok kıymetli saymak. set the fashion moda çıkarmak, örnek olmak. set the pace yarışta nasıl koşulacağını göstermek. set the teeth çaprazlamak (testere). set the watch nöbet dağıtmak. Set them up! İçkiler benden ! set to girişmek, başlamak. set to music bestelemek. set to rights düzeltmek, tashih etmek. set up havaya dikmek; açmak; kurmak, tesis etmek; işe başlatmak; yükseltmek (ses); ileri sürmek; mevkiini yükseltmek; harflerini dizmek; dik durdurmak; kendine getirmek; gerip tam yerine getirmek (yelken). set up a loud noise yaygarayı basmak. set up housekeeping ev açmak. set upon üzerine saldırmak veya saldırtmak.

seta

(i.) (çoğ. setae) (biyol.) domuz kılına benzer sert uzantı; ince diken.

setaceous

(s.) sert kıllı; domuz kılı gibi.

setback

(i.) aksilik, işin ters gitmesi; ters akıntı; (mim.) yüksek binalarda üst katların alt katlara nazaran daha geriden inşa edilmesi.

setiferous

(s.) sert kıllı.

setiform

(s.) domuz kılı şeklinde.

setoff

(i.) karşılık, mukabil; (huk.) borca mukabil sayılan borç; (mim.) çıkıntı.

seton

(i.), (tıb.) kıl fitili, bundan çıkan cerahat.

settee

(i.) kanepe.

setter

(i.) dizici; seter (av köpeği).

setting

(i.) kakılmış şey, mücevher yuvası; bir defada kuluçkaya konulan yumurtalar; tiyatro dekor; konunun geçtiği yer ve zaman, ortam; batma, gurup; bir kişilik yemek takımı; beste.

settle

(f.), (i.) yerleştirmek, yerleşmek; düzeltmek; sakinleştirmek; dibe çökmek, posasını çöktürmek; durulmak; (k.dili) hesaplaşmak; karara varmak; ödemek, hesabı kapatmak; iskân ve imar etmek; bir karara bağlamak, halletmek; konmak (kuş); oturmak (temel); katileştirmek. settle accounts hesaplaşmak, hıncını almak. settle down yerleşmek, oturmak. settle in yerleşmek; (kış) bastırmak. settle on karar vermek; (huk.) (irat, nafaka) bağlamak. settle one's hash (k.dili) hakkından gelmek, göstermek, pes dedirtmek. settle the stomach karın ağrısını geçirmek. settle up hesap görmek. That settles it ! Tamam işte ! settled (s.) yerleşik; sabit; halledilmiş.

settlement

(i.) yerleşme, oturma; kararlaştırma; halletme; hesap görme; duvarın veya toprak setin biraz çöküp oturması; yeni sömürge; yeni iskan edilmiş yer; ev, mesken; (huk.) irat bağlama. settiement house şehrin fakir semtlerinde kurulan yardım yurdu.

settler

(i.) yeni bir yere yerleşen göçmen.

settling

(i.) yerleşme; halletme; (çoğ.) tortu, posa.

setto

(i.) çarpışma, tokuşma.

setup

(i.), ABD, (k.dili) durum, vaziyet; ABD, argo kolaylıkla kazanılacak şekilde planlanmış maç; ABD, (k.dili) içkiye katılan buz ve soda; ABD, (k.dili) lokantada sofra takımı; fiziksel yapı; duruş.

seven

(s.), (i.) yedi; (i.) yedi sayısı veya rakamı (7, Vll); yedili iskambil kâğıdı. seven fold (i.), (z.) yedi kat, yedi misli. seven won ders of the world dünyanın yedi harikası.

seventeen

(s.), (i.) on yedi seventeenyear locust krizalit devresini on yedi senede toprak altında tamamlayan bir cins çekirge. seventeenth (s.) on yedinci; on yedide bir.

seventh

(s.), (i.) yedinci; yedide bir; (i.) yedide bir kısım; yedinci şey; (müz.) yedili. seventh day yedinci gün, cumartesi günü. seventh heaven büyük mutluluk; göğün yedinci tabakası, yedinci gök.

seventy

(s.), (i.) yetmiş (sayısı) sev entieth (s.) yetmişinci; yetmişte bir.

sever

(f.) ayırmak, bölmek, tefrik etmek; koparmak; ayrılmak. severable (s.) ayrılabilir; kesilebilir.

several

(s.) birkaç, çeşitli, muhtelif; ayrı, başka, münferit, tek; (huk.) özlük, şahsi. severally (z.) birer birer, ayrı ayrı, tek tek.

severalty

(i.), (huk.) ayrılık, müstakil olma; ferdi mülkiyet. in severalty (huk.) ferdi olarak (mülkiyet).

severance

(i.) ayırma, ayrılma, alakayı kesme. severance pay işten ayrılma tazminatı.

severe

(s.) sert, şiddetli, haşin; fazla ciddi; kasvetli. severely (z.) şiddetle. severeness, severity (i.) şiddet, sertlik.

sevres

(i.), Sevres ware Sevr şehrinde yapılan porselen. Sevres blue bu porselenin mavi rengi.

sew

(f.) (sewed veya sewn) dikmek, dikiş dikmek. sew on üzerine dikmek, dikerek iliştirmek. sew up dikip kapamak; (k.dili) başarmak, halletmek.

sewage

(i.) Iağım pisliği. sewage disposal lağım pisliğini yok etme veya kullanılır hale koyma sistemi, lağım boşaltma usulü.

sewer

(i.) dikici.

sewer

(i.) Iağım. sewer system kanalizasyon.

sewerage

(i.) kanalizasyon; lağım pisliği.

sewing

(i.) dikiş, dikilecek veya dikilmiş şey. sewing circle bir araya ge!erek yardım için dikiş diken kadınlar. sewing machine dikiş makinası. sewing silk ibrişim. sewing woman dikişçi kadın.

sewn

(bak.) sew.

sex

(i.) seks, eşey, cinslik, cinsiyet. sex appeal cinsi cazibe, seksapel. sexless (s.) eşeysiz, cinsliksiz, cinsiyetsiz.

sex

önek altı.

sexagenarian

(s.), (i.) altmışa ait; (i.) altmış ile yetmiş yaşları arasındaki kimse, altmışlık kimse.

sexagenary

(s.), (i.) altmış, altmışar; altmış yaşındaki; (i.) altmışlık kimse.

sexagesimal

(s.) altmış sayısına ait.

sexcentenary

(s.), (i.) altı yüz; (i.) altı yüz yıllık devre; altı yüzüncü yıldönümü.

sexennial

(s.), (i.) altı senede bir olan; altı sene süren; (i.) altı senede bir yapılan şey. sexennially (z.) altı senede bir.

sexology

(i.) seksoloji, cinslik bilim.

sextan

(s.), (i.), (tıb.) altı günde bir gelen (nöbet).

sextant

(i.) sekstant, gemicilikte bir gökcisminin yüksekliğini ölçen alet.

sextette

(i.), (müz.) altı sesle söylenen veya altı çalgı ile çalınan parça: altılı koro veya orkestra; altılı takım.

sextile

(s.), (i.) iki gezegen arasındaki altmış derecelik mesafeye ait; (i.), (astr.) bir birinden altmış derecelik mesafe ile ayrılmış iki gökcismi.

sextillion

(i.) Amerikan ve Fransız usulüne göre 21 sıfırlı sayı; İngiliz usulüne göre 36 sıfırlı sayı.

sextodecimo

(s.), (i.) on altı yapraklı kağıt tabakası; (i.) ortalama 10x15 cm ebadında olan kitap, (kıs.) 16 mo. veya 16 derece.

sexton

(i.) zangoç; küçük ölü hayvanları gömen bir cins böcek, (zool.) Necrophorus.

sextuple

(s.), (f.) altı kat, altı misli; (f.) altı ile çarpmak.

sextuplet

(i.) bir batında doğan altı çocuktan biri; altılı takım.

sexual

(s.) cinsiyete ait, cinsi, seksüel; (biyol.) cinsiyeti olan. sexual intercourse cinsel ilişki. sexual organs tenasül uzuvları. sexuality (i.) cinsiyet; seks kuvvetine sahip olma. sexually (z.) cinsel bakımdan.

sexy

(s.), (k.dili) seksi cinsel arzu uyandıran.

sf , sfz

(kıs.) sforzando.

sforzando

(z.), (İt.), (müz.) vurguyla.

sg

(kıs.) specific gravity.

sgd

(kıs.) signed.

sgt

(kıs.) Sergeant.

sh

(kıs.) share, shilling.

shabby

(s.) kılıksız, pejmurde, eski püskü; kötü, haksız. shabbily (z.) kılıksızca, pejmurde bir halde; haksızca; cimrice. shabbiness (i.) kılıksızlık; haksızlık.

shack

(i.), ABD, (k.dili) derme çatma kulübe. shack up argo gecelemek; bir yaşamak.

shackle

(i.), (f.) pranga, zincir; engel, mâni; kelepçe, bağlama demiri; (f.) zincirle bağlamak, prangaya vurmak; engel olmak, elini kolunu bağlamak.

shad

(i.) tirsi balığı, (zool.) Alosa.

shaddock

(i.) kızmemesi, altıntop, greypfrut, bir çeşit ağaçkavunu, şatok; (bot.) Citrus grandis.

shade

(i.), (f.) gölge; karanlık, gölgelik yer; siper, perde; ölünün ruhu, tayf, hayalet; renk tonu; derece, gömlek; ayırtı, nüans; (f.) göIgelemek, üzerine gölge düşürmek; saklamak, gizlemek; muhafaza etmek; karartmak; resme göIge vermek; rengi derece derece açılmak veya koyulaşmak. shade off fiyatını biraz kırmak; hafif bir değişiklikle bir renk veya anlamdan bir diğerine geçmek. a shade better biraz daha iyi, bir gömlek daha iyi. all shades of thought bütün farklı fikirler. the shades ölüler diyarı. shad'ing (i.) gölgelik; resimde gölgeler yapma; ayırtı.

shadoof

(i.) su kaldıracı.

shadow

(i.), (f.) göIge, karanlık; resmin göIgeli yeri; yansı, akis; hayal, şekil; birinin peşinden ayrılmayan kimse, kuyruk; gözcü, dedektif; eser, iz; tayf, hayalet; (f.) gölgelemek, gölge düşürmek; karartmak; göIgesi gibi peşinden ayrılmayarak gizlice gözetlemek. shadow forth ima etmek, dokundurmak. without a shadow of doubt en ufak bir şüphe olmadan. worn to a shadow çok zayıflamış, çirozlaşmış bir deri bir kemik kalmış. shadowy (s.) gölgeli, karanlık; gölge gibi.

shadowbox

(f.) hayali bir rakip ile idman yapmak.

shady

(s.) göIgeli; (k.dili) şüpheli, kötü; gizli, saklı. shady dealings gizli ilişkiler, entrika, dolap. shadily (z.) göIgeli olarak; (k.dili) şüpheli olarak; gizli olarak. shadiness (i.) göIgeli oluş; (k.dili) şüphelilik.

shaft

(i.), (f.) (ok, mızrak) ince sap; ok gibi şey; (mak.) mil, şaft; sütun gövdesi; dikili taş; maden kuyusu; aydınlık, hava bacası; araba oku; ABD, argo penis, erkeklik uzvu; (f.), ABD, argo aldatmak. shaft bearing şaft yatağı. elevator shaft asansör boşluğu. get the shaft ABD, argo aldanmak, slang kazığı yemek. main shaft ana şaft, kamalı mil. shaft'ed (s.) saplı, kollu; oklu; milli. shaft'ing (i.), (mak.) şaft tertibatı.

shag

(i.), (f.) kaba saç veya tüy; ot kümesi; kaba tüylü kumaş veya bu kumaşın tüyü; ince kıyılmış sert tütün; (f.) kaba tüylü ve kıllı hale getirmek; karmakarışık halde kabarmak (saç); beysbol topları havada yakalamak.

shaggy

(s.) pösteki gibi kaba tüylü; taranmamış, yontulmamış. shaggydog story kelime oyununa dayanan uzun ve soğuk fıkra. shagginess (i.) tüyleri uzun ve kabarık olma.

shagreen

(i.) telatin denilen sahtiyan, sağrı derisi.

shah

(i.) şah.

shake

(f.) (shook, shaken) sarsmak, çalkamak, titretmek, silkmek, sallamak; metanetini bozmak; sallanmak, sarsılmak; titremek; (müz.) ihtizaz etmek, titreşim halinde olmak; argo atlatmak, başından defetmek, Shake a leg. Tez oluver. shake down sarsarak düşürmek, silkmek; oturtmak, yerleştirmek; argo para sızdırmak. shake hands el sıkışmak, tokalaşmak. shake one's head kabul etmemeyi veya beğenmemeyi belirtmek. shake off silkip atmak, silkinmek. shake out silkmek, silkelemek. shake up çalkamak, silkelemek, sarsmak.

shake

(i.) sarsıntı, sarsma; titreme, ihtizaz; sallanış; silkiş; sesin titremesi; kerestenin yarık veya çatlağı; yersarsıntısı, zelzele. get a fair shake ABD, argo hakkı tanınmak. milk shake çikolata veya şurupla çalkalanmış süt veya dondurma. no great shakes (k.dili) fevkalade olmayan, adi, sıradan. the shakes (k.dili) sıtma nöbeti.

shakedown

(i.), (s.) yer yatağı; ABD, argo haraca bağlama; (s.) alıştırma amacıyle yapılan.

shaker

(i.) Amerika'da bulunan bir Protestan mezhebi; (kh) sallanan şey; karıştırıcı; kalbur; tuzluk, biberlik.

shakeup

(i.) yeniden düzenleme, yeni personel atama.

shako

(i.) sorguçlu asker şapkası.

shaky

(s.) zayıf, keyifsiz; titrek, sarsak; sarsıntılı. shakiness (i.) sarsaklık, titreklik; sarsıntılı olma.

shale

(i.) tortulu şist. shale oil şistten elde edilen petrol. shal'y (s.) şist gibi; şistli.

shall

(f.) (should) gelecek zaman kipini teskil eden yardımcı fiil, ecek. kararlılık: I pledge my life that they shall be free. Hür bırakılacaklarına hayatım üzerine ant içerim. söz verme: You shall have what you need. Ne gerekirse vereceğim. emir: You shall not kill. Öldürmeyeceksin. kaçınılmazlık: Whatever shall be... Kısmet neyse...

shalloon

(i.) astarlık ince yünlü kumaş.

shallop

(i.) kayık, sandal, şalopa.

shallot

(i.) bir çeşit yabani sarmısak veya ufak soğan.

shallow

(s.), (i.), (f.) sığ; sathi, yüzeysel; (i.) sığ yer, kumsal; (f.) sığlaştırmak. shallow breathing soluma.

shalt

eski, thou ile eceksin; (bak.) shall.

sham

(i.), (s.), (f.) taklit, yapmacık, yalan, hile; (s.) taklit, yalan, yapmacık; (f.) hile yapmak, yapmacık yapmak, taklit etmek. sham sleep yalandan uyumak, uyur görünmek.

shaman

(i.) şaman . Shamanism (i.) şamanizm.

shambie

(f.), (i.) ayaklarını sürüyerek yürümek; (i.) ayaklarını sürüyerek yürüme.

shambles

(i.) salhane, mezbaha; karışık ve harap yer. in a shambles altüst, karmakarışık.

shame

(i.), (f.) utanç, ar, hayâ, hicap; ayıp, utanacak şey, rezalet, münasebetsiz şey, yakışık almayan şey; (f.) utandırmak, mahcup etmek; gölgede bırakmak. Shame on you! Ayıp! Utan ! Yazıklar olsun! For shame! Ayıp! It is a shame to laugh at her. Onunla alay etmek ayıptır. put to shame utandırmak, rezil etmek.

shamefaced

(s.) utangaç, mahcup, çekingen. shamefac'edly (z.) mahcup olarak.

shameful

(s.) ayıp, utanç verici, çirkin, yüzkarası. shamefully (z.) utanılacak şekilde; çirkince. shamefulness (i.) utandırıcı hal.

shameless

(s.) utanmaz, arsız, hayasız. shamelessly (z.) utanmadan, arsızca. shamelessness (i.) arsızlık, utanmazlık.

shammy , shamois

(bak.) chamois.

shampoo

(f.), (i.) başı sabunlayıp yıkamak; (i.) başı ovalayıp yıkama, şampuanlama; şampuan.

shamrock

(i.) yonca (İrlanda'nın ulusal sembolü).

shamus

(i.), ABD, argo polis; özel delektif.

shan't

(kıs.) shall not.

shandygaff

(i.) içine zencefilli gazoz karıştırılmış hafif bira.

shangrila

(i.) hayaller üIkesi.

shank

(i.) baldır, incik; (den.) demirin gövdesi; bir aletin orta yeri; düğme altındaki madeni halka; çiçek sapı. go shanks' mare yürüyerek gitmek.

shantung

(i.) şantug.

shanty

(i.) kulübe.

shantyman

(i.) kulübede yaşayan kimse; keresteci.

shantytown

(i.) gecekondu bölgesi.

shanyhai

(i.), (f.) Sanghay; (f.), (kh) bir kimseyi sersemletip veya sarhoş edip kaçırarak gemide çalışmaya zorlamak; hile veya zorla çalıştırmak.

shape

(i.), (f.) biçim, şekil, suret; hal, durum; heyet, endam; hayal, tayf, hayalet; kalıp; (f.) biçimlendirmek, şekillendirmek; ayarlamak, düzenlemek, tanzim etmek, tertip etmek; yaratmak, vücuda getirmek; yön vermek. shape up (k.dili) iyi gitmek, yolunda gitmek; şekle girmek. take shape şekil almak.

shaped

(s.) şekilli, biçimli; endamlı.

shapeless

(s.) şekilsiz, biçimsiz. shapelessly (z.) şekilsizce. shapelessness (i.) şekilsizlik.

shapely

(s.) yakışıklı, biçimli, endamlı.

shapeup

(i.) çalışacak işçileri seçme.

shard , sherd

(i.) kırık çömlek parçası; böcek kanadı zarfı.

share

(i.) saban demiri.

share

(i.), (f.) pay, hisse, parça; hisse senedi; (f.) taksim etmek, hisselere ayırmak; bölüşmek, paylaşmak; iştirak etmek; hissesi olmak; hisse veya payına düşeni almak. share and share alike eşit paylarla. go shares paylaşmak. preferred shares imtiyazlı hisseler.

sharecropper

(i.) toprak kirasını ürünle ödeyen çiftçi, ortakçı.

shareholder

(i.) hissedar.

shark

(i.), (f.) köpekbalığı, (zool.) Mustelus vulgaris; camgöz, (zool.) Galeus canis; dolandırıcı; argo usta kimse; (f.) dolandırıcılıkla geçinmek. angel shark kelerbalığı, (zool.) Squatina squatina. blue shark pamukbalığı, (zool.), Carcharias glaucus. great white shark canavar balığı, (zool.) Carcharodon carcharias. thresher shark sapanbalığı, (zool.) Alopias vulpinus.

sharkskin

(i.) köpekbalığı derisi; düz ve parlak yüzlü bir cins rayon kumaş.

sharp

(f.), (müz.) notayı tizleştirmek, tiz sesle söylemek.

sharp

(s.), (i.), (z.) keskin, sivri; zeki, açıkgöz; istekli; çok dikkatli; pürüzsüz, temiz; acı; ekşi; sert, haşin, hiddetli, şiddetli; (müz.) diyez, çok tiz (ses); cimri, hesabi; dokunaklı, etkili, tesirli; ABD, argo kıyak, mükemmel; (i.) diyez nota, diyez işareti; uzun dikiş iğnesi; (k.dili) dolandırıcı; (z.) şiddetle, keskin olarak; dakik olarak, zamanında. sharp practice dalavereli iş. at four o'clock sharp saat tam dörtte. Iook shurp dikkat etmek, gözünü dört açmak. sharp'ly (z.) şiddetle, sertçe; keskince. sharp' ness (i.) keskinlik; sertlik; zeki oluş.

sharpedged

(s.) keskin ağızlı, keskin.

sharpen

(f.) bilemek, keskinletmek, açmak, sivriltmek, inceltmek; sertleştirmek; ekşileştirmek; acılaştırmak; şiddetlendirmek, kuvvetlendirmek. sharpener (i.) bileyici; kalemtıraş.

sharper

(i.) dolandırıcı, dalavereci.

sharpeyed

(s.) keskin görüşlü; tetik.

sharpie

(i.) şarpi, sivri burunlu dibi düz yelkenli.

sharppointed

(s.) sivri uçlu.

sharpset

(s.) çapraz; sert; çok aç.

sharpshooter

(i.) keskin nişancı.

sharpsighted

(s.) keskin görüşlü.

sharptongued

(s.) iğneleyici.

sharpwitted

(s.) zeki, şeytan gibi.

shatter

(f.) kırmak, paramparça etmek, darmadağın etmek, tahrip etmek; dengesini kaybettirmek; parçalanmak, kırılmak, darma dağın olmak; bozmak.

shatterproofglass

dağılmaz cam.

shave

(f.) (shaved, shaven) (i.) tıraş etmek, kazımak; sıyırıp geçmek, sürtünür gibi geçmek; rendelemek; tıraş olmak; (i.) tıraş; ince dilim; rende, rende gibi alet. a close shave kıl payı kurtuluş; sinekkaydı tıraş.

shaver

(i.) tıraş eden kimse; (k.dili) genç erkek çocuk.

shavetail

(i.), ABD, argo yeni subay olmuş kimse; acemi kimse; azgın katır.

shavings

(i.), (çoğ.) talaş.

shaw

(i.), (İng.) çalılık; (çoğ.) pancar gibi sebzenin yaprakları.

shawl

(i.) şal, omuz atkısı.

shawm

(i.) eski bir nefesli çalgı.

shay

(i.), (leh.) hafif gezinti arabası, brıçka.

she

(zam.), (i.), (s.), dişil o; (i.) kadın, dişi; (s.) dişi. she bear dişi ayı.

she'd

(kıs.) she had, she would.

she'll

(kıs.) she will.

she's

(kıs.) she is, she has.

shea

(i.) Batı Afrika'da yetişen ve tohumundan yağ çıkarılan bir ağaç. shea butter bu ağacın tohumundan çıkarılan yağ.

sheaf

(i.) (çoğ. sheaves) (f.) bağlam, demet, deste; (f.) demetlemek.

shear

(f.) (sheared veya shorn) (i.) makasla kesmek; kırpmak, kırkmak; biçmek; kesip koparmak; mahrum etmek; (i.) makaslama, biçme. shear stress makaslama gerilmesi.

shearling

(i.) ikinci kez kırkılan yapağı; yapağısı ilk kez kırkılan koyun.

shears

(i.), (çoğ.) makas; makarayı tutan vincin iki kolu.

shearwater

(i.) yelkovan, (zool.) Puffinus puffinus.

sheatfish

(i.) atbalığı, (zool.) Siluris glanis.

sheath

(i.) kılıf, kın; (biyol.) mahfaza, zarf; düz ve dar elbise. sheath knife kınlı büyük bıçak, kama.

sheathe

(f.) kınına veya kılıfına koymak, kın tedarik etmek; içine doğru çekmek; bakır levha ile kaplamak (gemi teknesi). sheathe the sword kılıcı kınına sokmak, barış yapmak.

sheathing

(i.) kılıfına sokma; kılıf; kaplama; kaplamalık malzeme.

sheave

(i.), (mak.) makara dili, makara içinde kenarı oluklu çark; disk.

sheave

(f.) demetlemek.

sheaves

(bak.) sheaf.

shebang

(i.), ABD, argo şey, mesele. the whole shebang hepsi, tümü, bütünü.

shebeen

(i.), (İrl.) izinsiz içki satan yer.

shed

(f.) (shed, shedding) dökmek, akıtmak, saçmak, dağıtmak; içine geçirmemek (su); atlatmak. shed blood kan dökmek. shed tears ağlamak, gözyaşı dökmek.

shed

(i.) sundurma; baraka; hangar; argaç aralığı; döküntü.

shedder

(i.) döken kimse veya hayvan.

shedevil

(i.) şirret kadın; dişi şeytan.

sheen

(i.), (s.), (f.) pırıltı, parlaklık, revnak; parlak giysi; (s.) parlayan; (f.) parlamak. sheen'y (s.) parlak.

sheep

(i.), tek veya (çoğ.) koyun; bön kimse; koyun derisi. sheep dog çoban köpeği. sheep's eyes ürkek fakat arzulu bakış. sheep ranch, sheep run Avustralya, sheepwalk (i.), (İng.) koyun çiftliği.

sheepherder

(i.) koyun çobanı.

sheepish

(s.) koyun gibi; utangaç, sıkılgan, mahcup; şaşkın, sersem. sheepishly (z.) utanarak, mahcubane. sheepishness (i.) mahcubiyet, sıkılganlık.

sheepshank

(i.) margarita bağı.

sheepshead

(i.) dişleri koyun dişine benzer birkaç deniz balığından biri.

sheepshearing

(i.) kırkım. sheepshearer (i.) koyun kırkıcısı.

sheepskin

(i.) pösteki, koyun postu; üniversite diploması.

sheer

(f.), (i.), (den.) rotayı şaşırmak, sapmak, yolundan ayrılmak; (i.), (den.) borda veya güverte kavsi, tek demirde geminin yatma vaziyeti; yoldan sapma. sheer off (den.) sapmak, yön değiştirmek, alargaya çıkmak.

sheer

(s.), (z.) çok ince ve şeffaf (kumaş); halis, saf, sırf; dimdik; (z.) tamamıyle, büsbütün; dimdik olarak. sheer determination sırf irade. sheer drop diklemesine inen yamaç. sheer folly tam delilik. sheer nonsense bütün bütün saçma.

sheet

(i.), (f.) çarşaf; levha; tabaka, yaprak; gazete; (den.) iskota halatı, yelken iskotası; (den.), (çoğ.) sandalın iki ucundaki boş kısımlar; (f.), (den.) yelkenin iskotasını çekmek veya takmak. sheet anchor (den.) ocaklık demiri; büyük kurtuluş ümidi. sheet iron saç. sheet lightning her tarafa ışık saçan ve gürültüsü duyulmayan şimşek. sheet music ciltlenmemiş notalar. three sheets in the wind argo kör kütük sarhoş, fitil gibi.

sheeting

(i.) çarşaflık bez.

sheikh

(i.) şeyh, kabile reisi. sheikdom (i.) şeyhlik.

shekel

(i.) miskal, ibranilerde bir ağırlık birimi; altın veya gümüş sikke; (çoğ.), argo para, servet.

shekinah

(i.) Allahın tecellisi.

sheldrake

(i.) hanımördeği, suna, kuşaklı ördek, (zool.) Tadorna tadorna; testeregagalı ördek, (zool.) Mergus merganser.

shelf

(i.) (çoğ. shelves) raf; (coğr.) şelf; denizde sığlık; (mad.) kaya tabakası. on the shelf yedeğe çekilmiş, rafa kaldırılmış. shelf'y (s.) raflarla dolu; sığlık.

shell

(i.) kabuk; baga; istiridye kabuğu; bina iskeleti; ince uzun yarış sandall, kik; mermi kovanı; açık bej rengi. shell game aldatıcı üç kabuk oyunu; üçkâğıtçılık. shell hole merminin patlama sonucu toprakta açtığı çukur. shell ice altından su çekilmiş olan buz tabakası. shell shock (tıb.) savaştan ileri gelen ruhsal çöküntü. sea shell deniz kabuğu. She retired into her shell. Kabuğuna çekildi.

shell

(f.) kabuğunu soymak, kabuğunu çıkarmak, koçanından ayıklamak (mısır tanelerini), buğdayı başağından ayırmak; bombardıman etmek, gülle yağdırmak. shell out argo (para) vermek.

shellac

(i.), (f.) gomalaka; (f.) gomalaka ile cilâlamak veya kaplamak; argo dövmek, yenmek.

shellacking

(i.), ABD, argo gailibiyet, üstün gelme, hakkından gelme.

shellbark

(i.) kabuğu çok sert bir cins ceviz ağacı.

shellfire

(i.) mermi ateşi.

shellfish

(i.) kabuklu hayvan; kabuklular, (zool.) Mollusca.

shellproof

(s.) kurşun işlemez.

shelter

(i.), (f.) sığınak, barınak, korunak, melce; sığınma, emniyette bulunma; muhafazalı yer, siper; muhafaza, koruma, korunma; koruyan kimse; (f.) korumak; sığınmak. shelterless (s.) açık, korunmasız, barınılmaz, muhafazasız.

shelty, sheltie

(i.), (İskoç.), (bak.) Shetland pony.

shelve

(f.) meyletmek, şevli olmak.

shelve

(f.) içine raflar yapmak; rafa koymak; tehir etmek, bir kenara atmak, rafa kaldırmak; emekliye ayırmak.

shelving

(i.) raflar; rafa kaldırıp unutma; tehir etme; raf malzemesi.

shenanigans

(i.), (k.dili) kurnazlık, açıkgözlük; (k.dili) maskaralık, saçmalık.

sheol

(i.) ölüler diyarı; cehennem.

shepherd

(i.), (f.) çoban; önder, kılavuz; (f.) çobanlık etmek, sürüyü gütmek. shep herd dog çoban köpeği. shepherdess (i.) kadın çoban.

shepherd'spurse

(i.) çoban çantası, (bot.) Capsella bursapastoris.

shepherdsneedle

(i.) çoban tarağı, (bot.) Scandix pectenveneris.

sheraton

(s.) on sekizinci yüzyılda Thomas Sheraton tarafından icat edilen zarif ve hafif mobilya stili ile ilgili.

sherbet

(i.), (İng.) şerbet; ABD meyvalı dondurma.

sherd

(bak.) shard.

sherif

(i.) şerif.

sheriff

(i.) kasabada polis şefi.

sherlock

(i.), argo detektif.

sherry

(i.) beyaz İspanyol şarabı.

shetland islands

Şetland adaları. Shetland pony midilli. Shetland wool Şetland yünü.

shew

(İng.), (bak.) show.

shewbread

(i.) mayasız ekmek, hamursuz.

shewolf

(i.) dişi kurt.

shiah

(bak.) Shiite.

shibboleth

(i.) parola; belirli bir zümrenin benimsediği âdet; ağız, argo.

shied

(bak.) shy.

shield

(i.), (f.) kalkan, siper; koruyucu şey; hami: himaye, savunma, mudafaa; (ask.) top kalkanı; maden ocaklarında toprağın düşmesini engelleyici duvar; hane kalkan; (f.) korumak, muhafaza etmek; siper olmak, örtmek.

shielding

(i.) koruyucu kılıf.

shift

(i.) değişme; değişilen şey; tedbir, son çare; hile; çuval elbise; vardiya, nöbet; (oto.) şanjman.

shift

(f.) yer değiştirmek; değiştirmek, değişmek; vites değiştirmek; uydurmak, idare etmek, shift for oneself kendini geçindirmek. shift the helm dümen kırmak, dümeni karşı tarafa basmak.

shiftless

(s.) uyuşuk, miskin, sümsük, sünepe, uyuntu.

shifty

(s.) hilekâr, aldatıcı. shiftily (z.) hilekarlıkla. shiftiness (i.) hilekarlık, aldatmaca.

shiite , shiah

(i.) Şii. Şhiism (i.) Şiilik.

shikar

(i.), (f.) avlanma, av, şikâr; (f.) avlamak. shika'ri, shika'ree (i.) avcı.

shill

(i.), argo sokak satıcısının veya kumarbazın müşteri çekmek için yanında bulundurduğu işlerini kızıştıran kimse, yem.

shillalah, shillelagh

(i.), (İrl.) sopa, değnek.

shilling

(i.) şilin, eski İngiliz gümüş parası.

shillyshally

(i.), (f.), (s.), (z.) tereddüt, ne yapacağını bilmeyiş; boş şeylerle uğraşma; (f.) tereddüt etmek, ne yapacağını bilmemek; boş şeylerle uğraşmak; (s.) mutereddit, kararsız; (z.) kararsızca.

shily

(bak.) shy, shyly.

shim

(i.), (f.) (med, ming) boş yerleri doldurmak için konulan parça, dolgu, takoz, kıskı; (f.) parça koyarak doldurmak veya sıkıştırmak.

shimmer

(f.), (i.) donuk bir halde titremek (ışık); (i.) titrek ışık. shimmery (s.) titrek.

shimmy

(i.), (f.) (k.dili) kombinezon; titreyerek yapılan bir dans: fazla titreme; (f.) çok titremek (otomobil tekerleği).

shin

(i.), (f.) (ned ning) baldırın on kısmı, incik; (f.), (gen.) up ile kol ve bacaklarla tırmanmak.

shinbone

(i.) incik kemiği, (anat.) tibia.

shindig

(i.) ABD, argo danslı eğlenti.

shindy

(i.), argo kavga, gürültü, arbede; argo danslı eğlenti.

shine

(f.) (shone, eski shined) (i.) parlamak, ışık saçmak, parlak olmak; üstün olmak, mümtaz olmak, seçkin bir şahsiyet olmak; çevresine renk katmak; parlatmak, cilâlamak; (i.) parlaklık, renk, canlılık, revnak; cilâ; (colloq.) ısınma; ABD, (k.dili) oyun, düzen, hile. shine up cilâlamak. shine up to (k.dili) memnun etmeye çalışmak, gözüne girmeye çalışmak. slang yağ çekmek. put a good shine on iyice cilalamak veya parlatmak. rain or shine hava iyi de kötü de olsa. take a shine to one ABD, (k.dili) bir kimseden çok hoşlanmak, kanı kaynamak, ısınmak.

shiner

(i.) parlayan veya parlatan şey; çil para; argo morarmış göz; parlak ufak balık.

shingle

(i.) iri ve yuvarlak çakıl; çakıllı sahil. shingly (s.) çakıllı.

shingle

(i.), (f.) çatı kaplamaya mahsus ince tahta, tahta kiremit, tahta pul, padavra; (k.dili) avukat veya doktor tabelası; alagarson saç; (f.) ince tahtalarla kaplamak (çatı); (saçı) kısa kesmek. hang out one's shingle (k.dili) yazıhane açmak (avukat); muayenehane açmak.

shingles

(i.), (çoğ.), (tıb.) zona, belin etrafını kabarcıklarla kuşatan bir sinir hastalığı.

shining

(s.) parlak, ışıltılı, parıltılı; fevkalade, üstün. shiningly (z.) ışıldayarak, parıldayarak.

shinny

(f.), ABD, (k.dili) tırmanmak.

shinny

(i.) bir çeşit hokey.

shinplaster

(i.), ABD marka, pul; plaster, bant.

shinto

(i.) Şinto dini, Japonların ulusal dini. Shintoism (i.) Şinto dini, Shintoist (i.) Şinto dinine inanan kimse.

shiny

(s.) parlak; açık, berrak.

ship

(i.), (f.) (ped, ping) gemi, vapur; (den.) üç direkli ve her direkte seren ile yan yelkenleri olan gemi; uçak; (f.) gemiye yüklemek; göndermek, nakletmek; gemi hizmetine almak; kürek veya dümeni yerine takmak; gemi hizmetine yazılmak; gemiye binmek. ship a sea dalga yemek (gemi). ship broker gemi simsarı; deniz sigortası acentesi. ship chandler gemi levazımı satan kimse. ship's papers gemi vesikaları. on board ship gemide. take ship gemiye binmek.

ship

sonek lik: friendship.

shipboard

(i.), (den.) gemi bordası. on shipboard gemide.

shipboy

(i.) gemici çocuk, miço.

shipbuilding

(i.) gemi yapımı, gemi inşaatı.

shipload

(i.) gemi yükü.

shipmaster

(i.) süvari, kaptan.

shipmate

(i.) gemi arkadaşı.

shipment

(i.) gemiye yükleme, tahmil; yük.

shipowner

(i.) gemi sahibi.

shipper

(i.) nakliyeci.

shipping

(i.) gemiler; bir memlekete veya limana ait bütün gemiler; tonaj; gemi ile taşıma, nakletme. shipping bill manifesto. shipping company nakliye şirketi. shipping room işyerinde paketleme ve sevkıyat dairesi.

shipshape

(s.), (z.) gemiye yakışır surette düzenlenmiş; tertipli, düzenli; (z.) muntazaman.

shipwreck

(i)., f deniz kazası, geminin kazaya uğraması; gemi enkazı; harap olma perişanlık; (f). gemiyi parçalamak; kazaya uğramak, kaza geçirmek; harap etmek, mahvetmek, bitirmek.

shipwright

(i). tersane işçisi.

shipyard

(i). tersane, dok.

shire

(i). ingilterede eyalet, sancak, liva, kontluk.

shirk

(f)., (i). hile ile işin içinden sıyrılmak, atlatmak, görevden kaçınmak; (i). atlatan kimse, vazifesini yapmayan kimse.

shirr

(i)., (f). büzme, büzgü; lastikli şerit; (f). büzmek; (ahçı). ufalanmış ekmek ile yağda pişirmek.

shirt

(i). gömlek. shirt front gömleğin önü. shirt sleeve gömlek kolu. dress shirt smokin gömleği. in his shirt sleeves ceketsiz. keep one's shirt on argo sinirlerine hâkim olmak, soğukkanlılığını muhafaza etmek. Iose one's shirt argo meteliksiz kalmak. shirting (i). gömleklik bez veya kumaş.

shirttail

(i). gömlek eteği. shirttail relative dış kapının mandalı.

shirtwaist

(i). kollu kadın bluzu, şömizye bluz.

shishkebab

şiş kebap.

shit

(i)., ünlem, kaba bok; ünlem Hay Allah ! Kahrolası!

shiv

(i)., argo sustalı.

shivaree

(i)., (A.B.D). teneke gürültüleriyle yapılan alaylı serenat.

shive

(i). kıymık.

shive

(i)., (ing). tapa; dilim.

shiver

(i)., (f)., (gen). (çoğ). pare, parça, kıymık; (f). parçalanmak, paramparça olmak.

shiver

(f)., (i). titremek; (i). titreme. It gives me the shivers. Tüylerimi ürpertiyor. shivery (s). titrek; tüyler ürpertici.

shoal

(s)., (i)., (f). sığ, kumsal; (i). sığlık yer; resif; (f). sığlaşmak; sığlaştırmak. shoal'iness (i). sığlık. shoal'y (s). sığlık.

shoal

(i)., (f). büyük balık sürüsü; büyük kalabalık; (f). sürüler teşkil etmek (balık).

shoat shote

(i). domuz yavrusu.

shock

(i). taranmamış kabarık saç, kıtık gibi saç. shock'headed (s). sık ve kabarık saçlı, saçları fırça gibi.

shock

(f)., (i). sarsmak; şiddetle çarpmak; nefret veya korku vermek; iğrendirmek, müteessir etmek; elektrik akımına çaptırmak;(i). sadme, darbe, vuruş; sarsma, sarsıntı; (tıb). şok; inme; elektrik çarpması; şiddetli etki. shock absorber (mak). (oto). amortisör, tampon. shock therapy (tıb). şok tedavisi. shock troops hücum taburu. shock wave (fiz). vuruş dalgası. be shocked şaşakalmak, donakalmak; utanmak; aşırı derecede üzulmek, çok acımak.

shock

(i)., (f). başak demetleri kümesi dokurcun; (f). başak demetlerini küme haline getirmek.

shocker

(i). sarsan şey; (ing)., (k).dili heyecanlı roman.

shocking

(s). şaşırtıcı, şok tesiri yapan, tiksindirici; (k).dili çok kötü. shockingly (z). şok tesiri yaparak, şaşkına çevirerek.

shod

(bak). shoe.

shoddy

(i)., (s). kumaş tiftiği, paçavralardan yapılmıs yün; kibarlık taslayan kimse; görünüşte iyi olan kalitesiz şey, taklit; bayağılık, pespayelik; çerçöp, artık, süprüntü; (s). eski yünden yapılmış; taklit, adi, bayağı.

shoe

(i)., (f). (shod, shoeing) ayakkabı, kundura, pabuç; nal; lenger pabucu; tekerlek pabucu; otomobilin dış lastiği; frenin tekerleğe bastığı yer; (f). ayakkabı giydirmek; nallamak, nal çakmak; altına pabuç gibi şey koymak. shoe button ayakkabı düğmesi shoe leather kunduralık kösele. be in another's shoes başkasının yerinde olmak. where the shoe pinches insanın dertli olduğu husus, hassas nokta; asıl dert. shoe'less (s). yalınayak.

shoeblack

(i). kundura boyacısı.

shoehorn

(i). çekecek, kerata.

shoelace

(i). ayakkabı bağı.

shoemaker

(i). kunduracı.

shoestring

(I). ayakkabı bağı. on a shoestring az parayla.

shoetree

(i). ayakkabı kalıbı.

shogun

(i). 1868'den evvel Japonya'da başkumandan. shogunate (i). başkumandanlık.

shone

(bak). shine.

shoo

ünlem, (f). Haydi! Defol! Kışt! Hoşt!; (f). kovmak. shooin (i)., (A.B.D)., (k).dili kolay kazanılan seçim veya yarış; kazanacağı önceden belli olan kimse.

shoofly

(i)., (A.B.D). ayak sürterek yapılan dans; bir çeşit tart.

shook

(i)., (f). fıçı veya sandık yapmak için hazırlanmış malzeme; başak demetleri kümesi; (f). fıçılık tahtaları demet haline getirmek.

shook

(bak). shake.

shoot

(f). (shot shooting) (i). atmak, fırlatmak; ateş etmek; (gen). out ile (filiz) sürmek; silâhla öldürmek veya yaralamak, vurmak; (sekstantla) ölçmek; akıntı ile geçmek; üzerinden hızla geçmek; fotoğraf çekmek; içine başka renk karıştırmak; tüfek kullanmak; çıkmak, fışkırmak; fırlamak, atılmak; zonklamak; (i). atış; av partisi; filiz, sürgün; geyik boynuzunun filizi; futbolda şut. shoot at nişan alıp ateş etmek; (k).dili çabalamak. shoot down silâhla vurup düşürmek. shoot off atmak, silâh atmak. shoot off one's mouth argo ağzına geleni söylemek. shoot one's bolt (k).dili elinden geleni yapmak. shoot over her yeri dolaşıp avlamak. shoot straight tam isabet kaydetmek; (k).dili dürüst davranmak. shoot the works (k).dili bütün sermayeyi yatırmak, bütün gücünü harcamak. shoot to pieces dağıtmak, mahvetmek. shoot up hızla büyümek; yukarıya fırlamak; ateş altına almak; (A.B.D). (kovboy filmlerinde) rasgele ateş etmek.

shoot.ing box

avcı kulübesi.

shooter

(i). vurucu, nişancı, atıcı.

shop

(i)., (f). (ped ping) dükkân, mağaza; atelye; fabrika, imalâthane, iş; (f). çarşıya gitmek, alışverişe çıkmak; for ile aramak; (ing)., argo suç ortaklarını ele vermek. shop around alışveriş için fikir edinmek. shop steward işçi temsilcisi. shop talk iş konuşması. set up shop dükkân açmak, yeni bir iş kurmak. talk shop iş konusunda konuşmak.

shopboard

(i). iş tezgâhı.

shopgirl

(i). tezgâhtar kız.

shopkeeper

(i). dükkâncı.

shoplifter

(i). dükkân hırsızı.

shopman

(i)., tezgâhtar; dükkâncı.

shoppe

(i). dükkân.

shopping

(i). çarşıya çıkma, alışveriş etme. shopping center alışveriş merkezi, büyük çarşı. shopping district çarşı. shopping list alışveriş listesi.

shopwalker

(i)., (ing). mağazalarda çalışanlara ve alıcılara yardım eden görevli.

shopworn

(s). satılmadan eskiyen (mal).

shoran

(i). uçak ve gemilerde kullanılan bir nevi radar.

shore

(i). sahil, kıyı. shore dinner deniz mahsullerinden ibaret yemek. in shore kıyıya yakın. off shore kıyıdan biraz uzak, açıkta. on shore karada. shoreless (s). sahili olmayan, kıyısız; hudutsuz.

shore

(i)., (f). dayanak, destek, payanda; (f)., up ile payanda ile desteklemek. shoring (i). destekleme; payandalar.

shoreline

(i). sahil hattı.

shorn

(bak). shear.

short

(s)., (z)., (i). kısa; kısa boylu; bodur; ters ve kısa (cevap); eksik, nakıs, dar, ihtiyacı karşılamayan; satılırken elde bulunmayan (mal); gevrek, çabuk kırılan; çok yağIı; (z). birdenbire; elde bulunmayan malı satmak üzere; tersçe; eksik; (i). kısa şey; eksiklik; uzun sözun kısası; (elek). kontak; kısa reklam ve miki filmi; (çoğ). kırıntı, düşük kaliteli mal; (çoğ). kısa pantolon, şort; (dilb). kısa hece. short and sweet kısa ve yerinde. short circuit (elek). kısa devre; (tıb). bağırsağın bir parçasını keserek kısaltma ameliyatı. short commons gıda eksikliği. short cut kestirme yol. short of -dan başka. short order çabuk ve kolay hazırlanabilen yemek. short sale (tic). açıktan satış. short story kısa hikaye. short wave kısa dalga. at short notice hazırlanmak için az zaman bırakan (emir). be short of eksik olmak, yetersiz olmak, yetmemek az kalmak. come short eksik gelmek, yetişmemek; erişememek. cut short birden kesmek, kısa kesmek (söz veya yazı). fall short erişememek, ulaşamamak, yetmemek. for short kısaca. in short kısaca; muhtasar olarak; kısacası, velhasıl. in short order hemen, derhal. make short work of hakkından gelmek. run short malzemesi tükenmek; kâfi gelmemek, kıtlaşmak. the long and the short of it uzun sözün kısası, hulâsa. shortly (z). yakında; kısaca; kabaca; terslikle. shortness (i). kısalık; noksanlık, yetmeyiş.

shortage

(i). eksiklik, açık.

shortbread

(i). şekerli galeta.

shortbreathed

(s). nefes darlığı olan, tıknefes.

shortcake

(i). üstüne ezilmiş meyva konulan gevrek kek.

shortchange

(f)., (k).dili eksik para vermek.

shortcircuit

(f). kısa devre yapmak.

shortcoming

(i). kusur, ihmal.

shortcut

(f). kestirmeden gitmek.

shorten

(f). kısaltmak, kısalmak; yağ katarak gevrekleştirmek.

shortening

(i). yağ; kısaltma, kısalma, ihtisar.

shorthand

(i). stenografi, steno.

shorthanded

(s). yardımcısı az.

shorthorn

(i). kısa boynuzlu iri bir cins sığır.

shortlived

(s). kısa ömürlü ömürsüz; az zaman süren. _

shortsighted

(s). miyop; ileriyi göremeyen, basiretsiz.

shortspoken

(s). sert, nezaketsiz.

shortstop

(i)., beysbol ikinci ile üçüncü minder arasında oynayan oyuncu.

shorttempered

(s). çabuk kızan, öfkeli.

shortterm

(s). kısa vadeli.

shortwinded

(s). nefes darlığı olan, tıknefes.

shot

(i)., (f). (ted, ting) içinde patlayıcı madde olmayan top güllesi; tüfek saçması; atış; kurşun menzili; erim, atım; nişancı; top veya tüfek atma; spor gülle; spor bilyeye vuruş; (k).dili teşebbüs; tahmin; şans; (tıb). şırınga, iğne, aşı; miktar; (k).dili bir kadeh içki: filimde tek hareket; fotoğraf; (f). gülle veya saçma ile doldurmak. shot metal saçma imalinde kullanılan madde. shot tower saçma imal olunan kule. a long shot güç bir işe teşebbüs etme. a shot in the arm heveslendirme, canlandırma. a shot in the locker yedek. big shot (k).dili önemli kimse. Iike a shot ok gibi, birdenbire, hızla. not by a long shot hiç, katiyen. parting shot ayrılırken söylenen çileden çıkartıcı söz. take a shot in the dark kafadan atmak.

shot

(s). yanardöner, şanjan (kumaş); argo kafası dumanlı; (k).dili mahvolmuş; kullanılmaz hale gelmiş. shot to pieces tamamen bozulmuş, darmadağın olmuş.

shotgun

(i)., (s). av tüfeği, av çiftesi; (s). zorla yapılan; gelişigüzel.

shotput

(i)., spor gülle atışı.

shotten

(s). yumurtlamış (ringa balığı).

should

(f)., (bak). shall; a) gereklilik. You should visit your sick friend. Hasta arkadaşını ziyaret etmen gerekir b) şarta baglılık: If he should come.. Eğer gelirse c) şaşkınlık. : Who should drop in but.. Kim geldi bil bakalım...başka kim olabilir? d) ümit: I should be back by noon. Öğlene kadar dönebileceğimi ümit ederim e) ABD, (k).dili, istihza: (olumlu cümle içinde olumsuz anlam belirtir) He got a heavy fine, but with his money he should worry. Ağır para cezasına çarptırıldı, ama ona vız gelir.

shoulder

(i)., (f ).omuz; destek olan şey; omuza benzer çıkıntı; kürek eti; dağ yamacı; sırt; (ask). tabya siperinin koltuğu; banket; (f). omuzlamak, omuz vurmak; sırtına almak; sorumluluğu yüklenmek. Shoulder arms ! Silâh omuza ! shoulder belt omuz kayışı, hamail, shoulder blade kürek kemiği. shoulder strap apolet, omuz nişanı. shoulder to shoulder omuz omuza, birlikte, elbirliğiyle.broad shoulders geniş omuzlar; sorumluluğu yüklenme hassası. cry on one's shoulder merhamet dilenmek, sığınmak. put one's shoulder to the wheel büyük gayret sarfetmek, gayret sarfederek yardım etmek. soft shoulders düşük banket. square shoulders kalkık

shouldn't

(kıs). should not.

shouldst

eski, (bak). should.

shout

(f)., (i). bağırmak, çağırmak; haykırmak, yaygara koparmak; (i). bağırma, feryat, çığlık, velvele. shout at bir kimsenin yüzüne karşı bağırmak; bağırarak konuşmak. shout down bağırarak bir kimsenin sesini bastırmak. shout out yüksek sesle bağırmak.

shove

(f)., (i). itmek, dürtmek, sürmek;(i). itiş, dürtüş. shove off gemiden veya kıyıdan itilerek açılmak; (k).dili gitmek.

shovel

(i)., (f). (ed, ing veya led, ling) kürek; kürek dolusu; (f). kürekle atmak; kürekle boşaltıp temizlemek; kürekle atar gibi atmak. shovel in food atıştırmak, (k).dili hapır hupur yemek, silip süpürmek. shovelnosed (s). kürek burunlu (balık). shovelful (i). kürek dolusu.

show

eski veya (Ing). shew (şo) (f). (i). göstermek, arzetmek, göz önüne koymak; ihsan etmek; izhar etmek, meydana çıkarmak; içeriye götürmek; anlatmak, ispat etmek; söylemek; öğretmek; görünmek, gözükmek, kendini göstermek; yarışmaya katılmak; yarışta üçüncü gelmek; (i). gösteriş, görünüş, temaşa; temsil, sergi; gösteri, numayiş; taklit; saltanat, debdebe, azamet; yarışta üçüncü yer; belirti; (k).dili fırsat, şans. show bill büyük harflerle yazılmış duvar afişi. show biz ABD, argo tiyatroculuk. show forth açıklamak, izah etmek, beyan etmek. show of hands onaylayan ellerin havaya kalkması. show off gösteriş yapmak; göstermek. show one's hand kozunu meydana koymak; iskambil elini açmak. show one the door bir kimseye kapıyı göstermek, kapı dışarı etmek, kovmak. show room sergi salonu. show the teeth dişlerini göstermek; şiddetle karşı koymak. show up beklenilen yere gelmek, gözükmek, meydana çıkmak. show window vitrin, dükkân camekânı. for show gösteriş olsun diye.

showboat

(i). içinde temsil verilen vapur.

showcase

(i). vitrin, dükkân camekânı.

showdown

(i). iskambilde eldeki bütün kâğıtları açma; kati bir sonuca varan planların açığa çıkarılması.

shower

(i)., (f). sağanak, sağanağa benzer herhangi bir şey; duş; bol verilen şey; (A.B.D). geline veya bebeğe hediyelerin verildiği parti; (f). yağdırmak, sağanak halinde yağdırmak veya yağmak. shower bath duş. heavy shower sağanak. Iight (slight) shower hafif yağmur. take a shower duş almak. showery (s). yağmurlu.

showing

(i). gösteriş, göz önüne serme.

showman

(i). seyircinin ilgisini çekmek için sahnede gösteri yapan kimse; eğlence yeri sahibi veya müdürü.

showmanship

(i). teşhir sanatı.

shown

(bak). show.

showoff

(i)., (k).dili gösteriş yapma; gösteriş yapan kimse.

showpiece

(i). göstermeye değer bir şey.

showy

(s). gösterişli. showily (z). gösteriş olsun diye. showiness (i). gösterişlilik.

shrank

(bak). shrink.

shrapnel

(i)., (ask). şarapnel.

shred

(i)., (f). (ded, ding) ince şeritler halinde kesilmiş veya yırtılmış parça; parça; (f). parçalamak, ufak parçalara ayırmak, kıymak.

shrew

(i). soreks, (zool). Soricidae; şirret kadın, ters huylu kadın. shrewmouse (i). (çoğ. mice) soreks water shrew su soreksi, (zool). Neomys fodiens.

shrewd

(s). akıllı, anlayışlı, dirayetli; kurnaz, açıkgöz; zeki, keskin. shrewdly (z). kurnazca. shrewdness (i). kurnazlık, açık gözlük.

shrewish

(s). ters huylu, aksi, her zaman kusur bulan. shrewishly (z). terslikle, aksilik ederek. shrewishness (i). terslik, aksi huylu oluş.

shriek

(f). (i). çığlık atmak, haykırmak, feryat etmek; (i). feryat, çığlık, haykırma.

shrievalty

(i). zabıta şefinin görevi veya hizmet süresi, (bak). sheriff.

shrift

(i). papaza günahını çıkarttırma; günahların itirafı ve affı. short shrift itiraf veya tövbe için bir kimseye tanınan çok kısa süreli fırsat.

shrike

(i). örümcekkuşu, (zool). Lanius masked shrike maskeli örümcekkuşu, (zool). Lanius nubicus redbacked shrike kırmızı sırtlı örümcekkuşu, (zool). Lanius collurio. woodchat shrike kızıl başlı örümcekkuşu, (zool). Lanius senatör.

shrill

(s)., (f). pek ince ve tiz (ses), tiz sesli; keskin, acı; (f). acı ve tiz sesle bağırmak. shrilly (z). keskin bir sesle, acı bir sesle. shrillness (i). acı ve tiz sesli oluş.

shrimp

(i)., (f). karides, deniz tekesi, (zool). Crago vulgaris; argo kısa boylu veya çelimsiz kimse; (f). karides tutmak.

shrine

(i)., (f). azizlerden kalma kemik gibi bakıyelerin muhafaza olunduğu ufak sandık; bir azizin kabri, türbe; tahsis ve takdis olunmuş yer; (f)., (nad). kutsal bir yere koymak, mukaddes tutmak.

shrink

(f). (f). çekmek, küçülmek; fire vermek, kuruma veya dökülme yüzünden eksilmek; çekinmek, ürkmek, itiraz etmek; çektirmek, büzmek; (i). çekilme, büzülme; çekinme, ürkme; (A.B.D)., argo psikiyatr. shrink'age (i). çekme payı; fire. shrink'ingly (z). çekinerek, korkarak.

shrive

(f). (d veya shrove, shriven) günahını çıkarmak, itirafını dinleyip affetmek; itiraf edip günahlarını affettirmek.

shrivel

(f). (ed veya led, ing veya ling) kuruyarak çekilip büzülmek ve buruşmak.

shroud

(i)., (f). kefen; örtü ; (den)., (gen). (çoğ). çarmıklar; (f). kefenlemek, kefene sarmak; örtmek, gizlemek.

shrove

(bak). shrive.

shrovetide

(i). Hıristiyanlarda büyük pehrizden evvel gelen bir iki günlük günah çıkarma devresi. Shrove Tuesday büyük pehrizin arife günü.

shrub

(i). çalı, bodur ağaç, funda.

shrub

(i). şurup, şarap; meyva likörü.

shrubbery

(i). çalılık, fundalık.

shrubby

(s). çalı gibi; çalılık. shrubbiness (i). çalı gibi olma; çalılarla kaplı olma.

shrug

(f). (ged, ging) (i). omuz silkmek; (i). omuz silkme.

shrunkshrunken

(S)., (bak). shrink.

shtick

(i)., (A.B.D)., argo uydurma, gösteriş, dalavere.

shuck

(i)., (f). zarf, kabuk, kılıf, özellikle ceviz veya mısır kabuğu; (A.B.D). istiridye veya midye kabuğu; (f). kabuklarını çıkarmak; soymak.

shucking

(i)., (A.B.D)., (k).dili kabuk soyma; mısır kabuğu soyma sırasında yapılan eğlence.

shucks

(i)., ünlem değersiz şey; ünlem Öf! Allah Allah!

shudder

(f)., (i). tüyleri ürpermek, titremek (soğuk veya korkudan); (i). korkudan tüylerin diken diken olması; titreme. I shudder to think of it Onu düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor. shudderingly z. tüyleri ürpererek: titreyerek.

shuffle

f., i. karıştırmak, değiştirmek; karmakarışık edip ortadan yok etmek; sürümek (ayak); itip ileri atılmak; iskambil kâğıtlarını karıştırmak; sözü değiştirmek; güçlükle ve acemice ilerlemek; ayakları sürüyerek yürümek; i. karıştırma, hile; ayak sürüyerek yürüme; bir ayağı sürüyerek yapılan dans figürü. shuffle off üstünden atmak (sorumluluk), aldırmamak. shuffle up alelacele toplayıp ortadan kaldırmak. double shuffle bir ayağı iki defa sürüyerek yapılan dans figürü.

shuffleboard

i. tahta diskleri itip belirli bir boşluğa düşürmek suretiyle oynanılan bir çeşit salon veya güverte oyunu.

shun

f. (-ned, -ning) sakınmak, bir kimseden kaçınmak

shunt

f., i. bir yana döndürmek, yolunu değiştirmek; yan yola geçirmek (katar veya vagon); elek. cereyanın bir kısmını diğer bir telden geçirmek; bir yana dönmek, yan yola sapmak; başından atmak; i. bir yana dönüş; d.y. yan hat, yan yol; elek. cereyanı ayıran tel, paralel devre, tali direnç. shunt circuit paralel devre.

shush

f, i. susmak; susturmak; i. sus sesi.

shut

f. (-shut, -ting) kapamak, kapatmak; yasaklamak, menetmek; yolunu kesmek; kapanmak. shut down işi tatil etmek, kapamak veya kapanmak (işyeri); bir şeyi indirerek kapamak. shut in kapamak, engel olmak, mâni olmak; basmak (karanlık). shut off akıntısını kesmek (gaz); durdurmak, kapamak; dışta bırakmak. Shut my mouth! Hayret! shut one's eyes to göz yummak, müsamaha etmek. shut one's mouth ağzını kapatmak. shut out gözükmesini engellemek; dışarıda bırakmak; oyunda rakibe hiç sayı vermemek. shut up kapamak; susturmak, ağzını kapatmak; susmak hapise atmak. Shut your face! (argo). Sus be!

shut

s., i. kapalı, kapanmış; i. kapama; kapama vakti; madenlerin kaynayıp birleştiği yer, kaynak yeri.

shutdown

i. fabrikada işi tatil etme.

shuteye

i., (argo). uyku.

shutin

s., i. eve kapanmış hasta veya yaşlı (kimse).

shutoff

i. durdurma.

shutout

i. taraflardan birinin hiç sayı kaydetmediği top oyunu; lokavt.

shutter

i., f. kepenk, pencere kanadı, pancur, pencere kafesi; foto objektif kapağı; f. kepenk takmak, pancurla örtmek.

shutterbug

i., A.B.D., (argo). fotoğraf meraklısı.

shuttle

i., f. mekik; karşılıklı yolcu veya yük taşıma servisi; f. mekik dokumak; mekik gibi işlemek shuttle race mekik yarışı. shuttlewise z. mekik gibi, öteye beriye.

shuttlecock

i. raketle havada uçurulan ucu tüylü mantardan yapılmış top; bu topla oynanan oyun.

shy

f., i., yandan fırlatmak, atmak; i. atış, fırlatış; k.dili. alay, küçümseme, istihza; deneme, tecrübe .

shy

s. korkak, ürkek, çekingen; utangaç, mahcup; of ile tedbirli, ihtiyatlı, dikkatli; az ürün veren (ağaç); k.dili., on ile eksik, noksan, az. shyly z. çekingenlikle, çekinerek. shyness i. çekingenlik; mahcubiyet.

shy

f., i. ürkmek (at), ürkerek zıplamak; i. ürkme. shy away veya shy off çekinmek, tereddüt etmek.

shylock

i. Shakespeare'in Venedik Taciri adlı piyesindeki kinci Musevi tefeci; (argo). insafsız alacaklı veya tefeci.

shyster

i., (argo). hileli iş yürüten kimse, bilhassa avukat.

si

i., müz. si notası, gamın yedinci notası (bu notaya ti de denilir).

sialogogue

i., tıb. salya akıtıcı ilâç veya madde.

siamese

s., i. (çoğ. Siamese) Siyamlı; Siyam diline ait; i. Siyam halkı veya dili. Siamese cat Siyam kedisi. Siamese twins yapışık doğan ikizler.

siberia

i. Sibirya.

sibilant

s., i. ıslıklı, ıslık gibi ses çıkaran; i. ıslığa benzer ses veren harf (s., z., ş., j. gibi). sibilation i. ıslık sesi: ıslık çalar gibi söyleme.

sibling

i. kardeş.

sibyl

i. eski zamanda kadın kâhin, falcı kadın. sibylline s. kahineye ait; kehanet veya fala ait: saklı, gizli. Sibylline Books eski Roma tarihinde meşhur olan kehanet kitapları.

sic

z. böyle (aktarılan parçadan sonra aynen alınmıştır', anlamında kullanılır). sic passim her yerde böyle. Sic semperty rannis Gaddarlara her vakit böyle yapılsın. Sic transit gloria mundi Dünya izzet ve şerefi böyle fanidir.

siccative

s, i. kurutucu; i. kurutucu madde .

sicily

i. Sicilya Sicilian s., i. Sicilyalı.

sick

s. hasta, keyifsiz; bulantılı, midesi bulanan; bezgin; hasret çeken, özleyen; of ile tiksinmiş, usanmış, bıkmış; bozuk; hastalıklı, mariz; hastaya mahsus; meşum, iğrenç. sick headache tıb. mide bulantısı ile gelen şiddetli baş ağrısı; yarım baş ağrısı. sick joke iğrenç ve ürpertici şaka. sick leave hastalık izni, tebdili hava.

sick , sic

f. saldırmak (köpek); gen. on ile saldırtmak, kışkırtmak (köpek). Sick'em ! Fırla, haydi !

sickabed

i. yatalak hasta.

sickbay

i., den. gemi reviri.

sickbed

i. hasta yatağı.

sicken

f. hastalanmak; hasta etmek, bıktırıp vaz geçirmek, tiksindirmek.

sickening

s. hastalık getiren; tiksindirici, iğrenç; kusturucu. sickeningly z. tiksindirici surette.

sickish

s. hasta gibi, rahatsız; rahatsız edici, gönül bulandırıcı. sickishly z. bulantı hissederek. sickishness i. bulantı hissetme, hastalanır gibi olma.

sickle

i., f. orak; f. orakla biçmek.

sickly

s. hastaca, daima keyifsiz, hastalıklı, hasta mizaçlı; hastalık getiren; gönül bulandırıcı; marazi, tiksindirici, hasta yüzlü. sickliness i. hastalıklı hal.

sickness

i. hastalık; mide bulantısı, kusma.

sickroom

i. hasta odası.

side

i., s. yan; taraf; kenar; cihet; etek (dağ); taraftarlar, fırka; den. kenar, yan, yan taraf; ing., (argo). yüksekten atıp tutma; bilardoda bilyeye vurmak suretiyle hasıl olan dönerek gitme kuvveti; s. yan, yanda veya yandan olan; ikincil, ikinci derecede olan. side arms kılıç veya tabanca gibi yana takılan silâhlar. side by side yan yana. side effect yan tesir. side show asıl temsil veya programa ilâve olarak gösterilen oyun. side street yan sokak, tali yol. side stroke spor. yan kulaç. side table servis masası. on the side (argo). fazladan, ayrıca, bundan başka. split one's sides gülmekten katılmak. take sides taraf tutmak.

side

f., gen. with ile taraf tutmak, desteklemek.

sideboard

i. büfe, kontrbüfe (yemek odasında).

sideburns

i., çoğ., A.B.D. favori (saçlarda).

sidecar

i. motosikletin yolcu taşıyacak yeri, sepet; bir çeşit kokteyl.

sided

s. cepheli, taraflı, çevrili.

sidekick

i., A.B.D., (argo). arkadaş.

sidelight

i. meseleyi dolaylı olarak aydınlatan şey; den. borda feneri.

sideline

i., f. asıl mesleğinden ayrı meşguliyet sahası; tali hat; sporda kenar çizgisi; sorumlu olmayan bir kimsenin görüşü; f. oyun dışı edilmek.

sideling

s., z. yana yatmış, eğri; z. yana yatmış şekilde.

sidelong

s. yan, yandan; s. meyilli.

sidereal

s. yıldızlara ait; yıldızların hareketlerine göre hesaplanmış (gün). sidereal clock yıldızların hareketine göre işleyen saat. sidereal day bir yıldızın meridyen dairesinden ayrılıp tekrar varması arasındaki müddet. sidereal time yıldızların hareketlerine göre hesap edilen zaman. sidereal year güneşin sabit bir yıldızdan iki kere geçtiği yıl.

siderite

i., min. siderit. (önek).

sidero-

demir, çelik; yıldız.

siderolite

i. içinde demir bulunan göktaşı.

sidesaddle

i. kadınlara mahsus ve yan binilen eyer.

sideslip

f. (-ped, -ping) i. yan kaymak; hav. yan inişi yapmak; i. yana kayma; yan iniş; ağaç filizi.

sidesman

i. Anglikan kilisesinde mütevelli muavini.

sidesplitting

s. candan, içten; kahkaha yaratan.

sidestep

f. kenara çekilmek; yan çizmek, sorumluluktan kaçınmak; bertaraf etmek; uzatmak, sallantıda bırakmak.

sideswipe

i., f. yan tarafa indirilen şiddetli darbe; f. yandan çarpmak.

sidetrack

i., f. yan hat; f. yan hatta geçirmek; bir kimsenin işini veya planını geriye bıraktırmak

sidewalk

i. yaya kaldırımı.

sideward

s., z. yana doğru olan; z. yandan; yana doğru.

sidewash

i. uçağın yan tarafından esen hava cereyanı.

sideways , sidewise

s., z. yan; z. yandan, yan taraftan.

sidewheeler

i. yandan çarklı vapur.

siding

i. yan hat, demiryolunda ana hattan ayrılan şube hattı.

sidle

f. yan yan gitmek. sidle up to one birine sokulmak.

sidon

i. Lübnan'da Sayda şehri.

siecle

i, Fr. asır, yüzyıl.

siege

i., f. kuşatma, muhasara; ısrarla ele geçirmeye uğraşma; (eski). ikamet yeri; (eski). rütbe, mertebe; uzun hastalık devresi; f., nad. kuşatmak, muhasara etmek. state of siege kuşatma durumu.

sienna

i. boz renkli toprak boya. burnt sienna kırmızıya çalan kahverengi.

sierra

i. zirveleri çok olan dağ silsilesi; bir çeşit palamut.

sierra leone

Sierra Leone.

siesta

i. öğle uykusu, öğle istira hati.

sieve

i, f. kalbur, kevgir, elek; boşboğaz kimse; f. kalburdan geçirmek, elemek.

sift

f. kalburdan geçirmek, elemek; incelemek, soruşturmak; ayırmak. sift out kalburdan geçirip ayırmak. siftings i., çoğ. kalbur içinde kalan çerçöp.

sig

kıs. signature, signor.

sigh

f., i. iç çekmek, ah etmek; uğuldamak; for ile hasret çekmek; ah çeker gibi ses çıkarmak; i. iç çekme, ah etme.

sight

i. görme; gözlem, müşahede; muayene; görüş kuvveti; görülen şey, manzara; görülecek şey; göz erimi; inceleme fırsatı; fikir; nişangah; leh. çok miktar; k.dili. çirkin bir şey. sight draft ibrazında tediye olunacak poliçe. sight unseen görmeden(satın almak). a sight for sore eyes bir içim su; hoş bir rastlantı. at sight ibrazında, gösterilince .catch sight of görüvermek, gözüne ilişmek. find favor in someone's sight birinin gözüne girmek. in sight göz önünde, görünürde, gözle görülür, yakın. know by sight yüzünden tanımak, göz aşinalığı olmak. not by a long sight hiç, asla. on sight görülünce, görüldüğü anda. out of sight gözden uzak; k.dili. son derece yüksek, fahiş (fiyat). Out of sight, out of mind, Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. take a sight yerini belli etmek. You are a sight for sore eyes. Yüzünüzü gören cennetlik olur.

sight

f. görmek; bakıp keşfetmek; nişan almak; nişangâhım ayarlamak; gözlemek; belirli bir yere dikkatle bakmak.

sight-reading

i. hazırlıksız okuma veya çalma.

sightless

s. kör, ama, görmez; görünmez. sightlessly z. görmeden, kör olarak. sightlessness i. körlük.

sightly

s. güzel, hoş; güzel manzara arzeden, göze hitap eden. sightliness i. güzellik; göze hitap etme.

sightseeing

i. gezme; ilginç yerleri ziyaret etme.

sigil

i. mühür.

sigma

i. Yunan alfabesinin s sesi veren on sekizinci harfi, sigma; mat. sigma işareti.

sigmate

s. sigma şeklindeki.

sigmoid

s., anat. s harfi şeklindeki, sigmoit, sigmamsı. sigmoid artery anat. kalınbağırsağa kan getiren damarın bir kolu. sigmoid flexure anat. makattan kalınbağırsağa çıkan s şeklindeki kısım. sigmoit kolon, kalça leğen kolonu.

sign

i. işaret, alâmet, nişan, belirti, iz, remiz; tabela, levha; astr. on iki burçtan biri; tıb. araz. sign language sağır ve dilsizlerin işaretlerle konuştuklan dil. sign manual el yazısı imza (bilhassa hükümdarın). sign painter tabela ressamı. I had a sign içime doğdu.

sign

f. imzalamak; işaretlerle ifade etmek; işaret etmek; imza ile kontrata bağlamak; away, off veya over ile resmen başkasına devretmek. sign off k.dili. radyo yayınına son vermek. sign on askerliğe kaydolunmak. sign out ayrıldığını imza ile belli etmek; kütüphaneden kitap alındığını imza ile belirtmek. sign up kaydetmek, kaydolmak.

signal

i., f. (-ed, -ing veya -led, -ling) işaret; belirten herhangi bir şey; işaretle verilen emir; parola; saik: f. işaret vermek; işaretlerle bildirmek. signal box d.y. içinde işaret cihazı bulunan kulübe. Signal Corps ask. işaret alayı. storm signal fırtına çıkacağını bildiren işaret.

signal

s. dikkate şayan, belli, açık, vazıh, aşikâr, dikkati çeken, işaret veren. signally z. dikkate şayan derecede.

signalize

f. mümtaz hale getirmek, şöhret kazandırmak; dikkatle göstermek.

signalman

i. işaret memuru, işaretçi.

signatory

s., i. imza eden; i. imza sahibi; kayıt veya imza eden kimse, özellikle anlaşma veya mukavele imza eden kimse.

signature

i. imza; müz. işaret, nota imi; matb. kitap formasının ilk sayfasına konulan işaret; forma; ecza. reçetede ilacın kullanılış şeklini belirten kısım.

signboard

i. tabela, yafta, afiş.

signet

i. mühür, özellikle hükümdarın şahsi mührü. signet ring mühür yüzüğü.

significance ,-cancy

i. manalı olma; anlam, mana; önem, ehemmiyet.

significant

s. manidar, anlam taşıyan, manalı; önemli, mühim. significantly z. manalı bir şekilde.

signification

i. anlam, mana, meal.

significative

s. anlamlı, manalı, bir kavram belirten. significatively z. bir mana ifade ederek. significativeness i. bir anlam veya kavram belirtme. significatory s. manalı.

signify

f. işaretle anlatmak, belirtmek, ifade etmek; delalet etmek; anlam vermek; anlamı olmak.

signniment

i. bir suçlunun parmak izlerinin ve diğer özelliklerinin kaydı.

signor

i. efendi, bay, İtalyan asılzadelerine verilen unvan.

signora

i., it. bayan, hanım (evli).

signore

i., it. bey, bay.

signorina

i., it. genç kızlara verilen unvan, matmazel.

signorino

i, it. küçük bey.

signpost

i. işaret direği, işaret gönderi; kılavuz.

sikh

i, s. Hindistan mezheplerinden birinin üyesi, Sih; s. bu mezhepten olan.

sikkim

i. Sikkim.

silage

i. siloda muhafaza olunan hayvan yemi, yeşillik.

silence

i., f. sessizlik, sükut; zikretmeyiş, bahsetmeyiş; ketumiyet, sır saklama; sükunet, huzur; müz. es; f. susturmak, sesini kestirmek, sükut ettirmek; ask. bastırmak, ateş kesmeye mecbur etmek; yatıştırmak. Silence gives consent Sükut ikrardan gelir.

silencer

i. susturucu adam veya şey; ses kesici araç, amortisör; ing. susturucu.

silent

s. sessiz, sakin; suskun; söylenmeyen. silent letter okunmayan harf. silent partner işlerin yürütülmesine karışmayan ortak. silent system mahpusların birbiri ile konuşmalarını yasak eden sistem. silently z. sessizce. silentness i. sessizlik.

silentiary

i. sükut ve düzeni korumakla görevli kimse, mübaşir; Roma imparatorluğu'nda devlet sırlarını saklamaya ant içmiş memur veya müşavir.

silenus

i, Yu. mit. Baküs'ün üvey babası; ihtiyar sarhoş; k.h. yarısı insan yarısı keçi şeklinde olan tanrı, satir.

silesia

i. Silezya; k.h. aslında Silezya'da dokunmuş pamuklu astarlık kumaş.

silex

i. silis; sıcağa dayanan cam.

silhouette

i., f. gölge resim, siluet; f. gölge şeklinde resim yapmak, siluet çizmek.

silica

i. silis silicate i., kim. asit silisit tuzu veya esteri. siliceous, silicic s. silisli

silicify

f. taşlaştırarak çakmaktaş haline getirmek.

silicle

i., bot. kısa ve enli bir meyva tipi, silikül. siliculose s., bot. silikül meyvalı

silicon

i., kim. silisyum.

silicosis

i., tıb. kuvars tozunun ciğerlere girmesinden ötürü taş kesicilerde görülen akciğer hastalığı.

silique

i., bot. uzun ve dar bir meyva tipi, hardalsı meyva.

silk

i. ipek; ipekli kumaş; ipeğe benzer örümcek ağı teli; ipeğe benzer mısır püskülü. silk cocoon ipek kozası. silk hat silindir şapka. silk mill ipek imalâthanesi veya tezgâhı. silk vine ipek fidanı, bot. Periploca graeca. artificial silk suni ipek. raw silk ham ipek. spun silk ibrişim.

silken

s. ipek gibi, ipekli; parlak ve yumuşacık; nazik; ipekler giymiş, lüks.

silkscreenprocess

ipek kumaşla yapılan bir çeşit basma tarzı.

silkstocking

s., i. ipek çorap giymiş; ağır giyinmiş, aristokratça, kibar, lüks; i. zengin kimse.

silkworm

i. ipekböceği.

silky

i. ipek gibi, ipekli; bot. atlas gibi (yaprak); davranışlarda riyakârlık gösteren.

sill

i. eşik, kapı veya pencere eşiği, denizlik.

sillabub

i. şarap ve sütle karıştırılmış bir çeşit yemek.

siller

i., s., iskoç para; s. gümüş.

silly

s. sersem, şaşkın, budala, akılsız; divane, ahmak; ahmakça, gülünç; sersemlik kabilinden; budalaca, saçma. sillily z. ahmakça. silliness i. ahmaklık; saçmalık.

silo

i., f. silo; f. siloya doldurmak.

silt

i., f. suyun getirip biriktirdiği kum veya çamur, mil; f., up ile böyle kum ve çamurla doldurmak veya dolmak.

silurian

s., i., jeol Silüryen; i. Silür.

silurid

i., s. yayınbalığıgillerden bir balık; s. bu balıklara ait.

silvan

bak. sylvan.

silver

i., s. gümüş; gümüş para; gümüş eşya; gümüş kaplama eşya; gümüşe benzer şey; gümüş rengi; s. gümüşten yapılmış; gümüşe benzer, gümüş gibi, beyaz ve parlak; berrak (ses). silver anniversary yirmibeşinci evlenme yıldönümü. silver fir beyaz çam ağacı, gümüş köknar. silver gray gümüş rengi. silverhaired s. ak saçlı silver plate gümüş kaplama. silver poplar akkavak ağacı. silvertongued s. belagatli. be born with a silver swon in one's mouth zengin bir ailede doğmuş olmak.

silver

f. gümüş kaplamak; gümüşlü civa ile sırlamak (ayna); gümüş gibi parlatmak; foto. gümüş nitratla kaplamak; gümüş gibi beyaz ve parlak olmak.

silverfish

i. beyaz mercanbalığı; gümüşbalığı; gümüş renkli birkaç çeşit balık; kitaplara zarar veren küçük ve parlak bir böcek.

silversmith

i. gümüş üzerine çalışan kuyumcu.

silverware

i. gümüş eşya, gümüş sofra takımı; kaşık ve çatal takımı.

silverweed

i. beşparmakotu, bot. Potentilla anserina.

silvery

s. gümüşe benzer, gümüş gibi; berrak. silveriness i. gümüş gibi oluş; berraklık.

silviculture

i. ağaçlandırma, ormancılık.

simian

s, i. maymuna benzer; i. maymun, özellikle insana benzeyen maymun.

similar

s, i. benzer, müşabih, bir birine yakın; geom. şekilde aynı olan; i. benzeyen şey. similarity i. benzeyiş, benzerlik. similarly z. bunun gibi, aynı, aynı şekilde.

simile

i., kon., san. teşbih, temsil.

similitude

i. benzerlik, müşabehet; teşbih, mesel, suret.

simmer

f, i. ateşte ağır ağır kaynamak; kaynar hale gelmek; hafif heyecan içinde bulunmak; kaynama derecesinin birkaç derece altında pişirmek; i. öfke veya coşkunluktan patlar hale gelme; hiddeti zapt etme hali. simmer down k.dili. yavaş yavaş hafiflemek, yatışmak; ağır ağır kaynayarak azalmak.

simnel

i, ing. bayram pastası.

simoleon

i., A.B.D., (argo). birdolar.

simoniac

i. papazlık gibi kutsal değerleri satan veya satın alan adam. simoniacal s. böyle iğrenç bir alım satım kabilinden veya buna ait.

simonpure

s. halis, saf; gerçek; alın açık yüzü ak, lekesiz.

simony

i. papazlık rütbesi veya makamı alım satımı; kutsal tutulan şeylerden kar çıkarma.

simoom , simoon

i. samyeli.

simpatico

s., ABD., kdili. çekici, sempatik.

simper

f., i. aptal aptal sırıtmak, colloq. pişmiş kelle gibi sırıtmak; i. aptalca sırıtma . simperingly z. aptalca sırıtarak.

simple

s., i. basit, bileşik olmayan; sade, süssüz; bot. yalın (yaprak); zool. münferit, tek; adi, bayağı; kolay; saf, halis; tabii, suni olmayan, yapmacıksız; budala, alık, ahmak; ahmakça; önemsiz, ehemmiyetsiz; kolay anlaşılır; ancak yeterli; i. basit şey; ilâç yapılan ot; budala kimse. simple fraction bayağı kesir. simple fracture basit kırık. simple hearted s. saf yürekli, temiz kalpli. simple interest basit faiz. simple machine basit makina. simpleminded s. cahil; basit; kendi halinde; akıl noksan; aptal. Simple Simon saf ve aptal kimse. simpleness i. sadelik, basitlik; saflık, bönlük.

simpleton

i. ahmak veya budala kimse.

simplex

s. basit; bir seferde tek haber gönderilebilen telgraf sistemine ait.

simplicity

i. basitlik, sadelik; kolaylık; budalalık, saflık; samimiyet.

simplification

i. sadeleştirme, basitleştirme; basitleşme

simplify

f. basitleştirmek, sadeleştirmek, kolaylaştırmak.

simply

z. ancak, sadece; basit olarak; budalaca; k.dili. tamamen.

simulacrum

i. (çoğ. -cra) suret, hayal; hafif benzeyiş, taklit.

simulate

f. taklit etmek, taklidini yapmak. simulation i. taklit.

simultaneous

s. aynı zamanda vaki olan, eşzamanlı. simultaneously z. aynı zamanda, birlikte, bir arada . simultaneousness i. aynı zamanda vaki olma, eşzamanlılık.

sin

i. günah; suç; günah işleme; kusur. sin offering günahların affedilmesi için sunulan şey. besetting sin insanların daima işlemeye meyilli oldukları günah. deadly sin büyük günah, affolunmaz günah. live in sin nikahsız olarak karı koca hayatı yaşamak. original sin Hıristiyanlarca insanların doğuştan işlemeye meyilli olduklan günah. venial sin hafif günah, affolunur günah.

sin

f. (-ned, -ning) günah işlemek, günaha girmek, günahkar olmak; suç işlemek.

sinai

i. Sina yarımadası Sinai, Mount Sina dağı, Turu Sina. Sinaitic s. Sina dağına ait, Sina dağında verilen.

sinapism

i., tıb. hardal yakısı.

since

z., (edat)., (bağlaç) o zamandan beri; ondan sonra; sonradan; çok evvel, çoktan beri; (edat). -den beri, olalı, edeli; -den sonra; (bağlaç). -den beri; -dan dolayı; çünkü, mademki.

sincere

s. içten, samimi, sadık, gerçek, hakiki; sahte olmayan. sincereness, sincerity i. içtenlik, samimiyet, hulüs, hüsnüniyet

sincerely

z. içtenlikle, samimiyetle. Yours sincerely Saygılarımla.

sinciput

i., anat. önkafa; kafatasının üst kısmı, tepe.

sindbad

i. Sinbad.

sine

i., mat. sinüs.

sine

(edat)., Lat. -siz. sine die gün kararlaştırmadan (meclisin dağılması münasebetiyle kullanılan tabir). sine qua non mutlaka aranılan (şart).

sinecure

i. ağır çalışma gerektirmeyen memuriyet; arpalık. sinecurist i. böyle bir işte çalışan memur.

sinew

i., f. veter, kiriş; gen. çoğ. kuvvet, enerji; kuvvet ve kudret verici şey; f. kirişle kuvvetlendirmek. the sinews of war harp için gerekli olan para ve sair levazım.

sinewy

s. yeter gibi; kuvvetli, adaleli; dinç.

sinfonia

i. Barok devrinde yazılmış küçük senfoni; senfoni.

sinful

s. günahkâr, günah kabilinden; ahlâk dışı; habis, şerir. sinfully z. günahkarca, günah işleyerek, haince. sinfulness i. günahkarlık, günah, hainlik.

sing

f. (sang, sung) i. şarkı söylemek, terennüm etmek; çağlamak; ıslık gibi ses çıkarmak, uğuldamak (rüzgar); çınlamak (kulak); şiir okumak; ötmek, şakımak; (argo). suçu açığa vurmak; i., k.dili. şarkı söyleme; terennüm, özellikle birçok kimsenin bir arada şarkı söylemesi; kurşun vızıltısı. sing ones praises birini hararetle methetmek. sing out bağırmak, seslenmek. singable s. şarkı gibi söylenebilir, terennüm edilebilir.

singapore

i. Singapur.

singe

f. (singeing) i. azıcık yakmak, ütülemek, alazlamak, hafifçe yakmak; i. hafif yanık.

singer

i. şarkı söyleyen kimse, şarkıcı; muganni, hanende; ozan, şair, aşık; ötücü kuş.

singhalese

s., i. Seylan'a ait; i. Seylanlı; Seylan dili.

single

s., i. tek, bir, yalnız, ayrı, münferit; bekar, evlenmemiş; özel, hususi, tek kişilik; iki tarafta yalnız birer rakip bulunan (oyun); sağlam; sade, basit, saf; bir kat, yalın kat; çiçekleri yalın kat olan; i. bir, tek; gen. çoğ. teniste tekler, single; golfta iki oyuncu ile oynanan oyun; beysbolda vurucuyu birinci kaleye ulaştıran vuruş; krikette bir sayı kazandıran vuruş; tek kişilik oda. single barrel tek namlulu (tüfek) . single entry tic. basit defter tutma. usulü, ana deftere bir kere kaydetme; bir kerelik giriş. single file birbiri arkasına dizilen sıra; tek sıra. single tax tic. tek dereceli vergi. singletrack s. tek hatlı, tek yönlü; tek açıdan değerlendiren.

single

f., gen. out ile seçmek, ayırmak; birer birer almak; beysbol. vurucuyu birinci kaleye ulaştıran vuruşu vurmak.

singleacting

s. tek yönde çalışan.

singlebreasted

s. tek sıra düğmeli (ceket).

singlehanded

s. tek kişi ile işletilen; tek el ile çalışan.

singlehearted

s. temiz kalpli, sadık.

singleminded

s. tek amaçlı; sade; samimi; hilesiz.

singlenuss

i. birlik, yalnızlık; bekarlık; samimiyet, dürüstlük, sadakat.

singlestick

i. eskrim değneği; değneklerle oynanılan eskrim; kısa kalın sopa.

singleton

i., iskambil bazı oyunların başlangıcında oyuncunun elinde bulunan bir renkten tek kağıt; tek bir şey.

singly

z. yalnız, tek başına.

singsong

i., s. aynı tempoda ve cansız bir makamla okuma; s. aynı tempoda ve cansız.

singular

s., i. yalnız, tek, ayrı, münferit; eşsiz, müstesna; gram. tekil, müfret; bambaşka, görülmemiş, tuhaf, garip; i., gram. tekil kelime; tek şey .singularity i. tuhaflık, garabet; özellik, hususiyet, dikkati çeken şey. singularly z. müstesna olarak, fevkalade bir şekilde.

singularize

f. özelliğini belirtmek.

sinicism

i. Sinlilere özgü adet.

sinister

s. uğursuz, meşum; netameli; bozuk, kötü, fesat; kötülük saçan; nad. sol; hane. kalkanın solundaki. a sinister design kötü fikir, meşum plan.

sinistral

s. sola ait, sola meyilli; solak. sinistrally z. sola doğru, sola meylederek.

sink

f. (sank, sunk veya sunken) batmak, garkolmak; yıkılmak, halsizlikten düşmek; irtifa kaybetmek, düşmek: dalmak, derinliğine gitmek: ağır ağır inmek: girmek: etkilemek, tesir etmek, içine işleyip girmek: çukurlaşmak: yavaş yavaş ölmek: gurup etmek: batırmak, daldırmak: indirmek: gururunu kırmak; azaltmak, eksiltmek: para yatırmak: kazıp açmak. sinking fund itfa sermayesi, amortisman sandığı.

sink

i. lavabo: geriz, lağım: jeol. çukur, havza: batakhane.

sinker

i. olta veya ağ kurşunu.

sinkhole

i. kaya veya kayalık arazide bulunan ve içindeki suyun sızmasıyle kuruyan çukur.

sinless

s. günahsız, suçsuz, masum. sinlessly z. günah işlemeden, suçsuz olarak. sinlessness i. günahsızlık, suçsuzluk.

sinner

i. günahkâr kimse. sin, günah. to sin (fiil) günah işlemek.

sinologue

i. Sinolog, Çin dili ve kültürü uzmanı Sinology i. Çin dili ve kültürü ilmi, Sinoloji.

sinter

i., f. memba etrafında biriken kireçli veya silisli tortu: ısı ve basınçla yapıştırılmış maden parçaları: f. maden tozu veya parçalarını yarı yarıya eriterek yapıştırmak: böyle yapıştırılmak.

sinuate

s. yılankavi, zikzak, dalgalı; bot. körfezli, sinuat (yaprak).

sinuosity

i. yılankavilik, yılan kavi dönemeç, dolambaç.

sinuous

s. yılankavi, dalgalı, dolambaçlı: bof. körfezli, sinuat sinuously z. yılankavi bir şekilde sinuousness i. yılan kavilik, dolambaçlık

sinus

i. boşluk, kovuk; anat. sinüs: anat. beyinde kara kan kanalı; tıb. içinde cerahat toplanan boşluk sinusitis i., tıb. sinus iltihabı, sinüzit.

sinusoid

i. sinüsoit .

sip

f. (-ped, -ping) i. yudum yudum içmek, yudumlamak; i. yudum yudum içme yudum.

siphon

i., f. sifon; zool. sifonluların içine su çektiği veya dışarıya su verdiği boru şeklinde organ: f. sifon ile su çekmek, sifondan geçirmek veya geçmek. siphonage i. sifonun işlemesi.

sipper

i. yudumlayan kimse veya şey: cam veya plastikten yapılmış eğri kamış.

sippet

i. süte veya et suyuna batırılmış ekmek parçası, tirit: garnitür için kullanılan kızarmış ufak ekmek parçası.

sir

i. efendim, beyefendi: b.h. bir asalet ünvanı, sör.

sirdar

i. serdar, başkan, kumandan; Mısır'da ordu başkumandanı.

sire

i., f. baba, ata; efendimiz (eskiden herhangi büyük bir kimseye şimdi ise yalnız hükümdarlara hitaben kullanılan bir tabir); memelilerde baba hayvan; f. baba olmak (özellikle atlarda).

siren

i., Yu. mit. güzel şarkı söyleyerek denizcileri aldatan deniz perisi; çok cazip ve tehlikeli kadın; siren, canavar düdüğü; bir çeşit su kertenkelesi; denizkızı.

sirenian

s., i. ot yiyen memeli deniz hayvanları takımına ait; i. denizkızı semendergillerden bir hayvan.

sirius

i, astr. Siryüs, Suarayı Yemani yıldızı, Büyükköpek (Kelbülekber) takımyıdızında en parlak yıldız, Akyıldız.

sirloin

i. sığır filetosu.

sirocco

i. İtalya ve İspanya'ya doğru güneyden esen sıcak bir rüzgâr, siroko.

sirrah

i., (eski). herif.

sirup

bak. syrup.

sisal

i. sisal keneviri, dayanıklı bir çeşit kenevir.

siskin

i. karabaşlı iskete, zool. Carduelis spinus.

sissy

i., A.B.D., k.dili. korkak ve kız gibi oğlan, hanım evlâdı. sissified s. kız gibi.

sister

i., s. kızkardeş, hemşire, bacı, abla, kardeş (kız); aynı cinsten olan kimse veya şey; rahibe; s. hemcins; kızkardeş gibi. sisterinlaw i. görümce, yenge, baldız. elder sister abla. half sister üvey kızkardeş . lay sister rahibe namzedi. sisterly s. kız kardeş gibi, kızkardeşe yakışır.

sisterhood

i. kızkardeşlik, kızkardeşlik görevi; rahibeler birliği.

sistine

s. papa Sixtus'a ait. Sistine Chapel Vatikan'da bulunan Sistine kilisesi. Sistine Madonna Rafael'in meşhur Hazreti Meryem tablosu.

sistrum

i. (çoğ. -trums, -tra) (eski). den. Mısır'da ibadet esnasında kullanılan ve ortasından geçirilmiş madeni çubuklar sarsılınca ses çıkaran saplı kasnak şeklinde bir çalgı.

sit

f. (sat, -ting) oturmak, çömelmek; tünemek; kuluçkaya yatmak; filanca tarafta bulunmak; toplantıda üye sıfatı ile oturmak: toplantı yapmak, toplanmak; ressam veya heykeltıraşa modellik etmek; resim çektirmek için poz vermek; binip oturmak (ata); oturtmak. sit at ones feet talebesi olmak . sit by ilgilenmemek sit down oturmak . sit in on misafir sıfatıyle toplantıya katılmak . sit on toplantıda ele almak; k.dili. susturmak, ağzını kapatmak. sit on the fence tarafsız kalmak. sit on the lid meseleyi örtbas etmeye çalışmak. sit on the throne hükümdarlık tahtına oturmak; kral olmak. sit out sonuna kadar oturmak; baloda bir dans esnasında oturmak. sit over (argo). sıkışıp başkasına da yer vermek. sit pretty A.B.D., (argo). kârlı durumda bulunmak. sit tight k.dili. sonuç elde edilinceye kadar harekete geçmemek. sit up dik oturmak; yolunu beklemek; ilgi göstermek. The wind sits in the east Rüzgar doğudan esiyor.

sitdown strike

oturma grevi.

site

i. yer, mevki, mahal, mevzi.

sith

z., (bağlaç), (edat), eskiden beri.

sitin

i. medeni hakları elde etmek için oturma gösterisi.

sito-

(önek). yemek.

sitology

i. yemek bilgisi; pehriz ihtisası.

sitter

i. oturan kimse. baby sitter ana babası evde yokken çocuğun yanında oturan ücretli bakıcı.

sitting

i., s. celse, oturum; kuluçkalık yumurta sayısı; kuluçka müddeti; s. oturmaya mahsus. sitting duck k.dili. kolay vurulan hedef. sitting room salon, oturma odası.

situate

f. yerleştirmek, yerini tayin etmek. situated s. kain, vaki, mukim, bulunan.

situation

i. yer, mevki, mahal; hal; vaziyet, durum; görev, vazife, memuriyet.

sitz bath

oturularak yıkanılan küvet.

siva , shiva

i. Hindu dininde en büyük üç tanrıdan biri.

six

s., i. altı; i. altı rakamı veya sayısı (6,VI); tavlada şeş. sixfold s., z. altı kat, altı misli. sixfooter i. altı ayak boyunda kimse, uzun boylu kimse. six of one, half a dozen of another ya bu, ya öbürü. at sixes and sevens tam bir düzensizlik içinde, keşmekeş halinde. double sixes düşes.

sixpence

i. altı peni; altı penilik para.

sixshooter

i., k.dili. altı atar, altıpatlar.

sixteen

s., i. on altı; i. on altı sayısı veya rakamı. sixteenth s., i. on altıncı; on altıda bir. sixteenth note müz. on altılık nota, iki çengelli nota. sixteenth rest müz. on altılık es. sweet sixteen genç kızın en şirin ve tatlı yaşı.

sixth

s., i. altıncı; altıda bir; i. bir şeyin altıda bir oranındaki kısmı; müz. altı nota yukarı veya aşağıda bulunan nota; altı notalık ara; gamda la notası. Sixth day cuma. sixth sense altıncı his. sixthly z. altıncı olarak.

sixty

s., i. altmış; i. altmış sayısı veya rakamı. like sixty (argo). çok hızlı. the sixties 1960 ile 1969 arasındaki yıllar; 60-69 arası yaş sixtieth s., i. altmışıncı (şey); altmışta bir (kısım).

sizable

s. büyücek, oldukça iri, hacimli.

size

i., f. büyüklük, hacim, cesamet; beden (elbise), numara (ayakkabı); k.dili. hal, durum; f. istenilen ebatta kesip biçmek; büyüklüklerine göre ayırmak; büyüklüğünü tahmin etmek. size up ABD. kdili. karşısındakini tartmak, hakkında hüküm vermek, fikir yürütmek. a size too big bir numara büyük. just my size tam benim ölçüme göre, tam benim bedenim, istediğim büyüklükte.

size

i., f. ahar; haşıl; f. aharlamak (kâğıt); haşıllamak (kumaş); (badanadan önce) tutkallamak. sized s. çirişli (kumaş). sizeable bak. sizable.

sizing

i. ahar (kâğıt); haşıl (kumaş), helme.

sizy

s. yapışkan, helmeli.

sizzle

f., i. cızırdamak; sıcaktan bunalmak; i. cızırdama.

sizzler

i., k.dili. çok sıcak bir şey.

sj.

kıs. Society of Jesus.

skald , scald

i. bir nevi eski İskandinav halk ozanı.

skate

i. tırpana, rina, vatoz, zool. Raja batis; folya balığı. skatefish kırk ambar, zool. Raja batis .gray skate tırpana, zool. Raja batis.

skate

i., f. paten; f. patinaj yapmak, patenle kaymak. skate on thin ice tehlikeli bir işe girişmek. skating rink suni patinaj sahası. figure skating buz üzerinde şekil çizerek patinaj yapma. roller skate tekerlekli paten.

skater

i. patinaj yapan kimse.

skedaddle

f., i., k.dili. kaçmak; i. kaçış .

skee

bak. ski.

skeet

i. havaya fırlatılan yapma kuşlara nişan alma.

skeg

i., den. omurganın bodoslamaya bağlanan ucu.

skein

i. çile.

skeletal

s. iskelete ait, iskelet gibi.

skeleton

i., s. iskelet; çok zayıf kimse, insan kurusu, kadit; bina çatısı, kafes: ana hatlar, taslak; s. iskelete benzer, iskelet kabilinden; bir deri bir kemik. skeleton at the feast keyif kaçıran herhangi bir sey . skeleton crew çekirdek tayfa, asgari kadro. skeleton in the closet utanç veren sır. skeleton key maymuncuk, her kilidi açan anahtar. skeleton type çizgileri ince bir çeşit matbaa harfi. family skeleton bir ailenin saklamak istediği utanç veya üzüntü veren sır, aile sırrı.

skeletonize

f. iskeletini hazırlamak, tasarlamak, iskelet haline koymak; sayıca azaltmak, asgari miktara indirmek.

skeptic , sceptic

i. şüpheci kimse, septik kimse; Hıristiyanlıktan şüphe eden veya inanmayan kimse. skeptical s. şüphe edici, şüpheci, septik. skeptically z. inanmayarak, şüphe ile. skepticism i., fels. septisizm, şüphecilik.

sketch

i., f. taslak; kabataslak resim; kısa tarif, kroki; kısa hikâye veya müzikli gösteri, skeç; k.dili şakacı kimse; f. taslak yapmak; kabataslak resmini yapmak; kısaca tarif etmek.

sketchbook

i. resim müsvedde defteri; taslaklar kitabı; kısa hikâyeler kitabı.

sketchy

s. taslak kabilinden; derinliği olmayan, yarım yamalak, kusurlu, noksan, eksik. sketchily z. taslak olarak; yarım yamalak bir şekilde, eksik olarak. sketchiness i. taslak halinde olma; kusurluluk; noksanlık.

skew

s., i., f. eğri, çarpık; birbirine paralel olmayan; i. erilik, çarpıklık; bükülme; f. eğri yoldan gitmek; yan bakmak; eğriltmek, çarpltmak; başka anlam vermek.

skewbald

i. beyaz renkli benekleri olan hayvan.

skewer

i., f. kebap şişi; şişe benzer herhangi bir şey; saka kılıç; f. kebap şişine geçirmek; şişe dizmek; şişlemek.

ski

i. (çoğ. ski, skis) f. kayak, ski; f. kayak kaymak, ski yapmak. ski jump kayakçının yaptığı sıçrama veya atlama. ski lift kayak çıkılan tepeye çıkaran teleferik. skier i. kayakçı. skiing i. kayak yapma, kayakçılık.

skiagram , skiagraph

i. röntgen ışınları ile çekilen fotoğraf.

skiascope

i., tıb. gözbebeği üzerindeki gölge ve ışıkları muayene ederek gözün durumunu anlamakta kullanılan cihaz.

skid

i., f. (-ded, -ding) kayma; yana kayma; kızak, kaydırma kütüğü; tekerlek altına konan takoz; den. maliborda tahtası; den. filika sehpası, kalastra; f. yana doğru kaymak, yana savrulmak; tekerlek altına takoz koymak. skid chain tekerlek zinciri. skidrow A.B.D., (argo) ucuz meyhanelerin ve kalitesiz otellerin bulunduğu ve evsiz barksız takımının barındığı mahalle. on the skids A.B.D., (argo) sönmeye yüz tutmuş, itibardan düşmekte, gerileme halinde.

skiddoo

(ünlem), (argo) Defol !.

skidway

i. kütüklerin yığıldığı yer.

skiff

i., den. hafif yelkenli filika, hafif sandal, kik.

skill

i. hüner, marifet, maharet, ustalık.

skilled

s. mahir , usta, tecrubeli; maharet gerektiren. skilled trades maharet gerektiren meslekler.

skillet

i. tava.

skillful , ing. skilful

s. hünerli, marifetli, becerikli, mahir, usta. skillfully z. maharetle, ustalıkla. skillfulness i. maharet, ustalık.

skim

f (-med, -ming) s., i. köpüğünü almak; kaymağını almak; sıyırıp geçmek; gözden geçirmek; suyun yüzünde sektirmek (taş); köpük bağlamak, kaymak tutmak; suyun yüzünde sekmek; s. kaymağı alınmış (süt); i. köpüğünü alma; köpüğü alınmış süt; ince tabaka. skim milk, skimmed milk kaymağı alınmış süt. skim'mings i., çoğ. bir sıvının üstünden alınan köpük veya kaymak.

skimmer

i. köpük alacak alet kevgir; deniz kıyılarında yaşayan kırlangıç benzeri bir kuş.

skimp

f., s. cimrice beslemek veya vermek; baştan savma yapmak; cimrilik etmek, hasisçe davranmak; aşın derecede tutumlu olmak: s. kıt, az. skimp'ily z. aşırı derecede tutumlu olarak. skimp'y s. kıt., az; yarım yamalak, eksik.

skin

i. deri, cilt: tulum: post: kabuk: den. geminin dış kaplaması; hilekar kişi; (argo) cimri kimse. skin diving aletli dalış. skin game hileli kumar oyunu. skin grafting deri aşısı. by the skin of one's teeth kıtı kıtına, ancak, güçbelâ. dark skin esmer cilt. fair skin beyaz cilt. get under one's skin bir kimsenin sinirine dokunmak. jump out of one's skin korkudan sıçramak; aşırı derecede coşmak. only skin and bones bir deri bir kemik, iskelet gibi, kadidi çıkmış. save one's skin paçayı kurtarmak, postu kurtarmak. under the skin aslında, temelde. wet to the skin sırsıklam iliklerine kadar su geçmiş.

skin

f. (-ned, -ning) derisini soymak, derisini yüzmek, sıyırmak; kabuğunu soymak: deri ile kaplamak; deri ile örtülmek; (argo) para yolmak, soyup soğana çevirmek. skin the cat spor elleriyle demir çubuğa asılı iken ayakları ve bütün vücudu kolları arasından geçirerek dönmek; işi becermek. skin down ellerle tutunarak inmek. skin one alive insafsızca parasını yolmak; azarlamak. skin out den. kaçıvermek. skin through k.dili. zar zor geçmek. skin up yalnızca ellerle tırmanmak. Keep your eyes skinned k.dili. Dikkat et! Ayağını denk al!.

skinbound disease

yeni doğan çocuklarda görülen dokuların sertleşmesi hastalığı.

skindeep

s. deriden öteye gitmemiş: sathi, yüzeysel.

skinflint

i. cimri kimse.

skink

i. skink, pullu sürüngenlerden biri: bir cins kertenkele, zool. Scincus officinalis.

skinny

s. sıska, çok zayıf, bir deri bir kemik. skinniness i. aşırı zayıflık, sıskalık.

skintight

s. deri gibi vucuda yapışan (elbise).

skip

f. (-ped, -ping) i. sıçramak, sekmek; gen. over ile atlamak, sıçrayarak geçmek; suyun yüzünde sekmek (taş); i. atlayıp sıçrama; atlama; görmeden veya okumadan geçme. skip rope atlama ipi. skippingly z. seke seke, sıçrayarak.

skipjack

i. suyun yüzünde sıçrayan herhangi bir cins balık.

skipper

i. ufak gemi kaptanı, süvari.

skipper

i. seken sey veya kimse; sekerek yürüyen bir çeşit böcek.

skippet

i. mühür mahfazası.

skirl

f., i., iskoç gayda gibi ses çıkarmak; haykırmak, haykırtmak; i. çığlık, haykırış; gayda sesi.

skirmish

i., f., ask. hafif çarpışma, müfreze muharebesi; çekişme, hafif kavga; f. çatlşmak; çekişmek. skirmish drill ask. çarpışma talimi. skirmish line seyrek asker. saffu skirmisher i., ask. avcı.

skirret

i. yabani şeker havucu, bot. Sium sisarum.

skirt

i., f. etek; eteklik; semerin sarkık yan tarafı: kenar; (argo) kız; f. eteklik ile örtmek; kenarında olmak, kenar olmak; kenarından geçip gitmek, kenarda oturmak; baştan savmak, kaytarmak. skirt dance geniş ve uzun eteklikle edilen dans. skirting board ing. süpürgelik (duvar kenarlarında). the skirts of the city şehrin etekleri.

skirtboard

i. kenar tahtası.

skit

i. hicivli kısa oyun veya yazı; şaka, latife.

skitter

f. hafifçe kayarak veya aceleyle gitmek, suyun yüzünde kayarak gitmek: kaydırmak.

skittish

s. ürkek (at); utangaç; oynak, hafif; aldatıcı, hilekar. skittishly z. ürkekçe . skittishness i. ürkeklik.

skittles

i., çoğ. dokuz kuka oyunu. Life is not all beer and skittles Hayat hep eğlenceden ibaret değildir.

skive

f. ince tabakalar halinde yarmak (kösele).

skiver

i. bir cins ince kösele; köseleyi tabaka tabaka kesmeye mahsus bıçak; köseleyi böyle kesen kimse.

skivvy

i., A.B.D., (argo) erkek fanilası.

skoal

(ünlem) Sıhhatinize! .

skoplje

i. Üsküp.

skua

i. bir çeşit iri martı.

skulduggery

i., A.B.D. dalavere, hilekârlık.

skulk

f., i. sıvışıp gizlenmek; kaytarmak, atlatmak; i. gizlenen kimse.

skull

i. kafatası; kafa, beyin. skull and crossbones ölüm sembolü olarak kafa kemiği altına çaprazlama konulmuş kol veya bacak kemikleri.

skullcap

i. takke.

skunk

i., f. kokarca, Kuzey Amerika'da bulunan sansargillerden bir hayvan, zool. Mephitis mephitis: kokarca kürkü; k.dili. pis herif; f., (argo) tamamen yenmek. skunk cabbage yılanyastığıgillerden pis kokulu bir bitki, bot. Symplocarpus foetidus.

skutari

bak. Scutari.

sky

i., f. (skied veya skyed, skying) gökyüzü, gök, sema, asuman; hava; f., k.dili topu havaya vurmak, yukanya fırlatmak; duvarın üst tarafına asmak (resim). sky blue gök mavisi. sky pilot (argo) orduda papaz veya rahip. out of a clear sky birdenbire, tepeden inme. praise to the skies göklere çıkarmak, aşırı derecede övmek. under the open sky açık havada, gök kubbe altında.

skydiving

i. paraşütü açmadan önce gosteri yapma.

skyeterrier

İskoçya'ya mahsus kısa bacaklı ve uzun tüylü bir çeşit teriyer.

skyhigh

s., z. göklere erişecek kadar yüksek.

skylark

i., f. tarlakuşu, toygar, zool. Alauda arvensis; f. gürültü ederek eğlenmek.

skylight

i. dam penceresi, kaporta.

skyline

i. ufuk çizgisi; siluet.

skyrocket

i., f. hava fişeği; f. birden yükselmek, hızla artmak.

skysail

i., den. aşağıdan yedinci yelken, kontra yelkeni.

skyscape

i. göğün bir kısmını gösteren resim.

skyscraper

i. gökdelen.

skywards

z. göğe doğru.

skyway

i. hava yolu; asma yol.

skywriting

i. uçak ile havada yazılan yazı.

sl

kıs. Sandwich Islands, Staten Island.

slab

i., f. (-bed, -bing) kalın dilim; kerestenin dış parçası; f. kütükten tahta biçmek.

slabber

bak. slobber.

slack

s., z., i. gevşek; sarkık; ağır, yavaş; dikkatsiz; kesat; sıkı olmayan; zayıf; z. gevşekçe; oldukça ağır; i. halatın gevşek kısmı veya sarkık ucu, halatm boşu; iş olmayan devre; durgun su; fazlalık. slack water durgun su. keep a slack hand dikkatsizce veya beceriksizce iş görmek. slackly z. gevşekçe. slackness i. gevşeklik.

slack , slacken

f. gevşemek; hafiflemek, şiddetini kaybetmek, durgunlaşmak, durulmak; söndürmek (kireç). slack off yavaş yavaş gevşemek, durulmak. slack up hızını kesmek.

slackbaked

s. tam pişmemiş.

slacks

i. pantolon.

slag

i., f. (-ged, -ging) cüruf, dışık, mucur; lavlarla karışık cüruf; f. cüruf haline gelmek. slaggy s. cüruflu.

slain

bak. slay.

slake

f. gidermek (susuzluk); yatıştırmak, dindirmek; söndürmek (kireç). slaked lime sönmüş kireç.

slalom

i. küçük bayraklarla işaretlenmiş dönemeçli bir inişte yapılan kayak yarışı, slalom.

slam

f. (-med, -ming) i. çarpıp kapamak, vurmak, çarpmak (kapı); hız ve gürültü ile vurmak veya yere çalmak; (argo) sövmek, slang. kalaylamak; i. çarpma, hızla kapama; şiddetle kapı kapama gürültüsü; briçte her eli kazanma; (argo) hakaret. slam down gürültü ile yere çarpmak. slam on the brake birden frene basmak. slam the door in one's face kapıyı yüzüne kapamak, görüşmeyi reddetmek, küstahlık ederek yanaşmamak. slam to çarpıp kapamak, vurmak (kapı). grand slam briçte her eli kazanma, büyük şilem. little slam briçte bir tanesinden başka her eli alma, küçük şilem.

slambang

z., f. gürültü ile; düşüncesizce; f. gürültü ve şiddetle ilerlemek.

slander

i., f. sözle iftira, bühtan; f. iftira etmek, buhtan etmek.

slanderous

s. iftira niteliğinde; if tira kabilinden havadis yayan. slanderously z. iftira ederek. slanderousness i. iftiracılık.

slang

i., f. külhanbeyi dili, argo; argo deyim; f. argo konuşmak; ing. azarlamak.

slangy

s. argo kabilinden, argo deyimler kullanan. slangily z. argo ile, argo kullanarak. slanginess i. çok argo kullanma.

slant

f., i., s. yana yatmak, meyilli olmak; kendi görüşüne göre anlatmak, gerçeği çarpıtmak; i. eğim, meyilli düzey; alay, istihza; gerçekten ayrılma; cihet, tutum, görüş noktası; yan bakış; s. meyilli, eğri. slantingly, slantwise z. meyilli olarak, verevine.

slap

f. (slapped, slapping) i., z. hafifçe vurmak, tokat atmak; hakaret etmek; gelişi güzel koymak; i. tokat, şamar, hafif sille; hakaret; z. ansızın, birdenbire, (informal) şıp diye, pattadak; k.dili. dosdoğru. slap in the face hakaret. slap on yürürlüğe koymak; (cezaya) çarptırmak. slap on the wrist azarlamak.

slapdash

s., i., z. aceleci, savruk; i. baştan savma iş veya davranış; z. dikkat sizce, acele.

slaphappy

s., (argo) yarı baygın, şaşkın; sersem.

slapjack

i., A.B.D., (ahçı) gözleme; çocuk iskambil oyunu.

slapstick

i., s. güldürü; s. gürültülü, şakacı.

slash

f., i. kamçılamak; yarmak, uzun bir yara açar gibi kesmek; azarlamak; (ormanı) harap etmek; fiyatta büyük indirim yapmak; kılıç ile rasgele şiddetle vurmak; i. uzun kesik veya yara; yırtmaç; kamçı vuruşu; ormanda harap edilmiş alan; matb. eğri çizgi ( / ).

slashing

i., s. uzun kesik veya yara; kesik veya yara açma; s. kuvvetli, şiddetli, amansız; k.dili. çok büyük, çok güzel. slashingly z. şiddetle, amansız bir şekilde.

slat

i. tiriz, lata.

slat

f., ing., leh. fırlatmak; çarpmak; den. çalkanmak.

slate

f. kınamak, tenkit etmek; azarlamak; Ing. cezalandırmak.

slate

i., s., f. kayağantaş, kara kayağan, arduvaz, taş tahta; koyu maviye çalar kurşun rengi; A.B.D. adaylar listesi; s. kayağan taştan yapılmış; kayağantaş rengindeki, barudi; f. taş tahta ile kaplamak; A.B.D. belli bir gaye ile planlamak. slate pencil taş kalem .clean slate temiz mazi. slat'ing i. arduvaz yerleştirme işlemi; arduvaz. slat'y s. taş tahtaya benzer; kurşun rengindeki.

slather

f., i., k.dili., leh. bol bol sarfetmek har vurup harman savurmak; i., çoğ. çok miktar.

slattern

i., s. pasaklı kadın; s. pasaklı, şapşal. slatternly s. pasaklı. slatternliness i. pasaklılık.

slaughter

i., f. hayvan kesme; katil; katliam, kan dökme; f. kesmek, boğazlamak, kılıçtan geçirmek.

slaughterhouse

i. salhane, mezbaha.

slaughterous

s. kan dökme kabilinden, katil, öldürücü.

slav

i. islav ırkından kimse. Slav'ic s., i. islavlara ait; i. islav dili. Slav'ism i. islavlık. Slavophile i. islav taraftan olan ve onlan benimseyen kimse.

slave

i., f. köle, esir, kul, bende, cariye, halayık; köle gibi çalışan kimse; f. köle gibi çalışmak; esir etmek, köle yapmak. slave away at dinlenmeden çalışmak. slave driver köle gibi adam çalıştıran kimse. slave labor esir işi; zoraki yaptırılan iş. slave ship esir gemisi. slave trade esir ticareti. a slave to tobacco tütün kölesi.

slaveholder

i. köleleri olan kimse.

slaver

i. esir gemisi; esir taciri.

slaver

f., i. salya akltmak; salva bulaştırmak; i. salya.

slavery

i. kölelik, esirlik, esaret, bendelik, halayıklık; çok ağır iş; kölelik sistemi.

slavey

i., ing., k.dili. orta hizmetçisi.

slavic

bak. Slav.

slavish

s. köle gibi, köleye yakışır; esir huylu. slavish imitation körü körüne taklit etme. slavishly z. kölece.

slavonic

s. islav memleketlerine veya halkına ait; islav dillerine ait.

slavophobe

i. islavlardan korkan adam.

slaw

i. lahana salatası.

slay

f. (slew slain) öldürmek, kesmek katletmek, kılıçtan geçirmek.

sleave

f., i. açmak, ayırmak; i. karıştırılmış bir şey.

sleazy

s. gevşek, dayanıksız; adi; bakımsız. sleaziness i. gevşeklik, dayanıksızlık

sled

i., f. (-ded, -ding) kızak; f. kızakla taşımak veya yolculuk etmek.

sledding

i. kaypaklık, kızağın kaymasına elverişli olma; nakliyat işlerinde kızak kullanma hard veya rough sledding müşkül durum güçlükler.

sledge

i., f. özellikle yük taşımaya mahsus büyük kızak; f. kızakla yolculuk etmek veya taşımak. sledg'ing i. kızak kullanma.

sledge

i., f. ağır çekiç, varyos; f. varyosla vurmak. sledgehammer i. varyos, balyoz.

sleek

s., f. perdahlı, düzgün, kaygan, ipek gibi parlak; kaypak tavırlı; besili; f. düzgün ve parlak hale getirmek; yatıştırmak. sleek'ly z. kaypak bir tavırla. sleek'ness i. kaypaklık, parlaklık.

sleep

i. uyku. beauty sleep ilk uyku, gece yarısından evvelki uyku; güzellik uykusu. broken sleep devamlı olmayan uyku, kesik kesik uyuma. go to sleep uyumak uykuya dalmak: (ayak el) uyuşmak karıncalanmak. last sleep olum, son uyku. putto sleep yatırmak; hayvanın canını yakmadan. öldürmek. talk in one's sleep uykuda sayıklamak. walk in one's sleep uykuda gezmek. the sleep of the just vicdan rahatlığından ileri gelen deliksiz uyku.

sleep

f. (slept) uyumak; uyuşuk bir halde olmak; hareketsiz durumda olmak. sleep away veya off uyuyarak geçirmek. sleep in (hizmetçi) evde yatmak; geç vakte kadar uyumak. sleep like a log veya top ölü gibi uyumak. sleep on istihareye yatmak, bir mesele üzerinde düşünmek için bir gün ertelemek. sleep the clock round on iki saat aralıksız uyumak. sleep with cinsi ilişkide bulunmak.

sleeper

i. uyuyan kimse; kış uykusuna yatan hayvan; yataklı vagon; demiryolu traversi; A.B.D., (argo) beklenmedik bir başarı kazanan filim veya kitap.

sleeping

i., s. uyku hali; s. uyuyan, uykudaki; uyku için kullanılan. sleeping bag uyku tulumu. sleeping Beauty Uyuyan Güzel. sleeping car yataklı vagon. sleeping partner ing. işin idaresine karışmayan ortak. sleeping pill uyku hapı. sleeping sickness uyku hastalığı.

sleepless

s. uykusuz. sleeplessly z. uykusuz olarak sleeplessness i. uykusuzluk.

sleepwalk

f. uykuda gezmek. sleep walking i. uyurgezerlik.

sleepwalker

i. uyurgezer kimse.

sleepy

s. uykusu gelmiş, uykulu; mahmur; uyuşuk, tembel; uyuklatıcı. sleepylittle town gürültüsüz ve sakin kasaba. sleepily z. gözlerinden uyku akarak, mahmur halde. sleepiness i. uykulu olma hali.

sleepyhead

i. uykucu kimse, ayakta uyuyan kimse.

sleet

i., f. sulusepken kar, yağmurla karışık kar; f. sulusepken yağmak. sleet'y s. sulu sepken olan, sulusepken gibi.

sleeve

i., f. elbise kolu; mak. gömlek, kol tertibatı; f. kol takmak. have a card up one's sleeve icabında kullanılmak üzere gizli veya bir kenarda hazır kozu olmak. roll up one's sleeves kollarını sıvamak; bir işe girişmek. wear one's heart on one's sleeve bak. heart sleeved s. kollu. sleeve'less s kolsuz.

sleigh

i. özellikle yolcu taşımaya mahsus büyük kızak. sleigh bell kızağa veya onu çeken ata takılan çıngırak. sleigh'ing i. kızakla gezme; kızakla gezmeye elverişli karlı zemin.

sleight

i. el çabukluğu; hüner .sleight of hand el çabukluğu.

slender

s. ince, ince uzun; zayıf, kuvvetsiz, narin; az, yetersiz, ancak yetişecek kadar. slenderly z. ince uzun olarak; kuvvetsizce. slenderness i. kuvvetsizlik, incelik.

slenderize

f. incelmek, inceltmek.

slept

bak. sleep.

sleuth

i., f. av köpeği A.B.D., k.dili. polis hafiyesi; f. avlamak; dedektif rolü oynamak.

slew

bak. slay.

slew , slue

f., i. çevirmek, vira etmek, dönmek; i. çevirme, vira etme.

slew , slue

i., A.B.D., k.dili. bir sürü, çok miktar. a slew of çok miktarda.

slice

i., f. dilim; balıkçılık ve matbaacılıkta kullanılan bir çeşit enli bıçak; golfta topa meyilli vuruşla topun gidişine kıvrıntılı yön verme; f. bir dilim kesmek; dilimlemek, doğramak; golfta topa bu şekilde vurmak. slic'er i. dilim kesici alet; gemi tahtalarını yerlerinden çıkarmaya mahsus alet.

slick

s., i., z., f. düz, parlak ve kaygan; yüze gülen; k.dili. kurnaz; hilekâr; yağlı (saç); gürbüz, sıhhatli; (argo) hoş; i. su yüzünde bulunan yağ tabakası; A.B.D., çoğ. kuşe kâğıt üzerine basılmış dergiler; z., (argo) maharetle, ustalıkla, kurnazcasına; f. kayganlaştırmak; k.dili., gen. up ile düzeltip süslemek.

slickensides

i. sürtünme sonucu meydana gelen çizilmiş parlak taş yüzeyleri.

slicker

i., A.B.D. muşamba yağmurluk; k.dili. kurnaz ve hilekâr kimse. city slicker taşra halkını aldatan düzenbaz kimse.

slide

i. kayma; kaydırak; üstünden kayılarak gidilen yer; heyelân, toprak kayması; projeksiyon makinalannda kullanılan resimli cam, diyapozitif, slayt; lam; müz. kaydırma, glissando; herhangi bir aletin kayıcı kısmı. slide bar kapı sürmesi, sürgü; kılavuz ray.slide projector projeksiyon makinası slide rule sürgülü hesap cetveli. slide valve sürgü valfı.

slide

f. (slid, slidden) kaymak; hissettirmeden geçmek; kayıp gitmek (gemi); sessizce ortadan kaybolmak, savuşmak; kaydırmak, kaydırarak yürütmek. slide in veya into kolaylıkla ve çabucak girivermek; sokuvermek. sliding door sürme kapı. let slide ihmal etmek; kendi haline bırakmak.

slidingscale

değişebilen değerlendirme oranı.

slight

s. önemsiz; cüzi; ince, zayıf; aklı veya ahlâkı zayıf olan. slight'ly z. az slight'ness i. önemsizlik.

slight

f., i. önemsememek; yüz vermemek; görmezlikten gelmek; küçümsemek; dikkatsizce yapmak; i. yüz vermeyiş, riayetsizlik, tepeden bakma. slight'ing s. küçümseyici. slight'ingly z. önem vermeyerek. slily bak. slyly.

slim

s. (-mer, -mest) ince, uzun yapılı; zayıf; yetersiz, cüzi. slim'ly z. ince olarak. slim'ness i. incelik.

slim

f. (-med, -ming) incelmek, inceltmek. slim down kilo vermek, incelmek.

slime

i., f. yapışkan ve nemli herhangi bir madde; balçık; salgı; salyangoz sümüğü; f. yapışkan ve ince çamurla kaplamak veya sıvamak; yapışkanlığını temizlemek (balık).

slimsy

s., A.B.D., k.dili. dayanıksız; entipüften.

slimy

s. yapışkan, nemli bir maddeyle kaplanmış; sümüksü; pis. sliminess i. yapışkanlık, kayganlık.

sling

i., f. (slung) sapan; askı; bir şeyi kaldırmak veya asmak için kullanılan kayış; den. izbiro; f. sapanla atmak, fırlatmak; askıya koymak; askı ile kaldırıp çekmek; askı ile asmak; uzun adımlarla yaylanarak yürümek.

sling

i., A.B.D. cin katarak su ve limonla yapılan buzlu bir içki.

slingshot

i. sapan.

slink

f. (slunk) sıvışmak.

slink

f., i., s. yavrusunu düşürmek (hayvan), vakti gelmeden yavrulamak; i. vakitsiz doğmuş hayvan yavrusu, bilhassa buzağı; s. gelişmeden doğmuş.

slinky

s. gizli kapaklı iş gören, el altından iş yürüten; (argo) sinsi; vücuda yapışan.

slip

i. seramik yapımında kullanılan ince ve sulu kil.

slip

i., f. daldırılmak için koparılan dal; ince ve uzunca kâğıt parçası; çok zayıf ve uzun boylu çocuk; f. daldırmak için dal koparmak.

slip

f. (slipped, -ping) kaymak; eli veya ayağı kaymak; kaydırmak, geçirmek; serbest bırakmak, serbest kalmak; yanılmak, hataya düşmek; kaçmak, kaçırmak; çıkmak (kol, bacak); gizlice vermek; erken doğurmak (hayvan). slip away sıvışmak; hissettirmeden çıkıp gitmek; ölmek. slip by akıp gitmek (zaman). slip in kayıp içine düşmek; girivermek. slip off sıvışmak; çıkarmak, üstünden atmak (elbise); hissettirmeden gitmek, sıvışıp gitmek. slip on giyivermek, üstüne geçirmek. slip one over on k.dili. aldatmak. slip out savuşuvermek; ağzından kaçmak. slip the cable den. lengeri kaldıramayıp gomenasını salıvermek. slip up yanılmak, sürçmek. It. slipped my mind Aklımdan çıktı Unuttum. let slip kaçırmak, salıvermek.

slip

i. kayma, kayış, ayak kayması; yanlışlık, hata, sürçme; jeol. heyelân, kaysa; kadın iç gömleği, kombinezon; yastık yuzü; A.B.D. iki iskele arasındaki dar yer; üzerinden geminin karaya çekildiği kızak; iskele palamar yeri; kriket kalenin arkasındaki yer; köpek tasması. slip of the tongue dil sürçmesi. give someone the slip bir kimseden sıvışmak, atlatmak.

slipcover

i. koltuk veya kanepe kılıfı.

slipknot

i. ilmik, bağlandığı yerde aşağı yukarı inip çıkan düğüm, eğreti düğüm.

slipon

s., kolaylıkla giyilip çıkarılan (elbise).

slipover

s., baştan giyilen (kazak).

slippage

i. kayış mesafesi; hakiki ile farzedilen hız arasındaki kayma neticesi meydana gelen fark.

slipper

i. terlik, pantufla. slippered s. terlik giymiş, terlikli.

slipperwort

i. çanta çiçeği, bot. Calceolaria integrifolia.

slippery

s. kaypak, kaygan, kayağan; hilekâr, güvenilmez; ele geçmez, Yakalanmaz. slipperily z. kaygan olarak; güvenilmez şekilde. slipperiness i. kayganlık; güvenilmezlik. slippery elm yumuşak iç kabuğu ilâç olarak kullanılan ve Amerika'da yetişen bir çeşit karaağaç, bot. Ulmus fulva.

slippy

s. kaypak; kaygan.

slipsheet

i., matb. mürekkebin yayılmasını önlemek için araya konan boş sayfa.

slipshod

s. dikkatsizce yapılmış; hareketlerinde ve giyiminde dikkatsiz, pasaklı, şapşal.

slipslop

i., k.dili. sulu tatsız yemek; dil hatası.

slipsole

i. ince iç tabanı.

slipstick

i., A.B.D., (argo) sürgülü hesap cetveli.

slipstream

i., hav. pervane arkasındaki hava cereyanı.

slipup

i., k.dili. hata, yanlış, sürçme.

slipway

i., gen., çoğ. gemi yapı kızağı.

slit

f. (slit, ting) i., s. düz ve uzun yarık açmak; ince ve uzun yarmak, uzunluğuna kesmek; i. düz ve uzun yarık; dar ve uzun delik; yarık; s. ince ve dar, kısık (göz).

slither

f. kaymak, kayar gibi yürümek veya gitmek; kaydırmak.

sliver

i., f. kesilmiş veya yırtılmış ince uzun parça; kıymık; ince dilim; yün bükmesi; f. ince uzun parçalara kesmek veya aylrmak; kıymık saçmak.

slloxinia

i. gloksinya, bot. Sinningia speciosa.

slob

i., k.dili. aptal veya kılıkslz kimse; İrl. çamur. slob ice Kan yığın halinde yüzen buz parçaları.

slobber , slabber

f., i. ağzından salya akıtmak, üzerine salya akıtıp bulaştırmak; salya akmak, salya gibi akmak; abartmalı söz söylemek; i. salya; bir ağız dolusu. abartmalı hissi laf. slobbery s. Islak, nemli; ağzından salya akıtan.

sloe

i. çakaleriği, dağ eriği, güvem, bot. Prunus spinosa.

sloeeyed

s. kömür rengi gözleri olan; çekik gözlü.

slog

f. (slogged, -ging) i. şiddetle ve rasgele vurmak (bilhassa boksta); ağır ağır ve zahmetle. yürümek veya çalışmak; i. şiddetli vuruş; ağır ve zor yürüyüş; uzun gayret.

slogan

i. slogan, şiar, parola; harp nidası.

sloop

i. navi, şalopa, tek direkli yelken gemisi. sloop of war eskiden brik armalı küçük savaş gemisi. slooprigged s. yan yelkeni ve floku olan (gemi).

slop

i., f. (slopped, -ping) sulu çamur, yarı erimiş kar; yere dökülmüş sulu madde; sulu hayvan yemi; çoğ. adi veya fena cins yemek; çoğ. bulaşık suyu; f. dökülmek, sıçramak; sulu çamurda yürümek; dökmek,sıçratmak; A.B.D. hayvana sulu yem vermek. slop pail çöp kovası. slop over taşmak; taşkınlık yapmak.

slope

i., f. meyilli yüzey veya hat; bayır yokuş; f. meyletmek, meyilli olmak veya kılmak. slope angle meyil açısı. slop'ing s. meyleden. slop'ingly z. meyilli olarak.

sloppy

s. zifoslu, çamurlu, sulu; kirli su ile lekelenmiş veya ıslatılmış; şapşal, çapaçul, dökük saçık; dikkatsiz, dikkatsizce yapılmış; k.dili. fazla hissi. sloppily z. şapşalca. sloppiness i. şapşallık, dökük saçıklık.

slosh

f., i. suda veya çamurda çırpınıp etrafa sıçratmak; suya sokup çalkalamak; i. çamurlu kar. slosh'y s. çamurlu.

slot

i., f. (-ted, -ting) dar ve uzun yiv veya açıklık; delik; k.dili. yer, mevki; f. dar ve uzun yiv veya delik açmak; yivine veya yerine oturtmak. slot machine içine para konulan otomatik büfe veya oyun makinası.

slot

i. geyik izi.

sloth

i. tembellik; Amerika'ya mahsus yakalı tembel hayvan, zool. Bradypus.

slothful

s. tembel. slothfully z' tembelce. slothfulness i. tembellik.

slouch

f., i. dikkatsizce gevşek oturmak; serserice yürümek; oturduğu yere yayılmak; i. başın sarkması; ağır hareket eden ve beceriksiz kimse; şapkanın sarkık kenarı. slouch hat kenarı aşağı doğru kıvrılmış şapka. He's no slouch at baseball k.dili. iyi bir beysbol oyuncusudur. slouch'iness i. dikkatsizlik; şapşallık. slouch'ingly, slouch'ily z. gevşek gevşek. slouch,y s. sarkık, şapşal.

slough

i., f. düşürülen yara kabuğu; canlı dokudan ayrılan veya atılan ölü doku; yılanın değişip atılan derisi, yılan gömleği; f. atılmak (ölü doku), çıkarılıp atılmak; kabuk olarak dökülmek; deri değişmek (yılan) slough off, slough away dökmek (kabuk), soymak (deri); bertaraf etmek, savmak. sloughy s. kabuklu, kabuk dolu.

slough

i. içinde su biriken durgun bataklık, gölcük; ahlâk bozukluğu. sloughy s. çamurlu, bataklı.

slough

i. derin çamurlu yer. slough of despond çaresizlik, karamsarlık.

slovak

i. Slovakyalı, Slovak; Slovak dili. Slovakia i. Slovakya. Slovakian s., i. Slovakyalı; i. Slovakça.

sloven

i. giyim ve davranışında dikkatsiz kimse, şapşal kimse. slovenly s., z. intizamsız, şapşal, gevşek; z. düzensiz olarak. slovenliness i. şapşallık.

slovene

i., s. Slovenyalı; s. Slovenya'ya veya Slovenya'lılara ait.

slovenia

i. Slovenya, Yugoslavya'nın bir eyaleti. Slovenian s., i. Slovenyalı.

slow

s., z., f. yavaş, ağır, bati; ağır yürür, yavaş gider; geri kalmış; güç anlayan; can sıkıcı, bıktırıcı; hızlı koşmaya elverişli olmayan (koşu yolu); z. yavaş yavaş, ağır ağır; f., (sık sık up veya down ile) hızını eksiltmek, yavaşlatmak; ağırlaşmak, yavaşlamak, gecikmek. slow match ağır yanar fitil. slow motion yavaşlatılmış hareket. slow oven ağır ateşi yanan fırın. slowly z. yavaş yavaş, ağır ağır. slowness i. yavaşlık.

slowdown

i. yavaşlama (bilhassa işçi işveren münasebetlerinde işi mahsustan yavaşlatma).

slowpoke

i., k.dili. işi ağırdan alan kimse.

slowwitted

s. güç anlayan.

slowworm

i. köryılan.

sloyd

i. basit tahta eşyalar yapma usulü.

slub

i., f. (-bed,- bing) eğirmek için hazırlık olarak azıcık bükülen yün veya pamuk; pamuk ipliğinde kalın yer; f. çekip azcık bükmek.

slubber

f. dikkatsizce yapmak; çamurda yürümek.

sludge

i. sulu çamur; su yüzündeki buz parçalan; çöp; lağım deliği çamuru. sludgy s. çamurlu.

slue

f. eksen etrafında döner gibi dolaşmak; yanlamasına hareket etmek. slue i., bak. slew.

slug

i. eskiden tüfeğe doldurulan kesme kurşun; anterlin; linotip makinasının döktüğü bir satır yazı; jeton; sahte jeton.

slug

i., f., k.dili. yumruk, muşta; bir yudum saf viski; çoğ., Kan. öğretmenin dayak atması; f. yumruk veya sopa ile vurmak.

slug

i. sümüklüböcek, zool. Limax.

slugabed

i. tembellikten geç kalkan kimse.

sluggard

s., i. mıymıntı, tembel, miskin (kimse). sluggardliness i. miskinlik, mıymıntılık. sluggardly s. tembel.

slugger

i. yumrukla vuran kimse.

sluggish

s. ağır, bati; ağır yürür veya hareket eder; tembel tabiatlı; hareketsiz. sluggishly z. ağır ağır. sluggishness i. ağırlık; tembellik.

sluice

i., f. savak; savaktan akan su; bir yerden bir yere ağaç kütüğü nakletmek veya altın madenini yıkayıp ayırmak için yapılan kanal; f. savak vasıtasıyla sulamak; bol su ile ıslatmak; savak yoluyle sevketmek (kütük). sluice gate savak kapağı. sluice valve savak valfı. sluiceway i. savak yatağı.

slum

i., f. (-med, -ming) gen. çoğ. şehrin yoksul semti; gecekondu bölgesi, kenar mahalle; ayaktakımının yaşadığı semt; f. (meraktan veya vakit geçirmek için) bu semtlerde gezmek. slum clearance böyle semtleri ortadan kaldırıp yeniden inşa etme. slumlord i., A.B.D. kiracısını istismar eden gecekondu ağası. slummy s. bu semtlere benzer, dar ve pis.

slumber

f., i. uyumak, uyuklamak; uyuşuk ve hareketsiz halde olmak; pineklemek; i. uyku, uyuma, uyuklama, pinekleme. slumber away uyuyarak vakit kaybetmek.

slumberland

i. uykuda hayal edilen yer.

slumberous

s. uyku getiren; uykulu, uykusu gelmiş; uykuya ait.

slumgullion

i., A.B.D., (argo) çok sulu türlü; İng., (argo) tatsız içecek; hademe; balık artığı; mad. savak yatağındaki kırmızımsı ve çamurlu çökelti.

slump

i., f. çökme; fiyatların birden düşmesi; iş durğunluğu; toprak kayması; kendini bırakmış bir şekilde oturma veya yürüme; f. birden düşmek veya batmak, çöküp düşmek; yığılmak; kaymak (toprak).

slung

bak. sling.

slunk

bak. slink.

slur

f. (-red, -ring) i. küçük düşürecek söz söylemek, önemsememek; hızlıca ve hafifçe geçmek; gizlemek; sözü ağzında gevelemek; müz. iki perdeli notaları kaydırır gibi çalmak veya söylemek; kirletmek, lekelemek; i. iftira kabilinden zem, yerme; müz. ses kaydırması, ses kaydırma işareti; bulanıklık.

slurp

f., (argo) höpürdetmek.

slurry

i., f. (-ried, -rying) sulu çimento, kömür çamuru; f. sulu çimento yapmak.

slush

i. sulu çamur; yarı erimiş kar; den. yağlı yemek artıkları; makina yağlamasında kullanılan yağlı karışım; beyaz kurşunla kireç karışımı makina boyası; abartmalı hissi söz veya yazı; f. yağlı maddeyle kaplamak, yağlı maddeyi sürmek; beyaz kurşunla kireç karışımı boya ile boyamak. slush fund A.B.D. rüşvet vermek üzere toplanan para; eskiden gemicilerin çöpleri satarak elde ettikleri para. slush up çimento veya harçla doldurmak; (güvertenin) üstüne su atıp yıkamak. slushy s. yarı erimiş, karlı, çamurlu.

slut

i. pasaklı ve pis kadın; sürtük kadın; dişi köpek. sluttish s. pasaklı. sluttishly z. sürtük bir halde. sluttishness i. sürtüklük.

sly

s. (slyer, slyest veya slier, sliest) kurnaz, şeytan; şakacı; yaramaz; marifetli. slyboots i., (şaka) kurnaz ve şakacı kimse. on the sly gizli gizli; sezdirmeden. slyly z. kurnazca. slyness i. kurnazlık.

smack

i., A.B.D., (argo) eroin .

smack

i., f. şapırtı; tokat, şamar; tokat sesi, sesli şamar; f. şapırtı ile öpmek veya tatmak; tokat atmak.

smack

i. yelkenli büyük balıkçı kayığı, alamana.

smack

i., f. hafif koku veya lezzet; f., gen. (of ile) hafif çeşnisi veya kokusu olmak; imada bulunmak .

smack-dab

z., A.B.D., (argo) dosdoğru, isabet ederek.

smacking

s. canlı, çevik.

small

s., i., z. ufak, ufacık, küçük, mini mini; önemsiz; ahlakça zayıf olan, alçak, soysuz; ince, hafif; kuvvetsiz; adi; az, cuzi; i. ufak şey; az miktar; bir şeyin ince yeri; z. hafif hafif, yavaşça; önemsizce. small arms tabanca gibi ufak silahlar, el silahları. small beer hafif bira; İng. ehemmiyetsiz iş veya kimse. small change bozuk para. small craft küçük gemiler. small fry ufak balıklar; önemsiz kimse veya şeyler; küçük çocuklar. small hours gece yarısından sonraki saatler. small letter küçük harf. small of the back sırtın en dar kısmı. small potatoes A.B.D., (argo) önemsiz kimse veya şey. small talk önemsiz sohbet. small time A.B.D., (argo) önemsiz, ikinci derecede. feel small mahcup olmak. in a small way gösterişsiz şekilde; azıcık. in small numbers azar azar. smallish s. ufakça. smallness i. ufaklık.

smallage

i. yabani kereviz, bot. Apium graveolens.

smallclothes

i. potur, kısa diz pantolonu.

smallminded

s. önemsiz şeylere kafası işleyen; düşüncesi kıt.

smallpox

i., tıb. çiçek hastalığı.

smallscale

s. küçük ölçekli.

smalt

i. kobalt ile boyanmış camın tozundan yapılan koyu mavi boya.

smart

f., i. acımak, acıtmak; pişman olmak; belâsını çekmek, canı yanmak; i. acı, elem, keder; leh. miktar. smart money tazminat; yaralanan asker veya işçilere tazminat olarak verilen para.

smart

s. açıkgöz; akıllı, usta, kabiliyetli; acıtan, acı veren; keskin, şiddetli; kuvvetli; gösterişli, süslü; şık. smart aleck k.dili. ukalâ dümbeleği. smart set şık insanlar. smartly z. şık olarak; ustalıkla. smartness i. şıklık; ustalık; açıkgözlülük.

smarten

f. temiz ve taze hale koymak; giydirip süslemek.

smartweed

i. su biberi, bot. Poly gonum.

smash

f., i. ezmek, parça parça etmek; kırıp parçalamak; mahvetmek; teniste yukarıdan topu şiddetle vurmak, smaş yapmak; parça parça olmak, ezilmek; çarpmak; iflâs etmek; i. paramparça olma, ezilme; mahvolma; k.dili. birdenbire iflâs etme; buzlu konyak; k.dili. başarı. smash hit k.dili. filim veya piyesin tutulması. go to smash k.dili. mahvolmak, iflâs etmek.

smashing

s., k.dili. çok güzel, cazip.

smashup

i., k.dili. şiddetli çarpışma.

smatter

f., i., gen.(of ile) sathi olmak; i. sathi olma. smattering i. sathi bilgi, yüzeyde kalan bilgi.

smear

f., i. sürmek; yapışkan veya yağlı bir şeyle sıvamak; lekelemek; A.B.D., (argo) tamamen yenmek; i. leke; iftira. smeary s. yağlı, yapışkan; lekeli.

smell

f. (-ed veya smelt) i. koklamak, kokusunu almak; sezmek; kokmak; fena kokmak; koku saçmak; i. koklama; koku, rayiha; ima; hava. smell about araştırmak. smell a rat şüphelenmek, bir hile olduğunu sezmek. smell of ima etmek. smell out kokusunu alarak izini bulmak. smell up kokutmak. smelling salts amonyak ruhu. smeller i. koklayan kimse; (argo) burun. smelly s. kokulu; pis kokulu, kokmuş.

smelt

bak. smell.

smelt

i. çamuka (balık) sand smelt aterina, zool. Atherina presbyter.

smelt

f. madeni tasfiye için eritmek, kaletmek. smelter i. kalcı, maden tasfiyecisi; tasfiye fırını, tasfiyehane.

smidgen

i., A.B.D., k.dili. bir parça, bir nebze.

smilax

i. saparna, bot. Smilax.

smile

f., i. gülümsemek, tebessüm etmek; (upon ile) uygun düşürmek, tasvip etmek, onamak; gülmek; gülümseyerek ifade etmek; i. gülümseme, tebessüm; lütuf; neşe. smilingly z. gülümseyerek. smilingness i. tebessüm, gülümseyiş.

smirch

f., i. bulaştırmak, kirletmek, leke sürmek; lekelemek; i. leke, ayıp.

smirk

f., i. yılışık yılışık sırıtmak; zorla gülümsemek; i. sırıtış, yapmacık tebessüm.

smite

f. (smote, smitten) vurmak, kuvvetle vurmak, darbe indirmek, çarpmak; şamar atmak; vurup öldürmek; belâ kesilmek; kuvvetle etkilemek; rahatsız etmek, pişman etmek. smite off bir darbede kesmek. smite out bir darbede ortadan kaldırmak.

smith

i. demirci. smithy i. demirhane; nalbanthane.

smithereens , smithers

i., çoğ., k.dili. parçalar. smash into smithereens paramparça etmek.

smitten

bak. smite; s. çarpılmış; rahatsız; âşık, vurgun.

smock

i., f. gömlek; iş kıyafeti;f. iş gömleği giydirmek; elbisede bal peteği şeklinde büzgü yapmak.smock frock iş kıyafeti, iş gömleği.

smocking

i. bal peteği şeklinde iğne işi.

smog

i. dumanlı sis. smog'bound s. dumanlı sis ile kaplanmış.

smoke

i., f. duman, tutun; k.dili. sigara; boş laf; f. tütmek, duman çıkarmak; sigara içmek; tütün içmek; öfkelenmek; duman gibi toz çıkarmak; tütsülemek. smoke bomb sis bombası. smoke out gizlenmiş bir adam veya işi meydana çıkarmak, gün ışığına çıkarmak. smoke screen deniz savaşlarında kullanılan duman perdesi. smoke up dumanla doldurmak. go up in smoke yanıp bitmek, duman haline gelmek; k.dili. tepesi atmak. have a smoke sigara içmek. like smoke süratle, çabuk ve kolay. No smoking. Sigara içilmez. smokeless s. dumansız, duman çıkarmayan.

smoke tree

sarı ağaç, bot. Continus coggygria.

smokedry

f. tütsü ile kurutmak.

smokehouse

i. et veya balık ve derinin tütsü ile kurutulduğu yer.

smokein

i. haşişin içilmesini destekleyen ve bunu yasaklayıcı kanunlan protesto eden açık gösteri.

smokejack

i. kebap şişini çevirmek için baca içine yapılan tertibat.

smokepot

i. küçük buhar kazanı.

smoker

i. tütün içen kimse; tütün, içenlere mahsus vagon veya kompartıman; sigara içip sohbet edilen toplantı. smokers heart tıb. çok sigara içenlerin kalbine arız olan hastalık. smokers throat tıb. çok sigara içenlerin boğazına arız olan hastalık.

smokeshade

i. havada görülebilen pislik.

smokestack

i. vapur bacası; uzun fabrika bacası.

smoking car

sigara içenlere mahsus vagon.

smoking jacket

ev kıyafeti olarak giyilen rahat ve bol ceket.

smoky

s. dumanlı, tüten, dumanı çok; duman renginde olan, koyu füme. smokily z. tüterek, dumanlı olarak. smokiness i. dumanlılık.

smolder

f., i. için için yanmak; içten içe devam etmek, içlenmek (kin); i. boğucu kesif duman

smooch

f., i. A.B.D., (argo) öpüşmek; I. öpücük, buse.

smooth

f., i. düzeltmek, düzleştirmek; kolaylaştırmak; tatlılaştırmak (ses); yatıştırmak, teskin etmek; tesviye etmek, düzlemek; kolaylaşmak; i. düzeltme, düzleştirme; düz şey veya yer. smooth away kurtulmak (üzüntüden). smooth down yatıştırmak. smooth one's ruffled feathers sinirini yatıştırmak. smooth over yumuşatmak, olduğundan daha iyi göstermek.

smooth

s. düz, pürtüksüz, müstevi, pürüzsüz, düzgün; perdahlı; engelsiz; kolay; hoş, yumuşak, mülâyim; sakin, telâşsız; akıcı, kaygan; yağcılık eden; tüysüz, kılsız; tatlı, sert olmayan (içki); sürtünmeyen; aşınmış. smooth breathing eski Yunancada başında bir sesli harf olan kelimenin telaffuzuna h harfi ile başlanmaması. smoothly z. pürüzsüzce. smoothness i. pürüzsüzlük, düzlük.

smooth-chinned

s. sakalsız.

smooth-faced

s. sakalsız; güler yüzlü; mürai, ikiyüzlü.

smooth-tongued

s. nabza göre şerbet veren, riyakâr.

smoothbore

s. namlusu yivsiz, kaval (tüfek veya top).

smoothen

f. düzeltmek; yatıştırmak.

smoothie

i., A.B.D., k.dili. kandırıcı ve tatlı dilli kimse.

smorgasbord

i. İskandinav usulü soğuk büfe; İskandinav usulü ordövr.

smote

bak. smite.

smother

i., f. boğucu madde; bozulma hali; baskı altında kalma; f. boğmak, dumana veya toza boğmak; bastırmak; zaptetmek; gizli tutmak; yemeğin üstü başka bir şeyle kaplanmış olarak pişirmek; boğulmak, nefes alamamak; örtülüp çıkamamak; bastırılmak; zaptolunmak, salıverilmemek. smothery s. boğucu.

smudge

i., f. is veya toz lekesi; boğucu duman; dumanıyle sivrisinek veya ayazı gidermek için yakılan ateş; f. is ile kirletmek; isli dumanla tütsülemek.

smudgy

s. isli, lekeli. smudgily z. isli veya lekeli olarak. smudginess i. isli veya lekeli oluş.

smug

s. (-ger, -gest) kendini beğenmiş; şıklık meraklısı, şık görünmeye çalışan; temiz kılıklı.

smuggle

f. kaçakçılık yapmak, gümrükten kaçırmak. smuggler i. gümrük kaçakçısı. smuggling i. gümrük kaçakçılığı.

smut

i., f. (ted, ting) kurum, is; yakası açılmadık söz, pis laf, müstehcen söz; bot. buğday başaklarına arız olan mantar nevinden bir hastalık; f. is veya kurum ile lekelemek veya kirletmek; kirlenmek; lekelemek, iftira etmek.

smutty

s. isli, kirli; mantar hastalığına tutulmuş; pis laf kabilinden, açık saçık. smuttily z. isli olarak; açık saçık söz söyleyerek. smuttiness i. kirlilik, isli oluş, açık saçık sözler söyleme.

smyrna

i. İzmir.

snack

i., f. kısım, hisse; pay; lokma, bir iki lokmalık yemek; f., (on ile) yemekler arası atıştırmak. snack bar alaminüt yemeklerin yendiği lokanta.

snaffle

i., f. bir çeşit hafif gem; f. ağzına gem vurmak; İng., (argo) çalmak.

snafu

s., f., i., (argo) karmakarışık; f. karıştırmak; i. karışık iş, dolambaçlı iş.

snag

i., f. (-ged, -ging) kırık dal; budak; uzun diş; kırık diş; su dibinde bulunan ve kayıklar için tehlikeli olan kök veya dal; gizli engel, mânia; geyik boynuzunun dalı; f., nehir dibindeki köklere çarpmak (gemi); çengel ile kapmak, kancaya takıp yırtmak; nehir dibini kök veya dallardan temizlemek; k.dili. engel olmak. snaggy s. budaklı, çıkıntılı.

snail

i. salyangoz, sümüklüböcek, zool. Helix; tembel ve uyuşuk kimse. snailpaced s. çok yavaş yürüyen. climbing snail flower salyangoz, bot. Phaseolus caracalla.

snake

i., f. yılan; sinsi ve hain kimse; boru temizlemek için bükülebilen tel; f. yılan gibi sessizce ve sinsi sinsi ilerlemek; A.B.D., (argo) çekip dışarı çıkarmak, sıyırmak. snake charmer yılan oynatan hokkabaz. snake dance Amerika kızılderililerinin yılanlarla yaptıkları dini bir dans; yılankavi yürüyüşle yapılan dans. snake fence dolambaçlı çit. snake in the grass gizli tehlike veya düşman. grass snake, ringed snake kara yılan, zool. Tropidonotus natrix. hooded snake gözlüklü yılan. see snakes aşırı sarhoşluk sonucunda yılanlar görüyor gibi olmak. water snake ok yılanı, zool. Cerastes hasselquisti. snaky s. yılanlarla dolu; yılan gibi; kurnaz, hain.

snake-bryony

i. şeytan şalgamı, bot. Bryoniadiocia.

snakebird

i. kaz karabatağı, zool. Anhingarufa.

snakebite

i. yılan ısırması.

snakeroot

i. yılan sokmasında ilâç olarak kullanılan birkaç cins kök veya ot; loğusa otu, bot. Aristolochia; kurtluca.

snakeweed

i. yılan kökü, kurt pençesi, bot. Polygonum bistorta.

snap

f. ( -ped, -ping) i., s., z. şakırdatmak; çatırtı ile kopmak veya koparmak; çat sesiyle kapanmak veya kapatmak; dişleriyle kapma sesi çıkarmak; kıvılcım saçmak (göz); birdenbire harekete geçmek; enstantane fotoğraf çekmek; i. kapma; kopma; kopma sesi; hafif çarpma veya vurma sesi; çıtçıt; k.dili. kolay ve hoş iş; kuvvet, enerji; soğuk dalgası; zencefilli bisküvi; enstantane fotoğraf; s. acele ve düşünmeden yapılan; kolay; çat diye ses çıkararak birden kapanan; z. çabuk olarak, çat sesiyle. snap at kırıcı konuşmak; kapmak. snap off one's head kırıcı konuşmak. snap one's fingers at boş vermek, umursamamak. snap out of it k.dili. kendine gelmek. not a snap katiyen, hiç. soft snap basit iş, yağlı iş.

snap-brim hat

ön kenarı aşağı veya yukarı bükülebilen şapka.

snapdragon

i. aslanağzı, bot. Antirrhinum lesser. snapdragon danaburnu, bot. Antirrhinum orontium.

snapper

i. çat diye ses çıkaran şey; büyük kaplumbağa; levreğe benzer bir balık, zool. Lutianus.

snappish

s. aksiliği tutmuş, babası üstünde olan, huysuz. snappishly z. aksilik ederek. snappishness i. huysuzluk, aksilik.

snapshot

i. enstantane fotoğraf.

snare

i., f. tuzak, kapan; güçlük veya felâket getiren şey; zırıltılı ses çıkarmak için trampete gerilen kiriş; f. tuzağa düşürmek. snare drum trampet.

snarl

f., i. köpek gibi hırlamak; ters veya kaba konuşmak; i. hırlama, köpek hırlaması; ters laf. snarly s. hırlamaya hazır, huysuz, ters.

snarl

f., i. dolaştırmak, dolaşmak, çapraşık bir hal almak; karmakarışık hale getirmek; i. dolaşma; çapraşık düğüm. snarly s. dolaşık, düğümlü.

snarlup

i. trafiğin tıkanması, karışıklık.

snatch

f., i. kapmak, kabaca yakalamak; (argo) kaçırmak; i. kapış, kapmaya çalışma; ufak şey veya parça; kısa müddet; (argo) kaçırma. snatch at kapmaya çalışmak. snatch block den. bir yanı menteşeli makara tertibatı, ayak, kilitli bastika. snatchy s. arasıra vaki olan, düzensiz, intizamsız.

sneak

f., i. sürünerek yavaşça ve gizlice savuşmak veya sokulmak; sinsice hareket etmek; i. korkak ve alçak adam, sinsi kimse; gizlice savuşma veya sokulma. sneak boat avcıların kullandığı dibi düz ufak kayık. sneak off sıvışmak, savuşmak. sneak thief açık pencere veya kapıdan giren hırsız. sneaky s. sinsi, gizli.

sneaker , sneak

i. sinsice hareket eden kimse; çoğ., A.B.D., k.dili. altı lastik tenis pabucu.

sneaking

s. korkak, alçak, cebin, sinsi; gizli ve çekingen; açığa vurulmamış.

sneer

f., i. hakaretle dudak bükmek; küçümsemek, istihza etmek, alay etmek; i. istihza; hakaret. sneeringly z. alay ederek, küçümseyerek.

sneeze

f., i. aksırmak; hapşırmak; i. aksırma. sneeze at hakir görmek, küçümsemek. not to be sneezed at k.dili. işe yarar, yabana atılmaz.

snell

i. balık oltasına bağlanan naylon ip.

snick

f., i. çentmek; (kriket) topa hafifçe vurup yönünü değiştirmek; i. çentik; hafif vuruş.

snicker , snigger

f., i. gülmekten kendini alamamak, hafifçe ve alaylı olarak gülmek; i. zor zapt edilen gülümseme.

snickersnee

i. büyük bıçak.

snide

s. kötü niyetle söylenmiş (söz).

sniff

f, i. havayı koklamak; istihza ile burun bükmek; koklamak, kokusunu almak, sezmek; i. havayı koklama; burun bükme.

sniffle

f., i. burnunu çekmek; i. burun çekme. the sniffles k.dili. hafif nezle.

sniffy

s., k.dili. kibirli, etrafındakileri küçük gören.

snifter

i. yuvarlak likör kadehi; (argo) bir içim, bir yudum.

snigger

bak. snicker.

sniggle

f., İng. yılan balığı yuvasına olta atarak avlamak; tuzak kurmak, tuzağa düşürmek.

snip

f. (-ped,- ping) i. makasla kesmek, çırpmak; i. çırpma, makasla çırpılmış parça; ufak veya önemsiz parça; A.B.D., k.dili. önemsiz şey veya kimse. snips i. maden levha kesmeye mahsus ufak makas.

snipe

f., i. pusuya yatarak düşman askerini tüfekle vurmak; karşılıklı kaba söz söylemek; A.B.D., (argo) sigara izmariti aramak; i. tüfekle vurma; hakaret etme. snipe hunt kendisinin yalnız bırakıldığından habersiz olarak avını bekleyen kişiye oynanan oyun.

snipe

i., f. çulluk; su çulluğu, yelve, bekasin, bataklık çulluğu, zool. Gallinago gallinago; f. bu kuşları avlamak. sniper i. pusuya yatarak ateş eden kimse.

snippet

i. ufak parça.

snippy

s., k.dili. ters ve kısa; kibirli, kurumlu; parça halinde olan.

snitch

f., (argo) aşırmak, çalmak, yürütmek; gammazlamak, ihbar etmek, başkasının sırrını açıklamak.

snivel

f., i. burnu akmak; burun çekerek ağlamak; ağlar gibi konuşmak; ağlamsamak, yalancıktan ağlamak; i. sümük; burun çekerek ağlama.

snnppy

s., k.dili. canlı, hararetli; ters, huysuz. Make it snappy! Çabuk ol!

snob

i. snop veya züppe kimse. snobbery i. züppelik.

snobbish

s. kibarlık taslayan, züppe tavırlı, snop. snobbishly z. züppecesine. snobbishness i. züppelik.

snood

i., f. saç filesi; f. saça file geçirmek.

snook

i. küçümseyici hareket. cock a snook nanik yapmak.

snoop

f., i., k.dili. üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmak; i. burnunu sokan kimse snoopy s., k.dili. üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan.

snoot

i., k.dili. burun; yüz, surat. snooty s., A.B.D., k.dili. züppe, kendini beğenmiş.

snooze

f., i., k.dili. kestirmek, şekerleme yapmak; i. kısa uyku, şekerleme.

snore

f., i. horlamak; i. horultu, horlama.

snorkel

i. şnorkel.

snort

f., i. at gibi horuldamak; k.dili. kahkahalarla gülmek; (argo) koklayarak esrar çekmek; i. öfke belirten ses; atın horuldaması; kahkaha; (argo) bir yudum içki. snorter i. horuldayan kimse; şiddetli fırtına; gürültülü patırtılı iş.

snot

i., kaba sümük; (argo) alçak herif. snotty s., (argo) kibirli, küstah; alçak, ciğeri beş para etmez; kaba sümüklü.

snout

i. hayvanın uzun burnu; böceklerde hortum; su borusunun ağızlığı; aşağ., (şaka) insan burnu.

snow

i., f. kar; kar gibi şey; kar yağışı; (argo) beyaz zehir, eroin; televizyon ekranında kar fırtınası gibi görünen beyaz lekeler; f. kar yağmak; karla kaplamak; A.B.D., (argo) kusur veya bilgisizliğini örtmek için abartmalı konuşmak. snow blindness kar körlüğü. snow bunting ispinoz; karkuşu, zool. Plectrophenax nivalis. snow job (argo) kandırıcı ve samimi olmayan konuşma. snow line dağda daimi kar sınırı. Snow White Pamuk Prenses. snow under karla kaplamak. be snowed in kardan mahsur kalmak. be snowed under i.,s. çokluğundan kurtulamamak; çok farkla kaybetmek. It is snowing. Kar yağıyor.

snowball

i., f. kar topu; kartopu, bot. Viburnum; f. kar topuna tutmak; artmak, çığ gibi büyümek.

snowberry

i. inci çiçeği.

snowbird

i. ispinoz; (argo) eroin veya kokain tiryakisi.

snowbound

s. kardan mahsur kalmış.

snowdrift

i. kar yığıntısı.

snowdrop

i. kardelen, bot. Galanthus nivalis.

snowfall

i. bir defada yağan kar miktarı.

snowflake

i. kar tanesi.

snowman

i. kardan adam.

snowmobile

i. kar arabası, motorlu kızak.

snowplow

i. kar temizleme makinası.

snowshed

i. demiryolunu çığdan korumak için yapılan siper.

snowshoe

i., f. kar ayakkabısı; f. kar ayakkabısı ile karda yürümek.

snowslide

i. çığ.

snowstorm

i. kar fırtınası, tipi.

snowsuit

i. kar kıyafeti.

snowwhite

s. kar gibi, bembeyaz.

snowworm

i. kar kurdu.

snowy

s. karlı; kar gibi, beyaz. snowily z. karlı olarak. snowiness i. karlı oluş; beyazlık.

snub

f. (-bed,-bing) i. hiçe saymak, hakir görmek, küçümsemek; den. halat veya zincirle geminin yolunu kesip durdurmak; den. kastanyolaya vurarak zincirin akmasını durdurmak; i. hiçe sayma, hakir görme; den. birden durdurma (halat).

snub

s. küçük ve kalkık (burun). snub-nosed s. küçük ve kalkık burunlu.

snuff

i., f. burunotu enfiye; f. enfiye çekmek. up to snuff k.dili. umulduğu kadar; kurnaz, kolay aldanmaz, açıkgöz.

snuff

f., i. mum fitilinin yanık ucunu kesmek; i. mum fitilinin yanık ucu. snuff out mum makası ile söndürmek; öldürmek. snuf fers i. mum makası.

snuff

f., i. buruna çekmek; koklayarak anlamak; koklayarak muayene etmek; i. buruna çekme.

snuffbox

i. enfiye kutusu.

snuffle

f., i. burnunu çekmek; sesli nefes almak; burnu tıkanmış gibi konuşmak; i. burnunu çekme; sesli nefes alma; burnundan konuşma. the snuffles k.dili. nezle.

snuffy

s. enfiye gibi; enfiye çeken; pis kokan; huysuz, ters. snuffiness i. pis kokma; huysuzluk, terslik.

snug

s. (-ger, -gest) f. çok rahat ve sıcacık; üste oturan (giysi); sıkı (geçme); f. rahat etmek; kapalı yere sığınmak. snugdown den. fırtınaya karşı yelkenlide tedbir almak. snugly z. rahatça; sıkıca. snugness i. rahatlık; sıkılık.

snuggery

i. rahat yer.

snuggle

f. rahat etmek için bir yere sokulup sarınmak; sarınıp yatmak.

so

z., (bağlaç), (ünlem), s. böyle, şöyle, öyle, bu suretle; bu kadar; şu kadar; bu veya şu sebepten; bu cihetle, bu münasebetle; pek âlâ, pek iyi; kadar, sanki; çok; pek çok; (bağlaç) şartı ile; müddetçe; bunun için; ve; (ünlem) Ya! demek ki; yeter, kâfi; Öyle mi? Tamam ! s. doğru. so far şimdiye kadar. So long k.dili. Hoşça kalın ! so to speak sözde, güya, sözün gelişi. so that ta ki; şöyle ki. So what ? Ne fark eder? N'olucak yani! and so bunun gibi, böylece; neticede. and so on ve saire, ve diğerleri. an hour or so bir saat kadar. He said so. Öyle dedi. He was born blind and remained so all his life. Kör olarak doğdu ve hayat boyu öyle kaldı. It's not so. Yalandır. just so yerli yerinde. Let it be so. Öyle olsun.

so

müz., bak. sol.

so-and-so

i. filanca; (kaba söz yerine kullanılan söz) bilmem ne.

so.

kıs. south.

soakage

i. ıslatma, ıslanma; ıslatılan şeyin çektiği sıvı miktarı.

soaker

i. ıslatan şey; ıslatıcı yağmur.

soakers

i. yünden yapılmış ve ıslaklığı çeken kısa bebek pantolonu.

soap

i., f. sabun; A.B.D., (argo) rüşvet; f. sabunlamak, sabun sürmek. soap bubble sabun köpüğü; süs. soap dish sabunluk. soap opera A.B.D., k.dili. radyo veya televizyonda yayınlanan bir seri melodram. no soap A.B.D., (argo) imkânsız, katiyen; boş, verimsiz, faydasız. soft soap arapsabunu; k.dili. yağcılık.

soapbox

i. sabun sandığı; sokakta nutuk çekenlerin üstüne çıktığı sandık. soap box derby A.B.D. çocukların kendi yaptıkları arabalarla yokuş aşağı yarışı. soapboxer i., k.dili. sokakta nutuk çeken kimse.

soapstone

i. sabuntaşı.

soapsuds

i., çoğ. sabun köpüğü.

soapwort , soaproot

i. çöven, helvacıkökü, sabunotu, bot. Saponaria officinalis.

soapy

s. sabunlu, sabun gibi; (argo) el etek öpen, yüzsuyu döken, yağcı; aşırı duygusal. soapily z. sabunlu olarak; yüzsuyu dökerek. soapiness i. sabunlu oluş.

soar

f., i. süzülerek yükselmek, süzülerek uçmak; hareket etmeden aynı seviyede uçmak; artmak, yükselmek; yücelmek; i. süzülerek yükselme veya uçuş.

sob

f. (-bed, -bing) i. içini çekerek ağlamak, hıçkırarak ağlamak, hüngür hüngür ağlamak; hıçkırır gibi ses çıkarmak; i. ağlama hıçkırığı. sob sister A.B.D., (argo) çok içli makaleler yazan kadın gazeteci. sob story (argo) göz yaşı döktüren kişisel hikâye.

sober

s., f. kendine hâkim, ölçülü, dengeli, ılımlı, temkinli, makul; ciddi, ağır başlı; içki etkisinde olmayan; gösterişsiz; f. dizginlemek; ayılmak, ayıltmak. sober down ciddileşmek, ciddileştirmek; uslanmak, uslandırmak, aklını başına getirmek. soberminded s. aklı başında, ölçülü, temkinli. sober up veya off ayılmak, aklı başına gelmek. a sober estimate makul ve üzerinde düşünülmüş hesap. soberly z. ölçülü, ılımlılıkla. soberness i. ağır başlılık; ayıklık.

sobersides

i., k.dili. yüzü gülmeyen kimse, fazla ağır başlı kimse.

sobriety

i. itidal, ılımlılık, ağır başlılık, temkin; imsak.

socage

i. ortaçağda belirli bir meblâğ veya hizmete bedel olarak bir mülkü tasarruf hakkı.

socalled

s. güya, sözde.

soccer

i. futbol, ayaktopu.

sociable

s. girgin, arkadaş canlısı; tatlı, nazik, tatlı dilli; hoş sohbet. sociability, sociableness i. hoş sohbetlik; toplum hayatından hoşlanma. sociably z. candan.

social

s., i. toplumsal içtimai, sosyal; toplumda yeri olan, cemiyete ait; bot., zool. kütle halinde büyüyen veya yaşayan; sosyetik; i. sohbetli toplantı, sohbet meclisi. Social Democrat sosyal demokrat parti üyesi. social insurance sosyal sigorta. social intercourse sosyal ilişki. social register sosyeteye mensup kimselerin isimleri yazılı liste. social science sosyal bilim. social security sosyal sigorta. social service sosyal hizmet. social work sosyal görev. sociality i. tatlı huyluluk, hoş sohbetlik; girginlik. socially z. sosyal olarak, toplumsal bakımdan.

socialism

i. sosyalizm, toplumculuk.

socialist

i., s. sosyalist, toplumcu; s. sosyalizme ait. socialistic s. sosyalizme ait, toplumcu. socialistically z. sosyalizme meyilli olarak.

socialize

İng. -ise f. kamulaştırmak, topluma mal etmek; sosyalleştirmek; toplum kurallarına uydurmak. socialization i. sosyalleştirme, sosyalizasyon; kamulaştırma.

society

i. toplum, cemiyet; sosyete; halk, millet, kavim; arkadaşlık, dostluk; şirket, kurum, dernek; topluluk. society life sosyete hayatı. avoid the society of arkadaşlığından kaçınmak. leader of society toplum hayatında lider. polite society sosyete.

sociologic ,ical

s. sosyolojiye ait. sociologically z. sosyoloji yönünden.

sociologist

i. sosyolog, toplumbilimci.

sociology

i. sosyoloji, toplumbilim.

socius

i. (çoğ. socii) arkadaş; meslektaş, koldaş.

sock

f., i. (argo) yumruklamak; sille atmak; i.(argo) yumruk,darbe,sille. sock away (argo) (para) saklamak. socked in hava muhalefetinden dolayı kapalı (havaalanı). Sock it to him. (argo) Haydi bastır.

sock

i. kısa çorap, şoset.

socket

i., f. içine bir şey geçirilen delik veya oyuk; duy; duy priz; priz; yuva; f. yuva veya oyuk açmak. socket wrench yuvalı anahtar. light socket lamba duyu. wall socket duvar prizi.

socle

i., mim. direk veya duvar kaidesi, taban, destek.

socratic , ical

s. Sokrat'a ait; Sokrat'ın felsefesine ait. Socratic method Sokrat usulüne göre sorulara cevap vermek suretiyle karşılıklı konuşma tarzı.

sod

i., f. (-ded, -ding) çim; çimen parçası; f. çimen parçaları ile kaplamak. under the sod mezarda. the Old Sod İrlanda.

soda

i. soda; karbonat, sodyum bikarbonat; çamaşır sodası; sodyum hidroksit; gazoz; maden sodası; dondurmalı ve sodalı bir içecek. soda ash karbonat, nötür sodyum karbonat. soda cracker tuzlu bisküvi. soda fountain büfe, hafif yemekler veren lokanta. soda water gazoz; maden sodası. washing soda çamaşır sodası.

sodality

i. arkadaşlık; cemiyet; Kat. hayır cemiyeti.

sodden

s., f. iyice ıslanmış, sırılsıklam; hamur gibi (ekmek); anlamsız, donuk; ayyaş suratlı; f. iyice ıslatmak veya ıslanmak; donuklaştırmak.

sodium

i., kim. sodyum. sodium bicarbonate karbonat, sodyum bikarbonat. sodium carbonate adi soda. sodium hydroxide sodyum hidroksit. sodium nitrate Şili güherçilesi, sodyum nitrat. sodium silicate cam suyu.

sodom

i. Tevrat'ın ilk kitabında bahsedilen kötülüğü ile meşhur Sodom şehri. Sodomite i. Sodomlu; k.h. homoseksuel erkek, ibne, kulampara. sodomitic(al) s. homoseksüelliğe ait. sodomy i. cinsel sapıklık, livata; homoseksüellik, kulamparacılık, oğlancılık.

soever

z. herhangi, her ne, her.

sofa

i. sedir, kanepe.

soffit

i., mim. kemer, balkon veya merdivenin alt yüzü; taban.

sofia

i. Sofya.

soft

s., i., z. yumuşak; mülâyim, tatlı, nazik, uysal, latif; sakin, asude; yufka yürekli; zayıf, ince, narin, dayanıksız; hafif; ask. korumasız; kim. bakterilerle ayrışabilen; İng., leh. nemli, ılık (hava); i. yumuşak şey; yumuşaklık; k.dili. ahmak kimse; z. yavaşça. soft art süreksiz sanat. soft coal adi madenkömürü. soft drink alkolsüz içki, içecek. soft drug alışkanlık kazandırmayan ilâç. soft goods dokuma, mensucat. soft landing yumuşak iniş. soft palate anat. yumuşak damak. soft pedal piyanonun sesini yumuşatmak için kullanılan pedal. soft sell A.B.D., k.dili. baskı yapmadan ikna etme. soft soap arapsabunu, yumuşak sabun; k.dili. yağcılık, dalkavukluk. soft water tatlı su, içinde maden tuzu bulunmayan su. softish s. yumuşakça. softly z. yavaş yavaş; tatlılıkla. softness i. yumuşaklık. softy i. aşırı duygusal kimse; hanım evlâdı.

soft-boiled

s. az pişmiş, rafadan (yumurta).

soft-shelled

s. yumuşak kabuklu (yengeç, kaplumbağa); ılımlı.

soft-soap

f., k.dili. yağlamak, ayartmak.

soft-spoken

s. tatlı dilli.

soft-toned

s. tatlı sesli (çalgı).

soft-voiced

s. tatlı sesli.

softa

i., T. softa.

softball

i. bir çeşit beysbol; bu oyunda kullanılan top.

soften

f. yumuşatmak, mülâyimleştirmek, gevşetmek; teskin etmek, yatıştırmak; yumuşamak, mülâyimleşmek; yatışmak. softening of the brain tıb. beyin zarının yumuşaması, colloq. beyin sulanması.

softhearted

s. yumuşak kalpli, yufka yürekli, merhametli.

software

i. kompütöre verilen plan, program ve belletmeler.

softwood

i. çam; tahtası yumuşak olan ağaç.

soggy

s. iyice ıslanmış, sırsıklam; ağır. sogginess i. sırsıklam bir halde olma.

soi-disant

s., Fr. sözde.

soigne

s., Fr. bakımlı, iyi giyinmiş, colloq. iki dirhem bir çekirdek.

soil

i. toprak; ülke; gelişme ortamı, yuva. alluvial soil aluvyonlu toprak. one's native soil ana vatan. poor soil verimsiz toprak. rich soil verimli toprak.

soil

f., i. kirletmek, lekelemek; namusuna leke sürmek; kirlenmek, lekelenmek; i. leke, kir; çirkef, pislik, çöp; gübre.

soil

f. hayvanları taze otla beslemek, semirtmek.

soilage

i. yeşillik, yeşil ot (yem olarak).

soiree

i. suvare, gece toplantısı.

soja

i. soya fasulyesi.

sojourn

f., i. kalmak, geçici olarak kalmak, misafir olmak; i. konukluk, misafir olarak kalma. sojourner i. misafir, konuk.

sol

i. güneş; eski Romalıların güneş tanrısı.

sol

i., kim. koloidal eriyik, koloit.

sol

i., müz. sol noktası, gamda beşinci nota.

sol-fa

f., i. gam notalarını sesle vermek; i. notaların isimleri.

sola

bak. solus.

solace

i., f. teselli, teselli sebebi; f. teselli etmek, kederini hafifletmek.

solan

i. sümsük kuşu, zool. Sulidae.

solar

s. güneşle ilgili; güneşe göre hesaplanan; güneş etkisiyle meydana gelen, şemsi. solar eclipse güneş tutulması, gün tutulması, küsuf. solar month ay. solar plexus anat. güneş sinirağı; k.dili. karın boşluğu. solar spectrum güneş tayfı. solar spots güneşin üzerinde görülen lekeler, solar system astr. güneş sistemi. solar wind güneşten çıkan yüklü zerrelerin cereyanı. solar year şemsi yıl, güneş yılı.

solarium

i. güneş banyosu yapılan etrafı camla çevrili yer, solaryum.

solarize

f. güneş ışığına maruz bırakmak; foto. klişeyi güneş ışığına fazla maruz bırakarak bozmak. solarization i. güneş ışınlarının etkisi; foto. klişeyi güneşe fazla maruz bırakarak bozma.

solatium

i. (çoğ. -tia) tazminat.

sold

bak. sell.

solder

i., f. lehim; yapıştırıcı madde; f. lehimlemek; yapıştırmak. soldering iron havya.

soldier

i., f. asker, nefer, er; karınca yuvasının bekçiliğini yapan iri karınca; f. askerlik yapmak; k.dili. işten kaçınmak, çalışır görünmek, kaytarmak. soldier of fortune bir çıkar veya macera için askerlik yapan kimse. an old soldier eski asker; tecrübeli ve bilgili adam. every inch a soldier sapına kadar asker. tin soldier oyuncak asker. soldierlike s. askere yakışır, askerce. soldierly s. asker gibi, askercesine.

soldiery

i. askerler, asker sınıfı; askerlik.

soldo

i. (çoğ. -di) eski bir İtalyan parası.

sole

i., f. taban, ayak veya ayakkabı tabanı; f. ayakkabıya pençe vurmak. sole leather taban köselesi.

sole

i. dilbalığı, zool. Solea vulgaris.

sole

s. tek, yalnız, biricik, yegâne, başlı başına; huk. evlenmemiş, bekâr. solely z. yalnız, ancak, sadece.

solecism

i. dilbilgisi kurallarının dışına çıkma; deyim hatası; aykırı tutum veya davranış.

solemn

s. ağır başlı, vakur; heybetli; ciddi; kutsal veya aziz tutulan; dinsel, dini törenle yerine getirilen; resmi, kanuna uygun. solemnly z. ciddiyet ve vakarla.

solemnity

i. ağır başlılık, vakar; ciddiyet; kutlama töreni; dini tören; heybet; heybet verici şey; huk. resmiyet.

solemnize

İng. -nise f. resmen icra etmek; resmi ayin yapmak. solemnization i. resmen icra.

solenoid

i., elek. solenoit, sarmal bobin.

soleplate

i., mak. taban levhası.

solfatara

i., jeol. kükürt benzeri gazlar yayan volkan ağzı; püskürme.

solfeggio

i. (çoğ. -gi) müz. solfej.

solicit

f. rica etmek, rica ederek istemek, rica ederek davet etmek; yalvarmak, kışkırtmak, tahrik etmek, teşvik etmek. solicitation i. isteme, talep, rica; davet, tahrik.

solicitor

i. rica eden kimse, aracı; devlet dairesinde hukuk müşaviri; İng. davavekili. Solicitor General başsavcı, müddeiumumi.

solicitous

s. meraklı, endişeli, vesveseli; istekli, arzulu. solicitously z. merakla, endişe ile. solicitousness i. meraklılık, endişelilik.

solicitude

i. merak, kuruntu, vesvese; arzu, iştiyak; endişe konusu olan şey, dert.

solid

s., i. katı; sağlam; som; pek, sıkı, yoğun; kesiksiz; bütün, tam; gerçek; birleşik; üç boyutlu; güvenilir, devamlı, kesintisiz, fasılasız; i. katı madde; üç boyutluluk. solid comfort ciddi ve sürekli rahat. solid food katı yiyecek. solid geometry uzay geometri. solid measure katı cisimlere mahsus ölçü birimi, oylum ölçüleri. a solid hour tam bir saat. a solid man sağlam adam. be solid for ittifakla bir kimsenin tarafını tutmak. solidity i. katılık; metanet, kuvvet, sağlamlık. solidly z. oy birliğiyle, ittifakla; sağlam. solidness i. katılık; sağlamlık.

solid-state

s. transistorlu; radyo tüpü olmayan. solid-state physics katı maddelerle uğraşan fizik dalı.

solidarity

i. dayanışma, tesanüt, birlik.

solidification

i. katılaştırma; mücessem şekil verme.

solidify

f. katılaştırmak, katılaşmak; tahkim etmek, kuvvetlendirmek.

solidus

i. (çoğ. -di) Lat. Bizans İmparatorluğunda altın sikke; taksim işareti.

solifidian

s., i., ilah. halas için yalnız imanın kafi olduğuna inanan (kimse).

soliloquy

i. kendi kendine konuşma. soliloquize f. kendi kendine konuşmak.

solipsism

i, fels. tekbencilik, solipsizm. solipsist i. tekbenci kimse.

solitaire

i. tek taş mücevher; tek başına oynanılan kağıt oyunu.

solitary

s., i. yalnız, münferit; ıssız, tenha; kasvetli; tek, bir; tek başına; i. münzevi kimse. solitary confinement hücre hapsi.

solitude

i. yalnızlık, tek başına olma; ıssız yer, tenha yer.

solleret

i. ortaçağda zırhı tamamlayan esnek çelik ayakkabı.

solmization

i., müz. solfej, solfej yapma.

solo

i. (çoğ.-s,-li) s., f. solo; iskambilde iki veya üç ortağa karşı tek başına oynanan oyun; s., müz. tek ses veya çalgı için, solo; f. tek başına uçak kullanmak (ilk olarak). soloist i. solist.

solomon

i. Hazreti Süleyman. solomonic s. Hazreti Süleyman gibi dirayetli, hikmet sahibi.

solomonsseal

i. mührü Süleyman, bot. Polygonatum.

solon

i., Yu. tar. Atinalı kanun koyucusu Solon; dirayetle, kanun yapan kimse.

solstice

i., astr. gündönümü, gün durumu. summer solstice yaz gündönümü. winter solstice kış gündönümü. solsti'tial s. gündönümüne ait.

soluble

s. eritilebilir, halledilebilir; çözülebilir, halli mümkün. solubility, solubleness i. erime kabiliyeti.

solus

( dişil) sola s., Lat. yalnız (özellikle sahnede yalnız bulunan oyuncu).

solute

i., kim. erir madde.

solution

i. eriyik; erime, hal; mahlul; çare, çözüm; izah, halletme; tıb. bir hastalığın kriz devresi veya nihayeti; huk. borcun tesviyesi; mat. çözüm.

solve

f. halletmek, çözmek, cevabını bulmak; huk. tesviye etmek. solvability i. çözülebilirlik. solvable s. hallolunur, çözülür; erir.

solvent

s., i. bütün borçlarını ödemeye muktedir; eritici; çözücü; i. çözümleyici şey; eritici sıvı. solvency i. bütün borçlarını ödeme iktidarı.

soma

i. (çoğ. -mata) gövde, soma.

somalia

i. Somali.

somatic

s., biyol. gövdesel.

somato-

(önek) gövde.

somatology

i. somatoloji, insan vücudunu inceleyen ilim dalı; antropolojinin insanın fizik yapısı ile ilgilenen dalı. somatologic(al) s. somatoloji ile ilgili.

somber

s. koyu, karanlık, loş; kasvetli, can sıkıcı, sıkıntılı. somberly z. loşça; kasvetle. somberness i. loşluk, kasvetlilik.

sombrero

i. geniş kenarlı şapka, sombrero.

some

s., z., zam. bazı; bir; birtakım; birkaç, biraz, bir miktar, bir hayli, epeyce; A.B.D., k.dili. hatırı sayılır; z. yaklaşık olarak, takriben; zam. bazı.

some

(sonek) cisim: chromosome.

some

(sonek) -ci, -ce: quarrelsome.

somebody

zam., i. biri, birisi, bir kimse; i. hatırı sayılır kimse, büyük şahsiyet.

someday

z., A.B.D., k.dili. bir gün.

somehow

z. bir yolunu bulup, her nasılsa. somehow or other her nasıl olursa olsun.

someone

zam., i. birisi; i. bir kimse.

someplace

z., k.dili. bir yere, bir yerde.

somersault , somerset

i., f. taklak, perende; f. taklak atmak, perende atmak.

something

i. bir şey; bir parça şey; olağanüstü bir şey; falan.

sometime

s., z. eski, sabık; z. bir zaman, ilerde, evvelce.

sometimes

z. bazen, ara sıra.

someway

z. bir yolunu bulup.

somewhat

z., i. biraz, bir dereceye kadar; i. bir parça, bir şey; önemli kimse veya şey.

somewhere

z., i. bir yere, bir yerde; i. bir yer.

somewise

z. bir yönde. in somewise bir noktada.

somnambulism

i. uyur gezerlik. somnambulate f. uykuda gezmek. somnambulation i. uykuda gezme. somnambulist i. uyurgezer kimse. somnambulistic s. uykuda gezer gibi.

somniferous , somnific

s. uyku getirici, uyutucu; uyuşturucu.

somniloquy

i. sayıklama, uykuda konuşma; sayıklanan sözler.

somnolence,cy

i. uyku basması, uykulu hal, ağırlık.

somnolent

s. uykusu gelmiş, uyku basmış; uyku getiren. somnolently z. uyku getirecek şekilde.

son

i. oğul, erkek evlât, çocuk, evlât; b.h. Hazreti İsa. son of a bitch, kıs. s.o.b. (kaba) it oğlu it, kancık, piç oğlu piç. son of a gun it kırıntısı; Hay Allah !

son-in-law

i. damat.

sonant

s., i. ses veren, sesli; i., dilb. ünlü.

sonar

i. deniz radarı, sonar.

sonata

i., müz. sonat.

sonatina

i. müz. sonatcık, sonatin.

song

i. şarkı, yır, türkü, ır, nağme; lirik şiir; şiir, destan; fig. nakarat; cüzi şey, ucuz fiyat. song and dance (tiyatro) şarkılı kısa oyun; A.B.D., k.dili. uydurma mazeret veya bahane; A.B.D., k.dili. saçma, boş laf. Song of Solomon veya Song of Songs Eski Ahitte bir kitabın ismi, Neşideler Neşidesi. song sparrow ötücü bir cins serçe, zool. Melospiza melodia. for a song çok ucuza, yok pahasına.

songbird

i. ötücü kuş.

songbook

i. şarkı kitabı.

songster

i. şarkıcı, okuyucu, hanende; ötücü kuş; şair; halk şarkıları kitabı. songstress i. şarkıcı kadın.

sonic

s. sesle ilgili; hızı sese yaklaşan. sonic barrier ses duvarı. sonic boom ses duvarını aşan bir uçağın sebep olduğu patlama sesi.

soniferous

s. ses çıkaran, sesli.

sonnet

i., f., edeb. sone; f. sone şeklinde şiir yazmak. sonneteer i., f. sone yazan şair; f. sone yazmak.

sonny

i., k.dili. oğlum, evladım, yavrum.

sonometer

i. ses ölçen cihaz, sonometre.

sonorant

i., dilb. selenli ses.

sonority

i. seslilik; ses dolgunluğu veya yüksekliği.

sonorous

s. sesli, ses veren, sedalı; yüksek ses çıkaran; tınlayan, yankılı; etkili, üstün (ses, dil veya terim). sonorousness i. dolgun seslilik. sonorously z. dolgun sesle.

sonship

i. oğulluk sıfatı.

soon

z. hemen, şimdi, derhal, çok geçmeden; çabuk, süratle; kolayca, kolaylıkla; tercihen. sooner or later er geç. as soon as derhal, hemen. I would as soon go as not. Bana göre gitmekle gitmemek birdir. Gitsem de bir, gitmesem de. no sooner than olur olmaz.

sooner

i., A.B.D., (argo) vaktinden önce davranıp en gözde hazine arsasına ucuza konan kimse.

soot

i., f. is, kurum; f. ise bulaştırmak.

sooth

i., s., (eski) gerçek, hakikat, doğruluk; s. gerçek, doğru; yatıştırıcı; pürüzsüz. in sooth hakikatte, gerçekte.

soothe

f. yatıştırmak, teskin etmek, yumuşatmak; rahat ettirmek, mülâyimleştirmek, hafifleştirmek. soothing s. yatıştırıcı. soothingly z. yatıştırıcı bir şekilde.

soothfast

s., eski gerçek, hakiki; hakikatli, sadık.

soothsay

f. (-said, -saying) gaipten haber vermek, geleceği söylemek. soothsaying i. kehanet, falcılık.

soothsayer

i. kâhin, gaipten haber veren kimse.

sooty

s. isli, kurumlu. sootiness i. islilik.

sop

i., f. (-ped, -ping) sıvıda yumuşatılmış şey; tirit; yatıştırıcı şey; sus payı, susmalık; f. sıvıya batırmak, banmak; iyice ıslatmak; ıslanmak, içine geçmek (yağmur). sop up emmek.

sop.

kıs. soprano.

sophism

i. sofizm, bilgicilik, safsata.

sophist

i. sofist; k.h. safsatacı kimse, yalan sözlerle başkalarını ikna etmeye çalışan kimse.

sophister

i. sofist; İng. bazı üniversitelerde ikinci veya üçüncü sınıf öğrencisi.

sophistic,-tical

s., i. sofistçe, safsata kabilinden; i. sofistlerin sanat veya yöntemleri. sophistically z. sofistçe davranışlarla. sophisticalness i. sofistlik taslama.

sophisticate

f. detaylı ve incelikli olarak mükemmelleştirmek. sophisticated s. bilgiç olan, kültürlü, görmüş geçirmiş; incelikli; bilmiş; karmaşık; ileri, teferruatlı (teçhizat); ukalâ, çokbilmiş; yapmacık, suni. sophistication i. mükemmellik, incelikli düşünce veya davranışlar.

sophistry

i. safsata, yanıltmaca; sofistlik.

sophocles

i. Sofokles.

sophomore

i., A.B.D. lise ve üniversitede ikinci sınıf talebesi. sophomor'ic(al) s. ikinci sınıf talebesine ait; bilgiçlik taslayan; pişmemiş, toy; üslup ve davranışlarında aşırılığa kaçan.

sophy

i. eskiden İran hükümdarı.

soporiferous

s. uyku getiren, uyutucu. soporiferousness i. uyku getirici durum.

soporific

s., i. uyku getiren, uyutucu (ilâç).

soppy

s. tirit gibi; sırsıklam, çok ıslanmış; yağmurlu; İng., (argo) aşırı duygusal.

sopranino

i. sopranodan daha tiz sesli alet.

soprano

i. (çoğ.- s, -ni) s., müz. soprano; s. sopranoya ait.

sorb

i. üvez, bot. Pirus sorbus.

sorbefacient

s. emdirici.

sorcerer

i. büyücü, sihirbaz. sorceress i. büyücü kadın. sorcery i. büyü, sihir; büyücülük.

sordid

s. kirli, pis; alçak, sefil; çıkarcı, paragöz; zool. çamur renkli. sordidly z. alçakça, sefilâne; hasisçe. sordidness i. pislik, alçaklık, sefillik; hasislik, pintilik.

sordine

i., müz. çalgının sesini kısmaya mahsus cihaz, sordin.

sore

s., i., z. dokununca acıyan; çok hassas; kederli, müteessir, mustarip; k.dili. kızgın, sinirli; şiddetli, aşırı, âcil; sinirlendirici, çıldırtıcı; i. yara; acıyan yer; acı veren şey; z., eski şiddetle, fena sürette. sore spot, sore subject nazik konu. sore throat boğaz ağrısı. You're a sight for sore eyes! Gözümüzü gönlümüzü açtınız. sore'ly z. fena surette; çok, pek çok, şiddetle. soreness i. acılık.

sorehead

i., A.B.D., (argo) yenilgiyi hazmedemeyen kimse, kinci kimse.

sorghum

i. süpürgedarısı, bot. Sorghum.

sorites

i., man. zincirleme kıyas.

sorority

i. özellikle üniversitelerde kızlar birliği.

sorosis

i., bot. dut veya ananas gibi birçok çiçeklerden hâsıl olan bileşik meyva.

sorrel

i. kırmızımsı kahverengi, kızıl doru, kula (at donu); üç yaşında erkek geyik.

sorrel

i. kuzukulağı, bot Rumex acetosa. sheep sorrel küçük kuzukulağı, bot. Rumex acetosella.

sorrow

i., f. keder, elem, esef hüzün, gam, üzüntü; nedamet, pişmanlık; dert, keder verici şey; f. kederlenmek, esef etmek, ıstırap çekmek; matem tutmak.

sorrowful

s. kederli, elemli, hazin, keder verici. sorrowfully z. hazin bir şekilde, elemle. sorrowfulness i. hüzün, keder, elem.

sorry

s. üzgün, kederli, hüzünlü, gamlı; üzücü, elemli; kasvetli; pişman; acı, müteessif. He made a sorry spectacle of himself. Kendi kendini rezil etti. I feel sorry for her. Ona acıyorum. I'm sorry, but I can't come. Özür dilerim, gelemem. She was sorry she hadn't done her lessons. Derslerini yapmadığına pişman oldu. sorrily z. hüzünle. sorriness i. hüzün, üzgünlük, kederlilik.

sort

i. çeşit, tür, nevi; usul, yol, tarz; soy, tabiat. sort of k.dili. oldukça. after a sort bir dereceye kadar. in some sort bir derecede. of sorts sıradan. out of sorts k.dili. rahatsız, keyifsiz; gücenik, dargın, küskün.

sort

f. ayırmak, ayıklamak, sınıflandırmak; birlik olmak. sortable s. sınıflandırılabilir.

sorthing , storting

i. Norveç parlamentosu.

sortie

i., ask. yarma hareketi, huruç.

sortilege

i. kura ile fala bakma, falcılık.

sorus

i. (çoğ. -ri) bot. eğrelti otu yaprakları arkasındaki tohum kümesi.

sos

SOS (eskiden tehlike halinde özellikle gemiler tarafından telsizle verilen imdat sinyali).

sosk

f., i. iyice ıslatmak, sırılsıklam etmek; suda bırakıp ıslatmak;(up veya in ile) emmek veya içine çekmek; içine girmek; (up ile), colloq. (bir bilimi) yutmak; ıslanmak; içine geçmek; k.dili. (fazla içki) içmek; A.B.D., (argo) kazıklamak; A.B.D., (argo) yumruklamak; i. ıslanma, ıslatma; içinde bir şey ıslatılan sıvı; (argo) ayyaş kimse. soaking s. ıslatan, ıslatıcı.

soso

s., z. vasat, sıradan, ne iyi ne kötü; z. şöyle böyle, orta karar.

sostenuto

i., müz. uzatarak çalma veya söyleme tarzı.

sot

i. bekri kimse, ayyaş kimse.

sot

s., leh. inatçı, direngen.

soteriology

i., ilah. Hazreti İsa'ya itikat ederek kurtulma doktrini. soteriologic(al) s. bu doktrine ait.

sothic , sothiac

s., astr. Büyük köpek yıldızına aitç Sothic year eski Mısır hesabına göre 365 gün 6 saatlik güneş yılı.

sottish

s. sarhoş, küfelik; ayyaş; alık, salak. sottishly z. ayyaşça. sottishness i. ayyaşlık.

sotto voce

alçak sesle, kendi kendine.

sou

i. eski bir ufak Fransız parası. I don't have a sou. Beş param yok.

soubrette

i., Fr. operet ve güldürülerde oynak hizmetçi kız rolündeki oyuncu, subret; hoppa genç kadın.

souchong

i. siyah çin çayı.

souffle

s., i. içi boş, şişirilerek pişirilmiş; i., ahçı. sufle.

souffle

i., tıb. vücudun bazı organlarında aletle işitilen hırıltı.

sough

i., f. uğultu; f. uğuldamak.

sought

bak. seek.

soul

i. ruh, can; zenci müziğinin uyandırdığı heyecan veya his; fels. tin; hissiyat, maneviyat; öz, nüve; kök, temel; canlılık; şahıs, kişi, kimse. soul brother A.B.D. zenci soydaş. soul food A.B.D. Güneyli zencilere özgü yemek.

soul-searching

i. kendi kendini inceleme, kendine eğilme.

soulful

s. duygulu, hisli, anlamlı, manalı. soulfully z. duygulu bir şekilde. soulfulness i. duygululuk, hislilik.

soulless

s. ruhsuz, hissiz, duygusuz, cansız.

sound

i., f. ses, seda, avaz; ima, anlam, mesaj; gürültü, şamata; ses erimi; f. ses çıkarmak, ses vermek; yüksek sesle ilân etmek; gibi görünmek; çalınmak, ötmek; ses çıkarttırmak, çalmak, öttürmek; açıkça övmek, herkesin içinde methetmek; tıb. ses çıkarttırarak muayene etmek. sound and light açık havada tarihi konulu gösteri. sound barrier ses duvarı. sound effects (tiyatro, radyo) efekt, konuşma seslerinin dışındaki sesler. sound film sesli sinema filmi. sound off colloq. kükremek. sound track sinema filminde ses yolu. sound wave ses dalgası. within sound ses işitilebilecek mesafede. soundless s. sessiz, sedasız.

sound

s., z. sağlam, kusursuz; sıhhatli, salim, esen; emin, emniyetli; doğru, sahih; iyi, tam; mükemmel; derin (uyku); geçerli, kanuni, sağlam; z. derin derin. soundly z. derin derin (uyku); mükemmelen; tamamen. soundness z. sağlamlık, sıhhat; doğruluk, geçerlik.

sound

i. geniş boğaz; solungaç.

sound

f., i. iskandil etmek, derinliğini yoklamak; bir kimsenin fikrini anlamaya çalışmak; tıb. sonda ile muayene etmek; çok derine dalmak; i. mil, sonda.

soundboard

i., sounding board keman gövdesi gibi sesi aksettirme vasıtası; ses yansıtıcısı; tasarlanan şeyin etkisini ölçmek için denenen kimse.

sounder

i. ses veren cihaz; telgraf alıcısı; iskandil; mil, sonda.

sounding

i. iskandil etme, derinliğini yoklama, sondaj; çoğ. iskandil edilen suyun derinliği. sounding line iskandil ipi veya teli.

soundproof

s., f. ses geçirmez, ses vermez; f. ses geçirmez hale koymak.

soup

i. çorba; et suyu; kim. temel elemanların karışımı; foto. banyo eczası; (argo) yoğun sis; A.B.D., (argo) nitrogliserin. soup kitchen fakirlere parasız çorba dağıtılan mutfak, imaret. soup ticket parasız çorba almak için vesika. soup up A.B.D., (argo) (otomobil motorunu) güçlendirmek. from soup to nuts mükellef, iğneden ipliğe. in the soup (argo) başı dertte, sıkıntıya düşmüş. pea soup bezelye çorbası; koyu sis. soup'y s. çorba gibi sulu; duygusal.

soupson

i., Fr. bir nebze, bir tadımlık.

sour

s., f., i. ekşi; ters, huysuz, hırçın, titiz; (eski) tatsız; asitli (toprak); acı, acıklı; f. ekşitmek, ekşimek; kesilmek, bozulmak; i. ekşi şey; ekşi içki; asit mahlülü ile yıkama. sour cherry vişne. sour cream ekşi krema, smetane. sour grapes ulaşılamayan şeye pis deme (Kedi ulaşamadığı ciğere pis der). go sour ekşimek; değerini kaybetmek, kötüye gitmek, bozulmak. sour'ish s. ekşice, mayhoş. sourly z. tersçe. sourness i. ekşilik; terslik.

source

i. kaynak, menşe, köken; pınar, pınar başı, kaynak, memba; asıl, sebep, esas.

sourdine

bak. sordine.

sourdough

i. maya olarak kullanılan ekşi hamur; (argo) Alaska'da altın arayıcısı.

sourpuss

i., (argo) mızmız kimse.

souse

i., f. salamura; salamura turşusu; salamuraya bastırma; (argo) ayyaş kimse; f. tuzlamak, salamuraya bastırmak; sulu bir şeye batırıp çıkarmak, ıslatmak; (argo) kafayı çekmek, sarhoş olmak.

souse

(eski), f., i., z. üstüne çullanmak; atmaca gibi üstüne atılmak; i. çullanma, üstüne atılma; z. baş aşağı hızla inerek, pike yaparak, dalarak.

soutache

i., Fr. sutaşı, suyolu, harç, işlemeli kenar şeridi.

soutane

i. papaz cüppesi.

south

i., s., z., f. güney, cenup, kıble yönü; güney memleketi; b.h. (the ile) A.B.D.'nin güneydoğu eyaletleri; s. güneysel, cenubi, güneyden gelen; z. güneye doğru; güneyde; f. güneye yönelmek, güney tarafına dönmek. south by east kıble kerte keşişleme. south by west kıble kerte lodos. due south tam güneye doğru.

south africa, republic of

Güney Afrika Cumhuriyeti.

south america

Güney Amerika.

south china sea

Güney Çin Denizi.

south island

Güney Adası.

south seas

Güney Pasifik Okyanusu.

south vietnam

Güney Vietnam.

south yemen

Güney Yemen.

south-southeast

i., s., z. güney güneydoğu.

south-southwest

i., s., z. güney güneybatı.

southbound

s. güneye yönelen.

southeast

i., s., z. güneydoğu, keşişleme; z. keşişlemeye doğru. southeasterly z., s. keşişlemeye doğru; keşişlemeden (esen). southeastern s. keşişleme yönünde olan.

southeaster

i., den. keşişleme rüzgârı veya fırtınası.

southeastwardly

z. keşişleme yönünde.

souther

i. güney fırtınası.

southerly

s., z. güneye doğru olan; z. kıble tarafından veya kıbleye doğru.

southern

s. güneysel, cenubi, güneyden gelen veya güneye ait. southern lights güney yarımkürede geceleri gökyüzünde görülen renkli ışıklar.

southerner

i. Güneyli; A.B.D.'nin güneydoğu eyaletlerinden olan kimse.

southernmost

s. en güneyde olan.

southernwood

i. kara pelin, bot. Artemisia abrotanum; kafuriye, bot. Artemisia arborea.

southing

i. güneye doğru mesafe.

southland

i. güney bölgesi.

southpaw

i., s., k.dili. solak oyuncu; s. solak.

southron

s., i., İskoç. güneyli; b.h. Güneyli, İngiliz.

southwards

z. güneye doğru.

southwest

i., s., z. güneybatı, lodos yönü; s. lodosa doğru; lodostan esen; z. lodostan veya lodosa doğru. southwester i. şiddetli lodos rüzgârı; geniş kenarlı gemici şapkası. southwesterly s. lodostan veya lodosa doğru. southwestern s. lodos tarafında olan. southwestward(ly) z. lodosa doğru veya karşı.

southwest africa

Güney-batı Afrika, Namibia.

souvenir

i. yadigâr hatıra, andaç.

souwester

bak. southwester.

sovereign

s., i. âlâ, en yüksek; şahane; mutlak, bağımsız, müstakil; hükümdarca; çok tesirli (ilâç); i. hükümdar, kral, imparator; altın ingiliz lirası. sovereignly z. mutlak surette; hâkimane.

sovereignty

i. egemenlik, hâkimiyet, hükümranlık.

soviet

i., s. meclis, idare meclisi; Sovyet Rusya'da idare meclisi, Sovyet; s., b.h. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğine ait. Soviet Russia Sovyet Rusya. Soviet Union Sovyetler Birliği.

sow

i. dişi domuz; mad. erimiş maden oluğu; bu olukta yapılan maden külçesi. sow thistle eşek marulu, bot. Sonchus oleraceus.

sow

f. (-ed, -ed veya sown) tohum ekmek, tohum saçmak; yaymak, saçmak, neşretmek. sow one's wild oats gençlikte çılgınlıklar yapmak, başında kavak yelleri esmek.

sowbread

i. tavşankulağı, siklamen, buhurumeryem, bot. Cyclamen europaeum.

sox

i., çoğ. şosetler.

soy

i. soya; bu fasulyeden yapılan sos.

soybean , soyabean

i. soya, bot. Glycine max.

sp.

kıs. Spain, Spaniard.

sp.

kıs. special, species, spelling.

spa

i. maden suyu kaynağı, ılıca, kaplıca.

space

f. aralık koymak, fasıla bırakmak; aralıklara bölmek.

space

i. yer, alan, meydan; mesafe, aralık, fasıla; müddet; feza, uzay; matb. espas, iki kelime arasını açmak için kullanılan maden parçası; müz. ara; mat. uzam, vusat. space bar (daktiloda) aralık tuşu, espas tuşu, atlama tuşu. space heater A.B.D. soba. space platform, space station suni uydu. space probe uzaydan bilgi gönderen uydu.

space-time

i. yer-zaman ilintisi, dört boyutlu sürekli dizi.

spaceborne

z. uzay yoluyle taşınan.

spaced-out

s., (argo) uyuşturucu madde tesirinde olan.

spaceport

i. roket alanı.

spaceship

i. uzay gemisi.

spacing

i. aralıklarla düzenleme; espas, aralık.

spacious

s. geniş, vâsi, engin, açık, mesafeli; bol, ferah. spaciously z. geniş bir şekilde, mesafe bırakarak. spaciousness i. genişlik, açıklık, vüsat.

spackle

i. çatlakları doldurmada kullanılan alçı.

spade

i., f. bahçıvan beli; ayıbalığını parçalamak için kullanılan büyük bıçak; ask. top arabasının arka tarafında bulunan ve top atılınca geri tepmesine mâni olan kazma şeklindeki demir, mahmuz; f. bellemek, bel ile kazmak. call a spade a spade açıkça söylemek, isim vererek söylemek.

spade

i. iskambilde maça.

spadework

i. bel işi; hazırlık işi.

spadiceous

s., bot. çomak durumu kabilinden; parlak kahverengi.

spadix

i. (çoğ. -dices) bot. çomak (çiçekdurumu).

spaghetti

i. ince makarna, spageti; (radyo) tel izolasyonu olarak kullanılan ince plastik boru.

spahi, spahee

i., T. sipahi.

spain

i. İspanya.

spake

(eski), bak. speak.

spall

i., f. ufak taş parçası; kıymık: f. parçalamak, kıymak; parçalanmak.

spalpeen

i., (İrl.) çapkın delikanlı.

span

i., f. (-ned, -ning) karış; an, kısa süre; süre; kemer veya köprünün ayakları arasındaki açıklık; f. karışlamak, karış ile ölçmek; bir yandan bir yana uzanmak.

span

i., f., den. halat, zincir; çifte koşulmuş at veya öküz; f. bağlamak, bukağılamak.

spandrel

i., mim. üçgen şeklinde kemer üstü dolgusu; posta pulu köşesindeki üçgen süs .

spang

z., ABD, kdili. dosdoğru, tam üstüne tam hedefine

spangle

i, f. pul, payet, madeni pul; f. pullarla süslemek (elbise); madeni pul gibi pırıldamak

spaniard

i. ispanyol

spaniel

i. uzun tüylü ve uzun sarkık kulaklı köpek, spanyel; yaltaklanan kimse.

spanish

s., i. ispanyol, İspanya'ya veya İspanyolca'ya ait; i. İspanyolca. the Spanish İspanya halkı. Spanish brown topraktan yapılan kahverengi bir boya. Spanish chestnut kestane. Spanish fly ispanya sineği, zool. Lytta vesicatoria; kuduzböceği, zool. Cantharis Spanish Main eskiden Orinoko Irmağından Panama diline kadar olan Güney Amerika sahili; şimdi Karayipler Denizi'nin güneyi veya bütünü.

spank

f., i. kıçına şaplak atmak, dövmek; çabuk gitmek, hızla gitmek; i. şaplak (bilhassa kısa).

spanker

i. şaplak atan kimse; iri yarı kimse veya şey; den. randa yelkeni spanker boom den. randanın bombası veya sereni.

spankiny

s., z., i. çabuk koşan: kuvvetli, şiddetli (rüzgâr); İng. k.dili. iriyarı; z. ala; iri, çok; i. (çocuğun kıçına) şaplak atma. brand spanking new gıcır gıcır, yepyeni.

spanner

i. karışla ölçen kimse veya alet; İng. vida somunu anahtarı, ingiliz anahtarı.

spannew

s., leh. yepyeni, gıcır gıcır.

spanroof

i. balık sırtı dam, adi çatı.

spansule

i. değişik kalınlıkta tabakalarla kaplı ilâç tanecikleri bulunan kapsül.

spar

i., f. (red, ring) den. ağaç çubuk, seren, direk: uçak kanadı ana kirişi. f. seren veya direk takmak. spar deck kontra güverte.

spar

i., min. ispat.

spar

f. (red, ring) i. boks yapmak; ağız kavgası etmek, atışmak, dalaşmak; horoz gibi dövüşmek: i. boks maçı. sparring partner boksta idman arkadaşı.

sparable

i. kundura veya çizme ökçesine çakılan ufak başsız çivi.

spare

s., i. yedek, ihtiyat az, kıt dar, kısa, eksik; cimri, eli sıkı; sıska, arık, zayıf; fazla, artan, serbest. i. yedek parça; bowling oyununda iki top atışı ile kukaların hepsini düşürme. spare cash ihtiyat akçesi. spare parts yedek parçalar spare time boş vakit. sparely z. sıskaca; az olarak. spareness i. zayıflık; azlık.

spare

f. kıymamak, canını bağışlamak, öldürmemek; kurtarmak; idareli kullanmak; idare yoluna gitmek; esirgemek; vermek; onsuz olmak veya yapmak, onsuz işini çevirmek.

sparerib

i. az etli domuz pirzolası.

sparge

f., i. dağıtmak, serpmek; i. serpme. sparger i. biracılıkta kullanılan serpme aleti.

sparing

s. idareli, tedbirli; merhametli, vicdanlı. sparingly z. tedbirli olarak sparingness i. tedbir, ihtiyat, idare.

spark

i., f. kıvılcım, çakım, çakın, şerare; elektrik kıvılcımı; elmas; belirti; canlılık; f. kıvılcım saçmak; harekete geçirmek, teşvik etmek, kışkırtmak. spark arrester kıvılcım kafesi; elektrik kıvılcımlarını önleyen cihaz. spark coil elek. endüksiyon bobini, kıvılcım bobini. spark gap oto. buji tırnak aralığı. spark plus oto. buji.

spark

i., f. yakışıklı delikanlı; civelek kız: (erkek) sevgili; sinirli kimse; f. flört etmek. sparkish s. hoppa, havalı, civelek; gösterişli, iyi giyimli.

sparkle

f., i. kıvılcımlar saçmak; pırıldamak; köpürmek, köpük köpük olmak (şarap); i. kıvılcım; pırıltı; şaşaa. sparkler i. pırıldayan eylayan mücevher; şahsiyeti ve canlılığıyle göze batan kimse, parlak şahsiyet.

sparkling

s. parlayan, pırıldayan; canlı; köpüklü. sparklingly z. pırıldayarak. sparklingness i. parlaklık.

sparkplug

f. kışkırtmak; canlandırmak, harekete geçirmek.

sparks

i. vapurda radyo teknisyeni.

sparrow

i. serçe, zool. Passer domesticus; serçeye benzer kuş. sparrow hawk atmaca, zool. Accipiternisus. English sparrow, house sparrow serçe, zool. Passer domesticus. rock sparrow kayalık serçesi, zool. Petronia petronia Spanish sparrow bataklık serçesi, zool. Passer hispaniolensis.

sparrowgrass

i, leh. kuşkonmaz.

sparry

s., min. ispatik, ispatlı.

sparse

s. seyrek, dağınık, sık olmayan. sparsely z. seyrek seyrek . sparseness i. seyreklik. sparsity i. seyreklik, kıtlık.

spartan

i, s. Spartalı; s. Spartalı gibi, güçlüklere dayanan, yılmaz.

spasm

i., tıb. spazm, sinir kasılması, ıspazmos: birden gelip geçen heyecan veya gayret.

spasmodic

s., tıb. ıspazmoz kabilinden; ara sıra ve birdenbire vaki olan, birden gelip geçen. spasmodical s. spazmodik; birdenbire gelip geçen. spasmodically z. spazmodik olarak; birdenbire gelip geçerek .

spastic

s., i., tıb. ıspazmozlu; i. ıspazmozlu felci olan kimse.

spat

i, gen. çoğ kısa tozluk, getir.

spat

f., bak. spit.

spat

i., f. (ted, ting) istiridye yumurtası; f. yumurta dökmek (istiridye).

spat

i., f. (ted, ting) şamar, sille: şaplak; ağız dalaşı; yağmur şakırdaması; f. sille vurmak; ağız kavgası etmek, atışmak, dalaşmak; şakırdamak (yağmur).

spate , spait

i., İng. sel; şiddetli sağanak; denizde görülen su hortumu. spate of words ansızın içini dökme, konuşarak boşanma.

spathe

i, bot. yen, spat, brakte, bürgü.

spathic , spathose

s,. min. ispat taşma benzer, ispatik.

spatial

z. uzamsal; uzaysal.

spatter

f., i. serpmek, sıçratmak: çamurlamak; iftira etmek, şerefini lekelemek, çamur atmak; i. serpme, sıçratma; pıtırtı; çamur lekesi, zifos.

spatterdash

i, gen. çoğ. çamura karşı giyilen uzun tozluk, çamurluk.

spatterdock

i. sarı nilüfer, bot. Nymphaea advena.

spatula

i. mablak, spatula; tıb. dilbasan.

spatulate

s. spatula şeklindeki, kaşık biçimindeki.

spavin

i, bayt. at ayağının oynak yerinin şişmesi. spavined s. oynak yeri şişmiş (at ayağı).

spawn

f., i. yumurta dökmek (balık); meydana getirmek, ,çıkarmak; iç balık yumurtası; hayvan yavrusu; hasılat, sonuç; istiridye yumurtası; ufak balık; bot. mantar tohumu.

spay

f. dişi hayvanı kısır etmek.

speak

f. (spoke, eski spake: spoken) konuşmak, söz söylemek, konuşma yapmak, nutuk söylemek; bahsetmek, bahsini etmek, belirtmek, ifade etmek; ses vermek, çalmak; işaretle konuşmak (gemiler arası). Speak ! Haydi, havla (köpeğe). speak by the book resmi ve talimat gereğince konuşmak, ezbere konuşmak. speak down to küçük düşürücü tavırla konuşmak. speak fair eski dostça konuşmak; yaklaşıp laf açmak. speak for lehinde söylemek, başkasının yerine söz söylemek; istemek. speak ill of aleyhinde söylemek, iftira etmek. speak of zikretmek, bahsetmek. speak out açıkça söylemek; yüksek sesle söylemek. speak to the point konuya bağlı kalmak; yerinde söz söylemek. speak up çekinmeden açıkça söylemek. so to speak tabir caizse. to speek of bahsetmeye değer, önemli, ehemmiyetli . speakable s. söylenilebilir, denilebilir, ağıza alınabilir.

speakeasy

i., (argo) gizli içki satılan yer.

speaker

i. konuşan veya söyleyen kimse; spiker; sözcü; hatip; meclis başkanı. speakership i. meclis başkanlığı.

speaking

s., i. hitabetme kabiliyeti olan; söz söyleyen; konuşacak gibi, canlı; i. konuşma, söyleme; ezberden nutuk söyleme; hitap. speaking acquaintance uzaktan aşinalık; tanıdık. speaking likeness aşırı benzeyiş, tıpkısı olma. speaking tube odalar veya katlar arasında konuşmaya mahsus boru; den. kumanda borusu. be on speaking terms selâm vermekten ileri gitmeyen; aşinalığı olmak. The brothers were not on speaking terms Kardeşler selâmlaşmıyorlardı bile.

spear

i., f. kargı, mızrak; zıpkın; mızrakçı, mızraklı adam; ot filizi; f. mızrak veya zıpkınla vurmak; filiz sürmek, fışkırıp uzamak. spear gun sualtı tüfeği.

spearfish

i. kılıçbalığına benzer bir kaç tür balık, zool. Tetrapturus.

spearhead

i., f. mızrak ucu; hücuma geçiş; hücuma geçen asker, öncü; f. öncülük etmek.

spearman

i. mızraklı adam, mızrakçı.

spearmint

i. bahçe nanesi, bot. Mentha spicata.

spearwort

i. düğünçiçeği.

special

s., i. özel, hususi, has, mahsus; bir cinse mahsus; yegâne; ekstra (gazete); i. herhangi özel bir şey; özellik. special agent özel ajan special case özel durum. special delivery (A.B.D.) ekspres mektup; özel ulak. special edition özel baskı. special pleading huk. karşı tarafın iddialarını reddetmeden kanuni itirazlarda bulunma; bir konunun yalnızca olumlu yönlerini sunma. special student özel bir program takip eden öğrenci. specially z. özellikle, bilhassa.

specialist

i. mütehassıs, uzman. specialism i. ihtisas, uzmanlık.

speciality

i. özellik, hususiyet; çoğ. ayrıntılar, teferruat; spesyalite; ihtisas, uzmanlık; huk. mühürlü sözleşme.

specialize

f. tek bir konu üzerinde durmak; biyol. özel bir gaye ile geliştirmek; özel bir amaca kullanmak; ayrıntılara girmek; özellik kazanmak; ihtisas kazanmak, mütehassıs olmak. specialization i. ihtisas, uzmanlık.

specialty

i. özellik, hususiyet; spesiyalite; ihtisas, uzmanlık; huk. mühürlü sözleşme. specialty of the house lokantanın spesyalitesi.

specie

i. madeni para, sikke. specie payment madeni para ile ödeme. in specie madeni para ile; huk. aynıyle (iade) .

species

i., tek. ve çoğ., biyol. tür; türlü, çeşit; Kat. dış görünüm; hayal, şekil, görünüş the species insan.

specifiable

s. tayin edilebilir, kesin olarak beyan edilmesi mümkün.

specific

s., i. özgü, kendine has; özgül; spesifik, özel, hususi, belirli, muayyen; kesin, kati, sarih; tıb. iyileştirici, tedavi edici (ilâç); tıb. belirli bir mikroptan husule gelen; uzunluk, ağırlık ve miktara göre alınan gümrük vergisine ait; i. özel bir gaye uğruna kullanılan şey; tıb. belirli bir hastalık tedavisinde kullanılan ilâç; gen. çoğ, (A.B.D.), k.dili. özellikler specific difference. biyol. tür farkı. specific gravity özgül ağırlık. specific heat spesifik ısı. specifically z. özellikle, hususi olarak, bilhassa.

specification

i. tayin, belirtme; belirli bir türden olma; ayrıntılarıyle tanımlama; muayyen bir madde veya keyfiyeti belirtme; bir icadın tarifnamesi; huk. beyanname; şartname, şartlaşma. specifications i. teferruat, ayrıntılar, şartlar.

specify

f. tayin etmek, kesinlikle belirtmek; listeye özel bir madde halinde koymak.

specimen

i. örnek, numune, model, misal; k.dili. antika kimse, alışılmamış huyları veya özellikleri olan kimse.

specious

s. sahte, aldatıcı; dış görünüş itibariyle aldatıcı; samimi olmayan. speciously z. dış görünüşüyle aldatarak. speciousness i. dış görünüşün aldatıcı olması.

speck

i., f. nokta, benek, ufak leke; ufak parça, zerre; f. nokta nokta lekelemek.

speckle

i., f. ufak benek veya leke; f. beneklemek. speckled z. benekli, çilli, karyağdı.

specs

i., çoğ., k.dili. gözlük; sartlar.

spectacle

i. görülecek şey; dehşetli manzara; acayip davranış; çoğ. gözlük. spectacled s. gözlüklü.

spectacular

s., i. görülmeye değer, harikulade; i. hayret verici manzara. spectacularly z. harikulade bir şekilde.

spectator

i. seyreden kimse, seyirci spectator sport ABD. gösteri mahiyetindeki spor faaliyeti.

specter , (ing.)spectre

i. hayal, hayalet, hortlak, tayf.

spectra

bak. spectrum.

spectral

s. hayalet kabilinden; hayal gücüne dayanan, hayali; fiz. tayfi, ışın dağılımına. ait spectral analysis tayf analizlenmesi.

spectrogram

i., fiz. spektrogram.

spectrograph

i., fiz. spektrograf; spektrografla alınan fotoğraf.

spectroheliograph

i. güneşin fotoğrafını çekmeye mahsus makina.

spectrometer

i., fiz. spektrometre. spectrometry i. spektrometre ile tayfı ölçme.

spectrophotometer

i., fiz. spektrofotometre. spectrophotometry i. renklerin bu aletle karşılaştırılması.

spectroscope

i. spektroskop.

spectroscopic

s. spektroskopa ait; ışınların tahlili metoduna ait.

spectroscopy

i. ışınların tahlili bahsi; spektroskop kullanma metodu.

spectrum

i. (çoğ. -tra) tayf spectrum. analysis tayf analizlenmesi. solar spectrum güneş tayfı.

specula

bak. speculum.

specular

s. ayna gibi, aynaya ait; tıb. speküloma ait.

speculate

f. düşünmek, mütalaa etmek, zihninde tartmak; tic. spekülasyon yapmak.

speculation

i. zihnen tartıp tahlil etme, fikren mütalaa, üzerinde düşünme; kurgu; spekülasyon; oyuncuların birbirinden koz satın aldıklan bir tür iskambil oyunu.

speculative

s. düşünüp tasavvur eden; mali spekülasyonla ilgili; tehlikeli, rizikolu. speculatively z. zihninde tartarak. speculativeness i. zihinde tartma. speculator i. spekulator, vurguncu.

speculatory

s., tic. spekülasyon niteliğindeki; derin düşünme mahiyetindeki.

speculum

i. (çoğ. -s, -la) tıb. bedenin iç taraflarını muayene maksadıyle bir deliği genişletmek veya açık tutmak için kullanılan aynalı veya aynasız aletlerden biri, spekulom; madeni ayna; teleskop aynası; zool. bazı kuş kanatlarında bulunan renkli lekeler. speculum metal ayna yapmaya mahsus bakır ile teneke karışımı.

sped

f., bak. speed.

speech

i. konuşma yeteneği, söyleme yetisi, natıka; konuşma, söz söyleme, tekellüm; söz; dil, lisan; hitabe, söylev, nutuk. speech clinic konuşma bozukluklarının düzeltildiği klinik. speech disorder konuşma bozukluğu .speech organ konuşma organı speech pattern konuşma düzeni; konuşma şekli, ifade tarzı. figure of speech mecaz. free speech konuşma özgürlüğü. parts of speech gram söz bölükleri.

speechify

f. nutuk paralamak; fazla konuşmak, kafa şişirmek. speechification i. nutuk paralama. speechifier i. yersiz nutuk paralayan kimse.

speechless

s. dilsiz, konuşamayan, dili tutulmuş; sessiz, suskun; kelimelerle ifade edilemeyen. speechlessly z. dili tutulmuş gibi. speechlessness i. sessizlik, suskunluk.

speechmaker

i. konuşmayapan kimse, konuşmacı, hatip.

speechwriter

i. başkası için nutuk metni yazan kimse.

speed

i, f. (-ed veya -sped) s. hız, sürat, ivinti, çabukluk, çabuk gitme; eski uğur, başarı, muvaffakiyet: (argo) amfetamin; f. çabuk gitmek, süratle gitmek koşmak, acele etmek; eski muvaffak etmek; eski uğurlu kılmak, uğur getirmek; uğurlamak, geçirmek; acele ettirmek, hız vermek; mak. belirli bir hıza ayarlamak; s. sürat belirten; hızlı. speed counter sürat ölçme aleti, hız sayacı. speed lathe hızlı torna. speed limit. azami sürat. speed the parting guest misafiri geçirmek, uğurlamak. speed trap fazla sürat yapanlara polis tuzağı. speed up hızlandırmak, hızın artırmak, sürat vermek. at full speed son süratle; den. tam yol alarak. at half speed yarım süratle; den. yarım yol alarak. with all speed bütün hızı ile.

speedboat

i. sürat motoru.

speeder

i. trafik kanununa aykırı sürat yapan şöför.

speedometer

i. hızölçer, spidometre.

speedreading

i. süratli okuma .

speedway

i. sürat yolu, hızyolu.

speedwell

i. yavşanotu, veronika, bot. Veronica officinalis.

speedy

s. süratli, hızlı, çabuk. speedily z. acele ile, süratle, hızla. speediness i. hızlılık, sürat.

speer

f., İskoç. sormak.

speiss

i. arsenikli ham maden.

spelean

s. mağaralara ait; mağarada yaşayan veya bulunan.

speleology

i. mağaralar ilmi; mağara keşfetme sporu.

spell

f. (ed veya spelt) hecelemek, imlâsını harf harf söylemek; söylemek, belirtmek, ifade etmek. spell out heceleyerek yahut güçlükle okumak, sökmek; harflerle kelime meydana getirmek; ayrıntılarıyle açıklamak.

spell

i., f. büyü, afsun, sihir; f. büyülemek. cast a spell on büyülemek, kuvvetle etkilemek.

spell

i, f. nöbet, nöbet vakti, iş nöbeti; k.dili. süre, müddet; k.dili. kısa mesafe; (Avustruralya) tatil zamanı; nöbet değiştirme; (A.B.D.), k.dili. kriz, nöbet; f. nöbet değiştirerek serbest bırakmak.

spellbind

f. büyü ile bağlamak, teshir etmek. spellbound s. büyülenmiş.

speller

i. heceleyen kimse; imla kitabı.

spelling

i. imlâ, yazılış, yazım; heceleme, imlasını söyleme. spelling bee, spelling match imlâ yarışması. spelling book imlâ kılavuzu. spelling reform imlâ reformu.

spelt

i. kaplıca buğday, bot. Triticum sativum spelta; kızıl buğday, kılçıksız buğday, bot. Triticum spelta.

spelt

f., bak. spell.

spelter

i., tic. tutya, çinko.

spelunking

i. mağaraları keşfetme spelunker i. mağara keşfeden kimse.

spence

i., İng. leh. kiler; oturma odası.

spencer

i. kısa ceket.

spencer

i., den. en arkadaki yedek yan yelkeni.

spencerian

s. İngiliz filozofu Herbert Spencer'ın kitaplarına veya felsefesine ait; Amerikalı P.R. Spencer tarzında güzel ve okunaklı elyazısına ait.

spend

f. (spent) harcamak, sarfetmek; bol bol vermek; israf etmek, har vurup harman savurmak; kuvvetini azaltmak; geçirmek (zaman). spending money harcanacak para, harçlık.

spendthrift

s, i. müsrif, mirasyedi (kimse)

spense

bak. spence .

spenserian

s. İngiliz şairi Edmund Spenser'a ait. Spenserian stanza Faerie Queen şiirinde kullanılan nazım şekli.

spent

s. harcanmış, sarfedilmiş; kuvvetten düşmüş, bitap, argın; etkisini kaybetmiş, tesirsiz hale gelmiş.

sperm

i., biyol. meni, sperma, atmık, bel suyu. spermatic s. meni kabilinden.

sperm

i. ispermeçet. sperm i., sperm oil ispermeçet yağı. sperm whale ispermeçet balinası, kadırgabalığı.

spermaceti

i. ispermeçet.

spermary

i. taşak, husye.

spermatic

s., biyol. spermaya ait, spermatik. spermatic cord sperma kordonu.

spermato

(önek). tohum, sperma.

spermatocele

i. haya şişmesi.

spermatogenesis

i., biyol. spermatozoon teşekkülü.

spermatophyta

i. humlu bitkiler.

spermatozoon

(-zoa) sperma hayvancığı.

spermo- , sperm-

(önek). tohum, sperm.

spew

f. kusmak, istifrağ etmek.

sphacelate

f. çürümek, kangrenleşmek.

sphagnum

i. (çoğ, -na) bataklıkta yetişen ve ambalaj işinde kullanılan bir çeşit yosun, sfagnum.

spheno-, sphen-

(önek) kama şeklinde, çivi şeklinde; tıb. ense kemiğine ait.

sphenogram

i. çivi yazısının harflerini teşkil eden çivi şeklindeki işaretlerden her biri.

sphenoid

s., i. kama şeklindeki; anat. ense kemiğine ait, sfenoid; i. ense kemiği.

spheral

s. küresel; simetrik; ahenkli.

sphere

i., f. küre; gök, sema; dünya; saha, alan; sınıf, derece; f. küreler arasına koymak; küre şeklini vermek.

spherical

s. küre şeklindeki, küresel, kürevi; küreye ait; gökcisimlerine ait. spherically z. küre şeklinde

sphericity , sphericalness

i. küre şeklinde olma.

spherics

i. küresel geometri; havada elektriksel olaylar.

spheroid

i., geom. küremsi cisim, yuvar. spheroidal s. küremsi, sferoidal.

spherometer

i., fiz. sferometre, küresel düzeylerin kıvrıntılarını ölçmeye mahsus alet.

spherule

i. kürecik.

spherulite

i, jeol. bazı kayalarda bulunan küre şeklindeki billursu cisim. spherulitic s. bu cisimle ilgili.

sphincter

i. büzgen kas, sfinkter.

sphinx

i. isfenks, sfenks; anlaşılması güç ve konuşmayan kimse. sphinx moth bir çeşit pervane. the Sphinx Mısır'da Gizeh sehrinde bulunan büyük isfenks.

sphragistics

i. damga veya mühürler bilgisi sphygmo önek, tıb nabız.

sphygmograph

i. nabızölçer.

sphygmus

i, biyol. nabız, nabız atması.

spica

i. başak; tıb. ,'8'' şeklinde bir sargı tipi Spica Virginis astr Basakçı yıldızı.

spicate

s., bot., zool. başaklı, sivri uçlu.

spiccato

i., s., z., müz. virtüöz stakkatosunun tarzı, sıçratım tarzı; s. pikeli; z. virtüöz stakkatosuyle.

spice

i., f. bahar, baharat; baharat gibi güzel kokan şey; lezzet veren şey; tat, çeşni: f. baharat katmak, ceşni vermek; cazipleştirmek. spicery i. baharat; baharatlı oluş.

spickandspan

s. yepyeni, tertemiz, gıcır gıcır.

spicule , spicula

i. çok ince veya iğne gibi şey; zool. iğne, spikul. spicular, spiculiform s. iğne şeklindeki.

spicy

s. baharatlı, bahar gibi güzel kokulu; tadı tuzu yerinde olan, çeşnili; hoş, zevkli; açık saçık (hikaye); cazip, çekici. spicily z. baharatla. spiciness i. baharatlı oluş.

spider

i., f. örümcek; leh. dökme demir tava; f. kırılmadan tuzla buz olmak (cam). spider crab uzun ve ince bacaklı bir cins yengeç, zool. Libinia. spider monkey örümcek maymunu, zool. Ateles. spider web örümcek ağı. water spider su örümceği, zool. Argyoneta aquatica. spidery s. çok ince; örümcek gibi; zarif; örümcekli.

spiegeleisen

i. manganezli dökme demir.

spiel

i., f., A.B.D., argo ikna edici konuşma; f. konuşmak, söylemek.

spiffy

s., (argo) güzel, şık.

spigot

i. musluk; fıçı tapası; tahta musluk tıkacı.

spike

i., f. ekser, enser, büyük çivi; uzun ve ucu sivri şey; kabara; ince ve yüksek topuk; yavru geyiğin boynuzu; uskumru yavrusu; f. enserle tutturmak; k.dili. (içeceğe) içki katmak; ask. topu körletmek için falya deliğine çivi vurmak; çivi ile delmek veya incitmek; engellemek. spike one's guns bir kimsenin kötü niyetine engel olmak. spiky s. sivri uçlu; çivili.

spike

i. başak; bot. başakçık.

spikelet

i., bot. başakçık.

spikenard

i. sümbül yağı; Hint sümbülü, bot. Nardostachys jatamansi.

spile

i., f. fıçı musluğu, tahta tıkaç; akçaağaçtan öz çekmek için kullanılan boru; kazık; f. tapa ile tıkamak; kazık çakmak; (fıçıya) musluk takmak spilikin bak. spillikin.

spiling

i. tahta tıkaçlar.

spill

f., (ed veya spilt) i. dökmek saçmak; düşürmek; düşmek; den. yelkeni boşaltmak; i. dökme; düşüş düşme, yuvarlanma (at veya arabadan); dökülen şey; denize dökülen petrol. spill the beans kdili. ağzından baklayı çıkarmak.

spill

i. lamba yakmaya mahsus kâğıt veya tahta parçası; tahta tıkaç, fıçı musluğu.

spillage

i. dökülmüş şey, döküntü.

spillikin

i. mikado oyunu.

spillover

i. taşmış şey; dağılma.

spillway

i. taşma savağı.

spilt

f., bak. spill.

spilth

i. dökülen şey; artık, fazlalık, döküntü

spin

f. (spun, (eski) span; -ning) eğirmek, bükmek; (ağ) örmek; çevirmek, döndürmek; dönmek; fırıldak gibi dönmek; tornalamak; fırlatmak; hav. dikine düşmek. spin a yarn masal okumak, martaval atmak, maval okumak. spin out uzatmak, uzun uzadıya söylemek. spun glass cam elyafı. send one spinning bir yumrukta olduğu yerde fırıldak gibi döndürmek. His head is spinning. Başı dönüyor.

spin

i. fırıl fırıl dönme; k.dili. gezme; hav. diklemesine düşüş.

spinach

i. ıspanak, bot. Spinacia oleracia; k.dili. sus. spinaceous s. ıspanakgillerden.

spinal

s. belkemiğine ait, omurga kemiğinde bulunan. spinal anesthesia omur iliğe iğne ile yapılan anestezi. spinal column anat. belkemiği, omurga. spinal cord anat. omurilik, murdarilik. spinal curvature tıb. belkemiğinin eğriliği, kamburluk.

spindle

i., f. eğirmen, kirmen, iğ; iğ mihveri, mil, dingil; sığlık veya kayalıklan belirten fener direği; takriben 13800 metrelik iplik uzunluk ölçüsü; f. boy atmak, uzamak; delmek, geçirmek (fiş). spindle file puantir, fişnot. spindle tree iğağacı, bot. Euonymus europaeus. spindle whorl iğe ağırlık veren halka. spindling, spindly s. aşırı derecede boy atan, fazla serpilen; leylek bacaklı.

spindlelegged, spindleshanked

s. leylek bacaklı, ince ve uzun bacaklı.

spindlewort

i. beyaz kurtluca, bot. Atractylis gummifera.

spindrier

i. santrifüjlü çamaşır kurutma makinası.

spindrift, spoondrift

i. rüzgârın denizden getirdiği hafif su serpintisi.

spine

i. omurga, belkemiği; belkemiğine benzer şey; diken; kılçık; kitap sırtı.

spinel

i. bir çeşit kaba lâl.

spineless

s. omurgasız, belkemiği olmayan; dikensiz; cesaretsiz, yüreksiz. spinelessly z. korka korka. spinelessness i. korkaklık.

spinescent

s., bot, zool. dikenli.

spinet

i., müz. eski usul telli ve klavyeli bir alet, epinet; küçük piyano.

spiniferous

s. dikenli veya diken üreten.

spinnaker

i. üç köşe büyük yarış yelkeni.

spinner

i. eğiren veya büken kimse; iğ, eğirme veya bükme makinası; olta ucuna takılan kaşık.

spinneret

i. örümcek ve ipekböceğinin iplik salan uzvundaki memeciklerden her biri.

spinney

i., İng. çalılık, koru.

spinning

i., s. eğirme, bükme; s. eğiren. spinning frame eğirme tezgâhı. spinning jenny iplik eğirme makinası, çıkrık makinası. spinning wheel çıkrık.

spinoff

i. yan ürün.

spinose , spinous

s. dikenli, diken gibi. spinosity i. dikenlilik.

spinster

i. kalık, evde kalmış kız, yaşı geçmiş kız.

spinthariscope

i., fiz. spintariskop, alfa ışınları göstericisi.

spinule

i., bot., zool. dikencik, iğnecik. spinulose s. dikenli, iğneli.

spiny

s. dikenli, iğneli; güçlüklerle dolu, şaşırtıcı.

spiracle

i., zool. nefes alıp verme deliği.

spiraea

i. çayırmelikesi, erkeç sakalı, bot. Spiraea.

spiral

s., i., f. (-ed, -ing veya -led, -ling) helezoni, helisel, sarmal; i. helis, helezon; tıb. spiral; f. helezon teşkil etmek. spiral galaxy, spiral nebula sarmal bulutsu. spirally z. helezoni olarak, helezon ekli alarak.

spirant

s., i., dilb. sürtme sesi çıkaran (harf).

spire

i., f. ince uzun ot sapı; kulenin sivri tepesi; f. uzun ve ince sap sürmek; sivri kule gibi yükselmek.

spire

i. helezon, helis; helezoni kabuğun sivri ucu.

spirit

i., s. ruh can, insan ruhu; fels. tin; tayf, hayalet; peri, cin; önder, örnek kimse; heves, canlılık; hava; huy, tabiat, meşrep; mana, öz, meram; s. hayalete ait; ruhlara inanmayla ilgili; ispirto ile çalışan. spirit lamp ispirtoluk, kamineto. spirit level düzeç, kabarcıklı düzeç, düzeldek, tesviyeruhu, su terazisi. spirit rapping ispritizmada ruhların masaya hafif hafif vurmaları. spirit writing ruhların yazdığına inanılan yazı. familiar spirit bir insana hizmet eden peri. spiritless s. cansız, ruhsuz, hevessiz.

spirit

f. canlandırmak, kuvvet ve cesaret vermek. spirit away, spirit off gizlice göndermek veya götürmek.

spirited

s. canlı, şevkli, ateşli, cesaretli. spiritedly z. canlı olarak, şevkle. spiritedness i. canlılık, şevk.

spiritism

i. ispritizma. spiritist i. ispritizmaya inanan veya onunla meşgul olan kimse.

spiritoso

z., s., İt., müz. canlılıkla; s. canlı.

spirits

i. sert içki; ruh; keyif; damıtılmış öz; ispirtolu eriyik. spirits of ammonia nışadırruhu. in high spirits keyfi yerinde. in low spirits keyifsiz. methylated spirits mavi ispirto, metilik alkol.

spiritual

s., i. ruhsal, ruhanı, manevi, tinsel, bâtıni; Allah tarafından ilham edilmiş; kutsi, ruhani, kiliseye veya kutsal şeylere ait; i. Amerika zencilerine özgü ilâhi. spiritually z. manen, ruhani olarak. spiritualness i. manevilik, ruhanilik.

spiritualism

i. ispritizma. spiritualist i. ispritizmaya inanan kimse. spiritualistic s. ispritizma ile ilgili.

spirituality

i. ruhanilik, manevilik; kiliseye veya papaza ait şey.

spiritualize , (ıng.) -ise

f. ruhanileştirmek, manevi veya ruhani bir nitelik veya anlam vermek.

spirituel, (dişil) -elle

s. Fr. zeki, canlı, espri yapma yeteneği olan, nüktedan.

spirituous

s. alkollü ispirtolu.

spiritus

i., Lat. ruh, can; nefes. spiritus asper Yu. gram. kelime başındaki ''h'' sesi; bunu belirten işaret('). spiritus lenis Yu. gram. sesli harflerle başlayan kelimelerin başında h sesinin bulunmaması; bunu ifade eden işaret (').

spiro

(önek), tıb. nefes, soluk.

spiro

(önek) halka, kangal.

spirochete

i., tıb. spiril, burgu biçimindeki mikrop.

spirograph

i. solunum hareketlerini kaydeden alet, nefes resmi çizicisi.

spirogyra

i., bot. spirojirler, kavuşur suyosunları.

spiroid

s. helezon gibi, vidaya benzer.

spirometer

i. nefesölçer, spiro metre.

spirt

bak. spurt.

spissitude

i., eski. koyuluk (sıvı).

spit

i., f. (-ted, -ting) şiş; coğr. dil; f. şiş saplamak; meç saplamak.

spit

f. (spit veya spat, ting) i. tükürmek; çiselemek, serpelemek, atıştırmak, serpiştirmek; tükürük gibi saçmak; tükürük saçar gibi ses çıkarmak; i. tükürük; bazı böceklerin salyası; çisenti, serpinti. spit and polish k.dili. aşırı intizam. spit it out söylemek, açığa vurmak. spit upon yüzüne tükürmek, ağır şekilde hakaret etmek. the spit and image of, spitting image k.dili. tıpkısı, colloq. hık demiş burnundan düşmüş. Here's spit in your eye! Sıhhatinize!

spitball

i. çiğnenip top haline getirilen kağıt; (beysbol) bir çeşit top atışı.

spitchcock

i., f. ortasından yarılıp ızgarada pişirilmiş yılanbalığı; f. balık veya kuşu ortadan bölüp ızgarada pişirmek.

spite

i., f. garez, kin; üzüntü; f. kindarlık etmek, inadına yapmak kahretmek. to spite his face nispet vermek için. in spite of rağmen; inadına, hiçe sayarak, kale almayarak. out of spite inadına, kötülüğünden. spite fence hiç bir işe yaramayan, inat için yapılmış duvar.

spiteful

s. garezkar kinci, hain, nispet veren. spitefully z. haince. spitefulness i. garezkârlık.

spitfire

i., k.dili. çabuk öfkelenen kimse.

spittle

i. tükürük, salya.

spittoon

i. tükürük hokkası.

spitz

i. Pomeranya köpeği.

spiv

i., İng. adi hırsız; İng., (argo) düzenbaz kimse, tavcı, dolandırıcı.

splanchnic

s. iç organlara ait. splanchno önek iç organ, bağır.

splash

f., i. (üstüne) çamur veya su sıçratmak; etrafa sıçratarak suya dalmak veya çarpmak; i. sıçratılmış çamur veya su, zifos; leke; su sıçratma sesi; k.dili. heyecan. make a splash k.dili. dikkati çekmek, bakışları üzerine toplamak; heyecan uyandırmak. splashy s. ıslak, çamurlu; lekeli; k.dili. dikkati çeken gösterişli.

splashboard

i. siper, çamurluk.

splashdown

i. uzay gemisinin denize inmesi.

splatter

f. su veya çamur sıçratmak; sıçramak.

splay

f., i., s. dışa doğru meyletmek, meyil yapmak; yayılmak; meyilli olmak; atın omuzunu yerinden çıkarmak; i. yayvanlık; mim. (çerçevede) meyilli kısım, pah, şataf; s. geniş ve yayvan; pahlı; kaba; acayip; eğri büğrü.

splayfoot

i. enli ve yayvan ayak, taraklı ayak.

splaymouth

i. büyük ve biçimsiz ağız, yayvan ağız.

spleen

i., biyol. dalak; terslik, huysuzluk; garaz, kin; eski melankoli. spleeny s. ters, huysuz, titiz.

spleenful

s. ters huysuz.

splendent

s. parlak ışıklı; şaşaalı, gösterişli.

splendid

s. şahane, fevkalade, mükemmel, a1a; muhteşem, görkemli, debdebeli; parlak. splendidly z. fevkalade birşekilde.

splendiferous

s., k.dili. şaşaalı, gösteriş1i, göz kamaştıran.

splendor , (ıng.) -dour

i. parlaklık, şaşaa, nur; ihtişam, saltanat, debdebe, tantana.

splenetic

s., i. dalağa ait; ters huylu, aksi, titiz; i. titiz veya ters huylu kimse. splenetical s. dalakla ilgili; aksi, huysuz, ters. splenetically z. dalakla ilgili olarak; aksilik ederek, huysuzlanarak.

splenic

s. dalağa ait.

splenitis

i., tıb. dalak iltihabı.

splenius

i. (çoğ nii) anat. somun kas. splenyus splice (splays) f, i. büküp lehimleyerek birleştirmek (tel); örerek birbirine tutturmak (halat); yapıştırarak eklemek (bant, filim): birbirine geçirip ,çivilemek (tahta); (argo) evlenmek, evlendirmek; i. çek yeri, bağlantı yeri; ekleme.

spline

i. kama, dil.

splint

i., f. kıymık; tıb. kırık kemik sarmaya mahsus ince tahta, suyek, cebire; at ayağında çıkan nasır; süetçilikte kullanılan ince kamış parçası; f. ince tahtalarla sarmak , cebireye almak.

splinter

f., i. yarıp parçalamak; yarılıp parçalanmak; i. kıymık, ince ve ufak tahta parçası. splinter group hizip, bölüntü. splintery s. kıymık gibi; kıymıklı.

splinterproof

s. patlayan mermi parçalarının geçmesini engelleyen; çatlamaz, dağılmaz.

split

f. (split, ting) yarmak, ortasından ayırmak, çatlatmak; hiziplere ayırmak; dağıtmak: bölmek; paylaşmak, bölüşmek. split hairs kılı kırk yarmak. split one's sides gülmekten kasıkları çatlamak, kahkahadan yerlere yatmak. split off yarılmak parçalanmak; bölünmek; ayrılmak; kopmak. split the difference ortalama bir rakamda anlaşmak. split up bölüştürmek; ayrılmak, bozuşmak.

split

i., s. yarık, çatlak; bozuşma, ayrılık; bölünme; kıymık, ufak parça; sepetçilikte kullanılan ağaç tiriz; küçük şişe (içki); muzla yapılmış dondurmalı tatlı; bir bacağı öne öbürünü arkaya uzatarak yapılan akrobasi hareketi; s. ayrılmış; kırık, çatlak, yarık. split level house odaları değişik seviyelerde olan ev. split peas kırık bezelye. split personality psik. bölünmüş şahsiyet; şizofrenik kişi. split pulley birbirinden ayrılabilen iki parçadan ibaret makara. split second an, lahza.

splitting

s. keskin, şiddetli. splitting headache şiddetli baş ağrısı.

splotch

i., f. leke, benek; f. lekelemek, bulaştırmak.

splurge

i., f., k.dili. gösteriş yapma; savurganlık; f. gösteriş yapmak; müsrifçe para harcamak, har vurup harman savurmak.

splutter

f., i. cızırdamak; şaşkınlıktan karmakarışık şeyler söylemek; i. cızırtı; ipe sapa gelmez lakırdı, boş laf.

spode

i. iyi cins ingiliz porseleni.

spoil

f. (-ed veya spoilt) bozmak, yıkmak; azdırmak, şımartmak, ahlakını bozmak; bozulmak, çürümek; azmak. spoil a joke şakanın tadını kaçırmak. a spoiled child şımarık ,çocuk. be spoiling for kaşınmak, istemek, aramak. He is spoiling for a fight. dövüşmek için kaşınıyor.

spoil

i., gen. çoğ. yağma, çapul; çoğ., A.B.D., pol. yeni seçilenlerin eline geçen nüfuz kullanma fırsatı. spoils system A.B.D. seçimi kazanan parti üyelerine memuriyet verme sistemi.

spoilsport

i. başkasının zevklerini bozan kimse.

spoke

i., f. tekerlek parmağı; seyyar merdiven çubuğu; den. dümen dolabı parmaklığı; yokuş aşağı duran atlı araba tekerleğinin dönmesine engel olmak için parmaklığın arasına konulan sırık; f. tekerleğe parmak takmak; sırık koymak. put a spoke in one's wheel bir kimsenin çanına ot tıkamak.

spoke

bak. speak.

spoken

bak. speak; s. sözlü, konuşulan.

spokeshave

i. parmaklık rendesi.

spokesman

i. (çoğ. men) sözcü.

spoliation

i. soygun, yağma; çapul, talan; huk. bir vesikayı tahrif veya imha; huk. kaçakçılık şüphesiyle takip edilmekte olan bir gemideki belgelerin önceden imhası.

spoliative

s. çapulculuğa veya çapula ait; tıb. kan miktarını eksiltmeye yarayan.

spondaic, ical

s. iki uzun heceli vezin tefilesi gibi veya bundan ibaret.

spondee

i. iki uzun heceli vezin tefilesi.

spondylo

(önek),anat. omur, fıkra.

sponge

i., f. sünger; sünger gibi emici şey; k.dili. asalak, tüfeyli, parazit; mayalanmış ve dinlenmeye bırakılmış hamur; platin gibi bazı madenlerin sünger hali; tıb. tampon; topun içini temizlemeye mahsus uzun saplı yuvarlak fırça, uskunca fırçası; f. süngerle silmek veya suyunu almak; sünger toplamak. sponge on k.dili. parasını yemek, (başkasının) kesesinden geçinmek, (slang) otlamak, otlakçılık etmek. sponge bath ıslak süngerle silinerek yapılan banyo. sponge cake pandispanya. throw up the sponge k.dili. mücadeleden vazgeçmek, yenilgiyi kabul etmek. sponger i. asalak, (slang) otlakçı.

spongy

s. sünger gibi; emici; ıslak ve yumuşak. sponginess i. sünger gibi oluş.

sponsion

i., huk. kefalet.

sponson

i., den. bargarisa, çıkma.

sponsor

i., f. kefil; vaftiz babası veya anası, manevi baba veya ana; bir radyo veya televizyon programının masraflarını karşılayıp reklam yapan firma; f. kefil olmak; desteklemek; himaye etmek. sponsorship i. kefalet, kefillik; himaye, destek.

spontaneous

s. kendi kendine olan, kendiliğinden vücuda gelen veya yapılan; insan gayreti olmadan meydana gelen; ihtiyari. spontaneous combustion içten yanma, kendiliğinden yanma. spontaneously z. kendiliğinden. spontaneousness, spontaneity i. kendiliğinden olma.

spoof

f., i., k.dili. şaka yapmak, muziplik etmek; i. şaka, müziplik.

spook

i., f., k.dili. hayalet, tayf; A.B.D., (argo) casus; A.B.D., (argo), asağ. zenci; f. hayalet halinde görünmek; korkutmak; zıvanadan çıkarmak. spookish, spooky s., k.dili. hayalet gibi; tekinsiz.

spool

i., f. makara; makara şeklindeki şey; f. makaraya sarmak.

spoon

i., f. kaşık; kasık şeklindeki şey; golfta topu vurup havalandırmaya mahsus bir çeşit değnek; f. kaşıkla almak; kaşık ile balık tutmak; kroket veya golfta topu vurup havalandırmak; k.dili. oynaşmak, sevişmek. born with a silver spoon in one's mouth zengin aile çocuğu olarak doğmuş.

spoonbill

i. kaşıkçı balıkçıl, spatül kuşu, zool. Platalea; kaşıkçın, zool. Spatula clypeata.

spoonbread

i. mısır unu ve yumurta ile yapılan yumuşak ekmek.

spoondrift

bak. spindrift.

spoonerism

i. ses veya heceleri konuşurken yanlışlıkla karıştırma: our dear old queen'' yerine ''our queer old dean.

spoonfed

s. ağzına beslenmiş; nazlı büyümüş.

spoonful

i. kaşık dolusu.

spoonwort

i. kaşıkotu, bot. Cochlearia officinalis.

spoony

s., k.dili. sersem, aklı başından gitmiş; sevgilisine aşırı derecede düşkün. spoonily z. budalaca. spooniness i. aşırı düşkünlük, aklı başından gitme.

spoor

i., f. vahşi hayvan izi; f. (hayvan) izlemek.

sporades

i. Ege Denizi adaları.

sporadic

s. ara sıra olan; seyrek; münferit, dağınık, ayrı. sporadically z. ara sıra, zaman zaman.

sporangium

i. (çoğ. gia) bot. tohum kabı, spor kesesi, ovogon dağarcığı.

spore

i., bot., zool. spor.

sporo-

(önek) tohum.

sporogenesis

i., biyol. sporla üreme; spor husule gelmesi.

sporogenous

s. sporla üreyen.

sporran

i. İskoçyalıların kullandığı kürk kaplı para kesesi.

sport

i., f., s. eğlence, oyun, spor; neşe; alay, istihza; eğlence konusu, alay mevzuu; oyuncak; kdili. kumarbaz kimse; gösteriş meraklısı kimse; biyol. değşinme, değşinme gösteren hayvan veya bitki; f. oynamak, eğlenmek; alay etmek, takılmak, şaka etmek; kdili. gösteriş yapmak; s. spor. poor sport mızıkçı sports car spor araba. sport one's oak İng., (argo). rahatsız edilmemek için kapıyı kapamak. sport shirt spor gömlek. for sport, in sport şaka olsun diye. make sport of alay etmek, eğlenmek.

sporting

s. spor ile ilgili; oyun kurallarına uyan, sportmen; kumarbaz. sporting chance k.dili. kazanma ihtimali ağır basan şans. sporting house genelev.

sportive

s. sporcu, sportmen; oyun oynamayı seven; oyun veya şaka kabilinden . sportively z. sportmence; neşeyle. sportiveness i. sportmenlik; neşelilik.

sportsman

i. (çoğ. men) sporcu; avcı; profesyonel kumarbaz; sportmen. sportsman like s. sporcuya yakışır, sportmence; namuslu. sportsmanship i. sporculuk sportmenlik.

sportswear

i. spor giysi.

sporty

s., k.dili. sporcu: hovarda, neşeli, canlı; gösterişli.

sporule

i, biyol. küçük spor.

spot

i., s. yer, mevki, mahal; benek, nokta, leke; ayıp, leke; gölgebalığı, sarıağız, deniz güzeli, zool. Sciaena; projektör ışığı; kısa reklam; İng. bir miktar (içecek); (argo) güç durum; s. yerinde olan; peşin; ara sıra rasgele. spot ball siyah benekli beyaz bilye. spot cash peşin para. spot check ara sıra teftiş etme. spot weld elektrikle yapılan nokta kaynağı. hit the high spots k.dili. yalnız en önemli noktalara değinmek. hit the spot (argo) tam yerinde olmak. in a spot utandırıcı veya müşkül bir durumda. in spots ara sıra. on the spot hemen, derhal; hemen oracıkta, olay yerinde, vaka mahallinde; sorumlu; tehlikede; (argo) ölüm tehlikesinde. put on the spot hesap vermeye davet etmek; hesaplaşmaya çağırmak. soft spot zaaf, sevgi; zayıf nokta. ten spot onluk kâğıt para. ten spot of hearts iskambil kupanın onlusu. touch a sore spot en hassas noktaya dokunmak. X marks the spot. X olay yerini gösteriyor.

spot

f. (-ted, -ting) beneklemek, lekelemek, benek benek etmek; kirletmek, şerefini lekelemek; bulmak; tanımak; nişanalmak; yer yer dağıtmak: yerleştirmek; atamak; lekelenmek, benek benek olmak.

spotless

s. lekesiz, tertemiz, pırıl pırıl; kusursuz. spotlessly z. lekesiz, tertemiz olarak, kusursuz bir şekilde. spotlessness i. kusursuzluk, pirupak oluş.

spotlight

i., f. projektor ışığı; yaygınlık; f. ışığa tutmak; üzerine dikkat çekmek.

spotted

s. noktalı, benekli, lekeli; düzensiz, intizamsız. spotted crake bataklık tavuğu, zool. Porzana porzana. spotted fever tıb. lekeli humma, tifüs. spotted sandpiper kum çulluğu, düdükçin, zool. Actitis macularia.

spotter

i., A.B.D., k.dili. detektif; mağaza hırsızlarına karşı özel detektif; düşman uçaklarına karşı gözcü; kuru temizleyici dükkânında lekeci.

spotty

s. benekli, lekeli, noktalı; hep bir kalitede olmayan. spottiness i. lekelilik, beneklilik; düzensizlik.

spotweld

f., i. nokta kaynağı yapmak; i. nokta kaynağı.

spousal

i., gen. çoğ., s. evlenme, nikâh; s. nikaha ait.

spouse

i. eş, koca veya karı, zevc veya zevce.

spout

f., i. fışkırtmak, kuvvetle dışarıya atmak; heyecanla okumak: fışkırmak, feveran etmek; k.dili. nutuk atar gibi konuşmak; İng., (argo) rehine koymak; i. içinden sıvı akan ağız veya uç, musluk, meme, emzik; fışkırma; kasırganın denizden kaldırdığı su sütunu; İng., (argo) rehinci dükkanı. up the spout (argo) harap olmuş, mahvolmuş.

spouter

i. fışkıran petrol kuyusu; su fışkırtan balina; balina avlama gemisi; lugat paralayıcı kimse.

sprag

i. fren takozu.

sprain

f., i. burkmak, burkulmak; i. mafsalın burkularak incinmesi, burkulma. sprain fracture burkulma sonucunda bir kemik parçasıyle beraber veterin kemikten kopması.

sprang

f., bak. spring.

sprat

i. çaçabalığı, zool. Clupea sprattus.

sprawl

f., i. yayılıp yatmak, sere serpe uzanmak; yatarken kol ve bacakları yaymak; dağınık olmak, yayılmış olmak (fidan); i. yayılıp yatma, sere serpe uzanma.

spray

i. yapraklı ve çiçekli ufak dal, bahar dalı: bu şekilde yapılan süs.

spray

i., f. püskürtülen ilaç: serpinti, püskürtülen sıvı; püskürgeç, vaporizator; f. püskürtmek; üstüne sıvı püskürtmek veya serpmek. spray gun püskürtme tabancası. spraypaint f. boya püskürtmek.

spread

f. (spread) yaymak, sermek, açmak; alabildiğine açmak; dağıtmak, saçmak, neşretmek; sirayet ettirmek, bulaştırmak; ayırmak; üzerine sermek, kaplamak; sürmek; kurmak (sofra); teferruatıyla meydana koymak veya kaydetmek; uzatmak; yayılmak, serilmek; dağılmak, saçılmak, neşrolunmak; yayılmak, şayi olmak; sirayet etmek, bulaşmak; birbirinden ayrılmak. spread oneself iyi tesir bırakmaya çalışmak. spread oneself thin kudretinden fazla iş yüklenmek.

spread

i. yayılma; saha, vüsat; ortu (sofra veya yatak için); k.dili. ziyafet; ekmek üzerine sürülen yiyecek; gazetede aynı konuyu ele alan karşılıklı iki sayfa.

spreadeagle

s. kolları ve ayakları gerilmiş vaziyetteki; A.B.D., k.dili. aşırı vatanperver, gösterişçi.

spreader

i. yayan veya, süren şey veya kimse; iki telin birbirine dokunmaması için aralarına konan tahta; tarlaya gübre serpen makina.

spree

i. cümbüş, a1em, eğlenti; içki âlemi. go on a spree alem yapmak. shopping spree eldeki bütün parayı alış verişe yatırma.

sprig

i., f. (-ged, -ging) ince dal, filiz; delikanlı, genç: başsız çivi: f. ince dallarla süslemek; budamak; içine başsız çivi çakarak sağlamlaştırmak. spriggy s. ince dallarla dolu.

sprightly

s. canlı, şen, neşeli, şetaretli. sprightliness i. canlılık, neşe.

spring

i. yay, zemberek; yaylanma; atlama, fırlama veya sıçrama gücü veya yeteneği; geri tepme; atılış fırlayış, sıçrayış, hamle; ilkbahar bahar; başlangıç; kaynak, menşe; memba, kaynak pınar; den. seren veya kerestenin çatlağı veya eğrilmesi. spring balance yaylı terazi veya kantar. spring chicken piliç; k.dili. taze, (slang) piliç. spring fever ilkbahar yorgunluğu. spring mattress yaylı yatak. springtide ayda iki defa meydana gelen yüksek met; duygu veya etkinin en kuvvetli olduğu zaman. spring water memba suyu. springlike s. bahar gibi; yay gibi.

spring

f. (sprang veya sprung; sprung) yay gibi fırlamak; ileri atılmak, sıçramak; eğilmek, bükülmek, çarpılmak; çıkmak, sürmek; gelmek; neşet etmek, hâsıl olmak, zuhur etmek; sürpriz yapmak, birden yapmak; (şiir) şafak sökmek, başlamak (gün); yükselmek; mim. kemer halinde çıkmak; yayı boşalmak; fırlatmak, zembereğine dokunup salıvermek; birdenbire meydana çıkarmak; zorlayıp sakatlamak, çatlatmak; patlatmak; büküp yerine yerleştirmek; üstünden atlamak; (argo) kefaletle veya kaçırarak hapisten çıkarmak; (av kuşunu) ürkütüp kaçırmak. spring a leak su sızdırmaya başlamak; su etmeye başlamak (gemi). spring at üzerine saldırmak, sıçramak. spring back geriye tepmek veya sıçramak. spring forth sürüp meydana çıkmak; ileriye atılmak. spring in içeri atılmak. spring out dışarı fırlamak. spring upon üstüne atılmak.

springboard

i. tramplen; başlangıç noktası.

springbok , -buck

i. Güney Afrika'da bulunan bir cins ceylan zool. Antidorcas marsupialis.

springe

i. ilmekli tuzak, kuş kapancası.

springer

i. sıçrayan şey veya kimse; mim. kemer kıvrıntısının başladığı yer ve burada bulunan taş; bir çeşit av köpeği; bir çeşit geyik; piliç.

springhead

i. pınar başı, memba, kaynak.

springhouse

i. pınar üzerine yapılan ve buzdolabı niyetine kullanılan ufak bina.

springtide, springtime

i. ilkbahar, bahar mevsimi.

springy

s. yaylı, yay gibi; pınarları çok. springiness i. yaylılık; pınar çokluğu.

sprinkle

f., i. serpmek; ekmek saçmak; çiselemek; i. serpinti; çisenti. sprinkler i. serpme makinası sprinkler system serpici, tavandaki delikli borularla su püskürterek yangın söndüren otomatik düzen, yağmur sistemi. sprinkling i. serpinti; bir tutam; bir yerde tek tük bulunan şeyler.

sprint

f., i. tabana kuvvet koşmak; i. en büyük hızla yapılan kısa mesafeli koşu. sprinter i. kısa mesafe koşucusu.

sprit

i., den. direkten yelkenin dış kenarı tepesine doğru uzatılan ufak seren açavele gönder. spritsail i. açavele gönderli yelken.

sprite

i. cin, peri; hayalet, tayf.

sprocket

i. bir çark üzerinde zincir halkalarının geçtiği dişlerden her biri, zincir dişlisi. sprocket wheel zincir donatmaya mahsus dişli çark, zincir dişlisi.

sprout

f., i. sürmek, filiz vermek; filiz sürdürmek; i. yeni sürmüş dal veya sürgün, filiz.

spruce

s., f. şık, giyimine titiz, colloq. iki dirhem bir çekirdek; müşkülpesent, titiz meraklı; f., gen. up ile zarif ve şık giyinmek; düzenlemek, çekidüzen vermek. sprucely z. şık spruceness i. şıklık zarafet.

spruce

i. ladin, bot. Pinus picea.

sprue

i, tıb. psiloz, bağırsaklarda müzmin amel hâsıl eden tropikal bir hastalık.

sprue

i. döküm deliği kalıba erimiş maden akıtmaya mahsus delik; cüruf.

sprung

f, bak. spring.

spry

s. (spryer, spryest veya sprier, spriest) dinç canlı, hareketli, faal çevik.

spud

i., f. (ded, ding) çapa, tirpidin, tirpit, bahçe malası; k.dili. patates; kalın ve kısa şey; f. çapa ile yeri kazmak veya otları sökmek, çapalamak.

spue

bak. spew.

spume

i., f. köpük; f. köpürmek. spumescence i. köpüklü olma. spumescent, spumous, spumy s. köpük gibi köpüklü.

spun

f., bak. spin.

spunk

i. kav, mantar kavı; kıvılcım alev; kibrit; k.dili. azim kuvvet, metanet cesaret; öfke, hiddet. spunky s. cüretli; öfkeli.

spur

i., f. (-red, -ring) mahmuz; saik, tahrik vasıtası, kışkırtıcı herhangi bir şey; mahmuza benzer sivri odun parçası; bazı çiçeklerde bulunan boru şeklinde çıkıntı; horoz mahmuzu; duvarı destekleyen çıkıntılı kısım; payanda, destek; ovaya uzanan dağ burnu; demiryolunun kısa şube hattı; f. mahmuzlamak; kışkırtmak, tahrik etmek şevketmek; üstüne mahmuz çivileri koymak; hayvana mahmuz vurup gitmek; mahmuzla kesmek. spurgear, spur wheel düz dişli çark, alın dişlisi. on the spur of the moment irticalen, anında, evvelden hazırlık yapmadan. set spurs to mahmuzlamak. win one's spurs ilk şöhreti sağlamak. spurry s. mahmuzlu.

spurgall

i. mahmuz yarası.

spurge

i. sütleğen, bot. Euphorbia spurge laurel, defneye benzer bir bitki, bot. Daphnelaureola spurge olive dulap talotu, bot. Daphne mezereumsun spurge, sarı sütleğen, bot. Euphorbia helioscopia. tree spurge ağaç sütleğeni.

spurheeled

s., zool. ayağının arka parmağı mahmuzlu (kuş).

spurious

s. sahte, taklit, yapma, düzme; biyol. sathi, asıl olmayan, benzer; kanun dışı (çocuk). spuriously z. taklit ederek. spuriousness i. benzeri olma, taklidi olma.

spurn

f., i. tekme atıp defetmek, tekme ile kovmak; hakaretle reddetmek; i. hakaret edici davranış; nefretle reddetme.

spurrier

i. mahmuzcu.

spurry , spurrey

i. karanfil familyasından herhangi bir ot.

spurt

f, i. ani hamle yapmak, davranmak; i. ani hamle; kısa müddet için faaliyet artışı.

spurt, spirt

f., i. fışkırmak, fışkırtmak; i. fışkırma.

sputnik

i. 1957 yılında Rusların uzaya gönderdiği ilk uydunun ismi, sputnik. i. Rusya'da Ağustos 2020'de kullanıma başlanmakta olan Covid-19 aşısına verilen isimdir.

sputter

f., i. tükürük saçmak; tükürük saçarak konuşmak; süratle ve anlaşılmaz bir şekilde konuşmak; i. tükürük saçma; dili dolaşarak laf söyleme; kuru gürültü.

sputum

i. (çoğ. -ta) salya tükürük.

spy

i., f. casus, hafiye, ajan; casusluk etme, gözetleme; f. casusluk etmek, gözetlemek; uzakta veya gizli olan bir şeyi görmek, keşfetmek. spy out el altından anlamaya çalışmak.

spyglass

i. küçük dürbün.

sq.

kıs. sequence, square.

sqq.

kıs. the following ones.

squab

i., s. güvenin yavrusu; bodur kimse; minder; sedir; s. bodur; kuluçkadan yeni çıkmış. squabbish, squabby s. bodur.

squabble

f., i. kavga etmek, hadise çıkarmak; matb. bozmak dağıtmak (hurufat); i. kavga, arbede, dırıltı, hırgür. squabbler i. kavgacı.

squad

i. takım, ekip, küçük grup; birkaç erden meydana gelen asker grubu, müfreze. squad car telsizli polis devriye arabası. football squad futbol takımı.

squadron

i., f. süvari bolluğu; ufak donanma, filo; hava filosu; f. bölük bölük tanzim etmek; filo teşkil etmek.

squalid

s. kirli, pis, murdar, bakımsız, sefil. squalidity, squalidness i. sefillik. squalidly z. sefalet içinde.

squall

f., i. hırçın bir çocuk gibi bağırmak, yaygara koparmak; i. yaygara, vaveylâ.

squall

i., f. bora, kasırga, ani ve şiddetli fırtına; k.dili. karışıklık; f. fırtına çıkmak. squall line meteor soğuk dalgasının önünde ilerleyen kasırga hattı squally s. fırtınalı, boralı.

squalor

i. bakımsızlık, pislik, miskinlik, sefalet.

squama

i. (çoğ mae) biyol. pul, pul gibi şey.

squamose, squamous

s. üstü pul pul olan.

squander

f., i. israf etmek, boş yere harcamak, colloq. çarçur etmek; i. israf, boş yere harcama.

square

s., z. kare, dört köşeli, dik açılı; omuzları enli; doğru, âdil, insaflı; namuslu; tam, kesirsiz; tam, açık; (argo) modadan habersiz, gençlik fikirlerine karşı koyan, eski kafalı; z., k.dili. doğru, dosdoğru; tam yerinde, isabetli. square dance dört çiftin karşı karşıya yaptıkları bir çeşit oyun. square deal dürüst ve insaflı pazarlık veya muamele. square foot ayak kare, 0,093 m2 square knot camadan bağı. square meal doyurucu yemek. square measure yüzey ölçü birimi. square meter metre kare. square mile mil kare, 2,59 km2. square piano adi piyano, düz piyano. squarerigged; s., den. dört köşe seren yelkenleri olan, kaba. sorto square root mat. kare kök, cezir. square sail dört köşe seren yelkeni. square shooter k.dili. dürüst insan. squaretoed s. küt burunlu (ayakkabı); eski âdetlere veya modaya düşkün. get square with hakkından gelmek. squarely z. kare şeklinde; dürüstçe. squareness i. kare oluş. squarish s. karemsi.

square

i. kare, dördül: gönye, T cetveli, iletki; şehir içindeki meydan veya küçük park; etrafı dört sokakla sınırlanmış arsa, ada; iki sokak arasında mesafe; (dama tahtasında) hane; mat. bir sayının ikinci kuvveti, kare; (argo) yeniliklerden habersiz ve bunlara uymayan kimse, burjuva. Back to square one. Bütün gayret boşa gitti. Yeniden başlanmalı. magic square bir kare içine yazılan ve boyuna, enine veya çaprazvari toplanınca hep aynı yekünü tutan sayılar. on the square dikey vaziyette; k.dili. doğru, dürüst, itimat edilir. out of square düzensiz, nizamsız.

square

f. dört köşeli hale getirmek; doğrultmak, doğru tutmak (bilhassa omuzları); uydurmak; uygun kılmak; ödeşmek, hesabını temizlemek; mat. ikinci kuvvete çıkarmak, karesini almak; (argo) rüşvet ile ağzını kapatmak. square away hazırlamak. square off muşta kavgası için vaziyet almak, boks için hazırlanmak. square the circle verilen daireye eşit kare çizmek; imkânsız görünen bir işe teşebbüs etmek. square up tamamlamak. square with uygun gelmek, mutabık düşmek.

squarrase

s., bot., zool. sert pullu, sıkı ve sert.

squash

i. kabak. winter squash helvacıkabağı, balkabağı, bot. Cucurbita maxima.

squash

f., i. ezip pelte yapmak, ezmek; yürürken suya veya çamura basar gibi ses çıkarmak; bastırmak: sıkıştırmak; i. ağır ve yumuşak bir şeyin düşmesi; pelte, pelte gibi ezilmiş şey; bina içinde raketle oynanılan bir çeşit top oyunu; şap sesi; vıcık vıcık olma sesi; İng. meyva suyu ile yapılan içecek. squashy s. pelte gibi, ezilmiş.

squat

f., (-ted, -ting) s., i. çömelmek: çökmek; izinsiz olarak bir yere yerleşmek, gecekondu yaparak yerleşmek; çömeltmek; s. bodur; çömelmiş; i. çömelme; izinsiz yerleşme. squat'ty s. bodur; kısa ve kalın.

squatter

i. bir mülkü işgal eden kimse; gecekondu yapan kimse.

squaw

i. Kuzey Amerika kızılderilisi kadın; (argo) kız kadın. squaw man kızılderili bir kadınla evlenip onun kabilesinde yaşayan beyaz erkek.

squawk

f., i. acı acı bağırmak, viyaklamak; k.dili. şikâyet etmek; i. acı ve ince ses; k.dili. şikâyet.

squawkbox

i. elektrikle çalışan çağırma hoparlörü.

squawker

i. şikâyetçi; hoparlör.

squeak

f., i. ciyak ciyak bağırmak; cırlamak; gıcırdamak (kapı, menteşe veya ayakkabı); (argo) sırrı açıklayarak ihanet etmek; cırlatmak; gıcırdatmak; i. ciyak ciyak bağırma; cırlama; gıcırdama. squeak through zar zor başarabilmek. narrow squeak k.dili tehlikeyi güçbela atlatma, colloq. paçayı sıyırma.

squeaky

s. cızırtılı, gıcırtılı. squeakily z. gıcırdayarak. squeakiness i. gıcırdama.

squeal

f., i. domuz gibi ses çıkarmak; cıyaklamak, haykırmak, bağrışmak; cırtlak veya cızırtılı ses çıkarmak; (argo) suç ortaklarını ele vermek, ihanet etmek; mırıldanmak, söylenmek; i. domuz sesi; cıyaklama; haykırış, bağrışma. squealer i. böyle ses çıkaran kimse; güvercin yavrusu; ihbarcı.

squeamish

s. iğrenen, çabuk tiksinen; titiz, iffet taslayan; midesi çabuk bulanan. squeamishly z. iğrençlikle. squeamishness i. iğrençlik, tiksinti.

squeegee

i., f. ıslak tahta döşeme veya pencereyi silmek için kullanılan kenarı lastikli alet; fotoğrafları kurutmak için kullanılan lastik silindir; f. lastik süpürge ile fazla suyunu akıtarak kurulamak.

squeeze

f., i. sıkmak, ezmek; sıkıştırıp tıkmak; kısmak; sıkıştırıp sızdırmak (para); sıkıştırmak; yaş kağıtla kalıbını çıkarmak; i. sıkma, sıkıştırma; yaş kâğıtla çıkarılan kalıp. in a squeeze zor durumda. squeeze bottle sıkıştırılınca içindekiler boşalan plastik şişe. squeeze into sıkışmak, sıkışıp arasına girmek. squeeze out vicdansızca mahvına sebep olmak. squeeze play karşı tarafı zor duruma düşürme, sıkıştırma. squeeze through sıkışıp arasından geçmek.

squelch

f., i. susturmak, bastırmak, tesirsiz hale getirmek; k.dili. ani cevaplarla susturmak; çamurda yürürken ayak sesi çıkarmak; i. susturucu cevap; çamurda ayak sesi.

squib

i., f. (-bed, -bing) fişek, maytap; dinamite konulan emniyet fitili; hiciv; f. fişek atmak; hiciv söylemek veya yazmak.

squid

i. ufak cins mürekkepbalığı, supya; kalamar, zool. Loligo vulgaris.

squiggle

i., k.dili. okunması mümkün olmayan kısa elyazısı ibare, anlamsız çizgi. squiggly s. eğri büğrü, kargacık burgacık.

squill

i. adasoğanı, bot. Scilla maritima; yaban soğanı; yıldız sümbülü.

squinch

i., mim. köşe kemeri.

squint

f., i., s. gözlerini kısarak bakmak, gözlerini yarı kapamak; yan bakmak; şaşı olmak; toward (ile) meyletmek, eğiliminde olmak; i. şaşılık; gözlerini kısma; dolaylı eğilim; s. şaşı.

squinteyed

s. şaşı gözlü; yan bakan; taraf tutan.

squire

i., f. şövalye silâhtarı; İngiltere'de şövalyelikten bir derece asağı rütbe; İngiltere'de köy eşrafından olan kimse; Amerika'da avukatlık veya yargıçlık eski ünvanı; büyük bir adamın uşağı; kavalye; f. refakat etmek. squireling i. küçük bey.

squirm

f., i. kıvranmak; kıpır kıpır kıpırdanmak; i. kıvranış.

squirrel

i. sincap European squirrel sincap, zool. Sciurus vulgaris flying. squirrel uçan sincap. squirrely s. A.B.D., (argo) kafadan çatlak.

squirt

f., i. fışkırtmak, fışkırmak; i. fışkırma veya fışkırtma; şırınga; fıskıye; fıskıyeden fışkıran su; k.dili. kendini beğenmiş çocuk veya genç. squirt gun oyuncak su tabancası; püskürtme şırıngası.

squirtingcucumber

acıdilek, eşekhıyarı, bot. Ecballium elaterium.

sr.

kıs. senior, sir, sister.

sst

kıs. supersonic transport

st.

i. street (cadde) kelimesinin kısa yazılışı, i. Saint (Aziz) kelimesinin kısa yazılışı

stab

f. (-bed, -bing) i. sivri bir aletle yaralamak; bıçak veya hançer saplamak, bıçaklamak, hançerlemek; içine girmek; delmek; i. süngüleme; süngü yarası; söz ile yaralama, kalbini kırma. stab in the back arkadan vurmak. make a stab at teşebbüste bulunmak, denemek.

stabile

s., i. sabit, durağan; dengeli; tıb.. sıcaklığa dayanır; i. modern heykeltıraşlıkta sabit eser.

stability

i. olduğu yerde sağlam durma; muhkem olma; salamlık; katılık; karar, sebat, temkin; mak. muvazene, denge.

stabilization

i. sabit kılma veya olma, saptama, tespit etme; istikrar; hav. dengesini sağlama; mak. dengeleme.

stabilize

f. saptamak, tespit etmek, muhkem hale getirmek; istikrar kazandırmak; hav. dengesini sağlamak; mak. dengelemek. stabilizer i. stabilizatör, denge sağlayan kimse veya şey; hav. uçağın dengesini sağlayan cihaz; dengeleyici, pekiştirici.

stable

i., f. ahır; özel bir ahırın atları ve uşakları; A.B.D. çalışma grubu, ekip; f. ahıra bağlamak ahırda oturmak veya yatmak.

stable

s. sabit, bozulmaz, kararlı, kımıldanmaz, sarsılmaz, devrilmez, yıkılmaz; baki, daimi, ölümsüz, zeval bulmaz; azimli, sebatlı. stable equilibrium sabit dengeli olma, muvazene. stableness i. sabitlik, sarsılmazlık. stably z. sabit olarak, bir kararda.

stableboy

i. seyis yamağı, ahırda hizmet eden uşak.

stabling

i. ahır ve ahır malzemesi.

staccato

z., s., müz. her ses ayrı ve kısa olarak, stakato; s. kesik ve kuvvetli.

stack

i., f. büyük yığın; saman veya ot kümesi, tınaz, istif; muntazam yığın; baca; kitap rafları (özellikle büyük kütüphanelerde); k.dili. bolluk; f. yığmak, istif etmek. have the cards stacked against one güç bir durumda olmak, engeller karşısında olmak. stack the cards hile ile kartları düzenlemek.

stadholder , stadtholder

i. Hollanda'da genel vali.

stadia

i. arazi ölçmesinde geçici topoğrafya istasyonu; ölçme çubuğu.

stadium

i. (çoğ. -dia) eski Yunan stadyumu; stadyum; 185 metrelik eski uzunluk ölçüsü; inkişaf derecesi; tıb. hastalığın devresi .

staff

i. (çoğ. staffs, staves) değnek, sopa, çomak, asa; direk, gönder; uzun sap; bir idarenin bütün memurları, personel; ask. kurmay subayları; müz. notaların yazıldığı beş çizgili porte. staff notation müz. portede kullanılan işaretler sistemi. staff officer erkânı harp zabiti, kurmay subayı.

staff

i., mim. muvakkat binalar için taş yerine kullanılan ve alçıdan yapılan harç.

stag

i., s. erkek geyik; iğdiş edilmiş domuz; bir ziyafet veya toplantıda kadın arkadaşı olmayan erkek; erkekler için toplantı; s. yalnız erkeklere mahsus. stag beetle boynuzlu bir böcek, zool. Lucanus cervus, stag line dansta damı olmayan erkekler grubu. stag party yalnız erkeklere mahsus eğlence. go stag karşı cinsten refaket eden olmadan. toplantıya gitmek.

stage

i. sahne; tiyatro, sahne hayatı, tiyatroculuk; meydan; yolculuğun bir kısmı, bir günlük mesafe; merhale, menzil; safha; mertebe, devre; suyun yükseliş derecesi; bir binanın yatay kesiti, kat; mikroskopta bakılacak cismin konulduğu raf; uzay roketinin basamaklı çalışan itme takımlarından her biri; yapı iskelesi; posta arabası. stage business tiyatro. oyuncuların konuşma dışındaki jest ve mimikleri. stage design sahne dekorasyonu. stage director sahne müdürü. stage door aktörlere ve sahne görevlilerine mahsus tiyatro kapısı. stage fright seyircileri görünce oyuncularda bazen görülen korku. stage manager sahne amiri. stage whisper sahnede aktörün kolayca işitilen fısıltısı. by easy stages derece derece, azar azar. critical stage nazik veya tehlikeli safha, buhranlı devre. go on the stage tiyatroya girmek, sahne hayatına atılmak. larval stage böceklerin larva haline geldikleri devre. quit the stage sahneden çekilmek.

stage

f. sahneye koymak; temsil etmek; yürütmek, idare etmek.

stagecoach

i. posta arabası, menzil arabası.

stagecraft

i. piyes yazma veya sahneye koyma sanatı.

stagehand

i. sahne görevlisi.

stager

i. çok tecrübeli kimse.

stagestruck

s. aktörlük hevesine tamamen kapılmış.

stagey

bak. stagy.

staggard , gart

i. dört yaşında erkek geyik.

stagger

f., i. sendelemek, sersemleyip düşecek gibi olmak; tereddüt etmek; şaşırtmak, hayrete düşürmek, sersem etmek; karışık düzenlemek; ayrı saatlere bölüştürmek; kanatları karşı karşıya gelmeyecek şekilde tertip etmek; i sendeleme; sersemleşme; çoğ. hayvanlara mahsus damla illeti. stag geringly z. sendeleyerek; şaşırtıcı derecede.

staghound

i. geyik avında kullanılan iri av köpeği .

staging

i. bina iskelesi; menzil arabasıyla yolculuk: sahneye koyma.

stagnancy

i. durgunluk; atalet, işlemezlik.

stagnant

s. durgun, hareketsiz, bayatlamış, bozulmuş (su); atıl, kesat, rakit.

stagnate

f. durgun olmak, durgunlaşmak, durgunluk sebebinden bozulmak (su); atıl veya hareketsiz olmak; bitki gibi yaşamak. stagnation i. durgunluk.

stagy , stagey

s. sahneye yakışır, aktörce stagily z sahneye yakışır şekilde staginess i. sahneye yakışır tarz.

staid

s. temkinli, ağırbaşlı, vakarlı; sabit.

stain

f., i. lekelemek; tahtaya renk vermek; leke sürmek (şeref, isim); lekelenmek; boyanmak; i. leke; boya, vernik; benek. stained glass renkli cam.

stainless

s. lekesiz, pak, temiz, kusursuz. stainless steel paslanmaz çelik .

stair

i. basamak; kademe; çoğ. merdiven. stair carpet merdiven halısı. stair rod merdiven halısı çubuğu. a flight of stairs bir kat merdiven. back stairs arka merdiven.

staircase

i. binanın merdiven kısmı, merdiven.

stairhead

i. merdiven başı, sahanlık.

stairway

i. merdiven.

stairwell

i. merdiven boşluğu.

stake

i., f. kazık; kazığa bağlayıp yakarak öldürme; kumarda ortaya konan para: sık sık çoğ. yarışmada ödül; şansa bağlı olan şey; f. kazığa bağlamak, kazıklarla sınırlamak; kazıklarla pekiştirmek; k.dili kumarda para koymak; tehlikeye atmak. stake a claim sahip çıkmak. stake boat kayık yarışında menzil işareti olarak bir yere bağlanan sandal. stake horse müşterek bahis tutulan yarışlarda koşturulan cins at. stake out, stake off kazıklarla işaret etmek veya bölmek; hudutlarını göstermek. be at stake tehlikede bulunmak, şansa bağlı olmak. bring to the stake yakarak idam etmek. high stakes ortaya atılan büyük miktar. perish at the stake yakılarak idam olunmak. pull up stakes işini bitirip başka yere taşınmak. We have a stake in the out come Ucu bize dokunur.

stakeholder

i. bir bahis için ortaya konan parayı muhafaza eden kimse.

stalactite

i. istalaktit, sarkıt. stalactic(al), stalactit'ic(al) s. sarkıtlarla ilgili veya onlara benzer. stalactiform s. istalaktit şeklindeki.

stalag

i. Alman savaş esirleri kampı.

stalagmite

i. istalagmit, dikit. stalagmitic(al) s. dikitlerle ilgili; dikitlere benzer.

stale

s., f. bayat, durmuş, eski; adi; yıpranmış, bitkin (fazla spor yapanlar için kullanılır); f. bayatlatmak, tazeliğini gidermek; bayağılaştırmak. staleness i. bayatlık.

stale

f., i. kaşanmak, işemek (at veya sığır); i. at veya sığır sidiği veya kaşanması.

stalemate

i., f. satranç oyununda şahın kiş denmemiş fakat nereye oynarsa kiş denecek vaziyette olması, pata; iki taraftan her biri kımıldanamaz halde olma; faaliyetsizlik; f. satrançta şah demeden hareket edemez hale getirmek; kımıldanamaz hale koymak.

stalk

i. sap, bitki sapı.

stalk

f., i. sezdirmeden ava yaklaşmak; azametle yürümek; i. azametli yürüyüş; sezdirmeden ava yaklaşma.

stalkinghorse

i. arkasında avcının siper aldığı at veya at şeklinde şey; arkasında gizlenilen şey, maske.

stall

i. ahır; ahırda tek at için yapılmış bölme; küçük dükkân; hav. hız kaybedip bocalama: Oto. motorun durması; orkestra üyelerinin veya kilise korosunun oturduğu kısmen kapalı yer; araba park edecek yer; yaralı parmak sargısı; k.dili. oyun, düzen.

stall

f. ahırda kalmak; ahıra kapayıp beslemek; istemeyerek stop etmek, yük fazlalığından stop etmek (motor); hav. hızını kaybedip düşmek üzere olmak; çamur veya kara saplanıp durmak; durdurmak; k.dili. soruşturmadan kaçınmak; tehir etmek, vakit kazanmaya çalışmak.

stallfeed

f. ahırda semirtmek.

stallion

i. damızlık at, aygır

stalwart

s., i. bünyesi kuvvetli, iri yapılı; cesur, yürekli, yiğit; i. cesur ve kuvvetli adam; sadık parti üyesi.

stamboul

i. İstanbul; eski İstanbul.

stamen

i. çiçeklerde erkeklik uzvu, ercik. stamen, stamened s. stameni olan. staminiferous s. stamenler hâsıl eden.

stamina

i. dayanıklılık, tahammül, kuvvet.

staminal

s. kuvvet veya dayanıklılığa ait; bot. stamene ait veya stamenlerden ibaret.

staminate

s., bot. ercikli, stamenli, bilhassa dişilik uzvu olmayıp yalnız erkeklik uzvu olan.

stammel

s., i. koyu kırmızı (renk).

stammer

f., i. pepelemek, kekelemek; i. kekemelik. stammerer i. kekeme kimse, pepe kimse. stammeringly z. kekeleyerek.

stamp

f., i. ayağını yere vurmak; basmak; damga vurmak, üzerine damga basmak, damgalamak; üzerinde silinmez izler bırakmak; yerleşmek; kalıpla vurup kesmek; ezmek; sikke darbetmek; imza ile tespit etmek; pul yapıştırmak; i. ıstampa; damgalama; damga; pul, posta pulu; ayağını yere vurma; kalıp; maden filizini ezmeye mahsus tokmak; alamet, marka; cins, soy, çeşit. stamp mill maden filizi kırma makinası. stamp out üstüne basıp söndürmek; bastırmak, ezip yok etmek; kalıp ile kesmek; ayak patırtısı ile çıkmak. stamp pad ıstampa. stamp tax pul vergisi. stamping ground bir kimsenin sık sık gittiği yer.

stampede

i., f. atların veya sığırların korkarak dağılıp kaçmaları; coşkun toplu koşuş; panik yaratma; ayaklanma; f. topluca koşuşmak, kaçışmak, paniğe kapılmak, belirli bir hedefe hücum etmek; kaçıştırmak, korkutup koşturmak.

stamper

i. damgalayan kimse veya alet; postanede mektuplara damga vuran memur; ıstampa, zımba, damga; tokmak.

stance

i. duruş; tutum; golfta topu çelerken bacakların aldığı vaziyet.

stanch , staunch

f., s. (kanı) durdurmak, akmasını önlemek; s., bak. staunch.

stanchion

i., f. direk, destek, ayak, dayak, payanda; ahırdaki hayvanları muhafaza için hayvanların boyunlarının iki tarafına konulan direk; den. puntal; f. hayvanların boyunlarının iki yanına direk koyarak çıkmalarına engel olmak.

stand

f. (stood) ayakta durmak, kaim olmak; durmak, ayakta kalmak; kalmak, baki kalmak; sebat etmek, tahammül etmek, çekmek, dayanmak; sabit olmak; inat etmek, ayak diremek; olmak, bulunmak; durmak; uymak, uygun gelmek; (İng.) aday olmak; den. gitmek, yol tutmak, doğrulmak; belirli bir ölçü uzunluğunda olmak; kalkmak, dikilmek; muteber kalmak; durdurmak, dikmek; yön göstermek; k.dili. ziyafet masraflarını ödemek. stand a chance ihtimali olmak. stand aside bir kenara çekilmek. stand back geriye çekilmek. stand by hazır beklemek; yakınında durmak; arka çıkmak, desteklemek; (sözüne) sadık kalmak; karışmamak, lâkayt kalmak, yardım etmemek; den. hazır olmak, alesta durmak. stand clear emniyette bulunmak. stand down mahkemede şahitlik ettikten sonra çekilmek. stand firm sabit durmak: stand for tarafını tutmak; yerine geçmek, temsil etmek; tahammül etmek, müsamaha etmek. stand in awe of korkmak; bir kimseye karşı korkuyla karışık saygı duymak. stand in for vekaleten vazifesini görmek. stand in with araları iyi olmak. stand off uzak durmak; razı olmamak. stand on de temel tutmak; üzerinde ısrar etmek; den. yoluna devam etmek. stand ones ground davasından vaz geçmemek, sebat etmek. stand on one's own two feet yardım beklemeden kendi işlerini idare etmek. stand out ileriye fırlamış olmak; göze çarpmak; karşı durmakta inat etmek. stand over dikkatle izlemek; tehir edilmek. stand pat değişikliğe karşı olmak, politika değiştirmemek. stand still hareketsiz durmak, kımıldamamak. stand to sebat etmek. stand together uymak, uygun olmak. stand to reason makul olmak, akla yatmak. stand treat başkalarına ikram etmek. stand trial muhakeme edilmek, yargılanmak. stand up ayakta durmak, ayağa kalkmak; (kullanılışında) dayanmak; doğru çıkmak; k.dili. randevuya gelmeyerek (birini) boşa bekletmek. stand up for bir kimsenin tarafını tutmak, taraftarı olmak. stand up to cesaretle karşılamak. stand up with nikah merasiminde (gelin veya damada) refakat etmek. Where does he stand on civil rights? Medeni haklara karşı tutumu ne?

stand

i. duruş; durak, durulacak yer; durum; saksı koymaya mahsus sehpa veya ayaklık; portmanto; satış tezgâhı veya masası, işporta; satıcının durduğu yer; tribün; mahkemede şahit yeri; bir kimsenin bulunduğu yer; işlemez durum, çıkmaz; turnedeki tiyatro ekibinin kısa bir zaman kaldığı şehir; ormanda yetişen ağaçlar; belirli bir tarlada bulunan ekin;(İskoç.) takım. be at a stand duraklamak. take a stand fikrini açığa vurmak; taraf tutmak. take the stand davada şahitlik yapmak.

standard

s. standart olarak kabul edilmiş; herkesçe itibar edilen; umumca kabul edilen (dil usulü). standard candle ayar mumu, ölçü olarak kabul edilen ve ayar edilen bir mumun saçtığı ışık. standard deviation istatistikte ortalama ile bunu teşkil eden rakamların fark ölçüsü. standard English edebi veya kültürel ve sosyal bakımdan kabul edilmiş olup aydın sınıf tarafından kullanılan ingilizce. standard gauge demiryolu rayları aralığı için Avrupa ve ABD'nde kabul edilen standart ölçü: 1,435 m standard lamp ışık ölçüsünde standart olarak kullanılan lamba. standard pitch müz. ABD'nde standart ton ayarı (la 440 frekansında). standard time bir memleket veya bölge için kabul edilmiş saat ayarı.

standard

i. sancak, bayrak, alem; sembol; ileri gelen bir şahsı temsil eden sancak; miyar, ölçü birimi, standart; ayar; para mikyası (altın veya gümüş); ayak, payanda, direk, destek; ağır eşya. standard of living hayat standardı .royal standard kraliyet sancağı. up to standard belirli bir standarda göre, kabul edilen şartlara göre.

standardbearer

i. bayraktar, alemdar.

standardize

f. belirli bir ölçüye uydurmak, standardize etmek, ayarlamak, normalleştirmek. standardization i. ayarlama, normalleştirme.

standby

i. (çoğ. -bys) yedekte bulunan kimse veya tertibat.

standee

i. (tiyatro veya trende) yer kalmadığı için ayakta kalan kimse.

standfast

i. sabit görüş; kımıldamayan şey.

standin

i. nüfuz, slang piston; dublör.

standish

i. hokka, kalem mahfazası.

standoff

i., k.dili. oyunda beraberlik; mukabil kuvvet, tesirsiz bırakma; ilgisizlik, soğukluk; sonraya bırakma, tehir.

standoffish

s. ilgisiz, soğuk.

standout

i. üstünlük ve kıymeti ile göze çarpan şey veya kimse; k.dili. eski görüşünü muhafaza edip umumun kararına iştirak etmemekte ısrar eden kimse.

standpat

s. tutucu, değişikliğe karşı koyan standpatter i. tutucu kimse.

standpipe

i. dikme boru; yangın musluğu.

standpoint

i. görüş noktası, bakım. from the standpoint of bakımın dan, görüşüyle.

standstill

i. durma, işlemez hal, tevakkuf; tatil, paydos, işin durması. be at a standstill durgun halde olmak; inkıtaa uğramak, kesilmek.

standup

s. dik; ayakta durarak yapılan.

stanhope

i. tek kişilik dört tekerlekli açık at arabası.

stank

bak. stink.

stannary

i., s. kalay madeni, kalay madeni eritme ocağı; kalay maden havzası; s. kalay madenine ait.

stannic

s. kalay cinsinden, kalaya ait stannic acid stanat asidi, kalay asidi. stanniferous s. tabii olarak içinde kalay bulunan.

stannum

i. kalay St Anthony's fire tıb. yılancık.

stanza

i. şiir kıtası.

stapes

i., anat. üzengikemiği.

staph

i., k.dili., bak. staphylococcus.

staphylococcus

i. iltihap hâsıl eden bir çeşit mikrop, stafilokok basili.

staple

i., s., f. bir yerin ürettiği başlıca mahsul; esaslı yemek maddelerinden biri; hammadde; elyaf; unsur; içerik, muhteva; satış yeri; ambar; s. devamlı üretilen veya satılan; ana, esas; piyasayı tutmuş, yerleşmiş; f. (yün elyafı) uzunluğuna göre tasnif etmek stapler i. yün tasnifçisi; yün ve elyaf satıcısı.

staple

i., f. tel, tel raptiye; iki başlı çivi; f. zımbalamak, telle raptetmek. stapler i. zımba.

star

i. yıldız; yıldız şekli; yıldız işareti; tiyatro, sin. yıldız; mümtaz şahsiyet, sporda mükemmel oyuncu; talih. star apple meyvası elmaya benzer ve Antiller'de yetişen bir ağaç, bot. Chrysophyllum cainito Star Chamber eskiden İngiltere'de hudutsuz yetki sahibi olan ve 1641'de lağvolunan mahkeme; gizlice ve istediği gibi hareket eden herhangi bir mahkeme. star drift küme halindeki yıldız gruplarının müşterek hareketi. star grass nergis zambağına benzer ufak bir ot, bot. Hypoxis star of David Süleymanın mührü. Star and Bars Amerikan İç Harbinde Güneyli hükümetin bayrağı. Stars and Stripes ABD'nin bayrağı. star sapphire yıldız görüntüsü veren yakut. star shell işaret fişeği, aydınlatma mermisi. StarSpangled Banner ABD'nin bayrağı; ABD'nin milli marşı. have stars in one's eyes gözleri parıldamak. make one see stars k.dili. gözünde şimşekler çaktırmak. north star Kutupyıldızı, kuzey yıldızı, demirkazık. shooting star kayan yıldız, haceri semavi, göktaşı. thank one's lucky stars Allaha şükretmek.

star

f. (-red, -ring) yıldızlarla süslemek; yıldız koyarak işaret etmek; yıldız yapmak; başrolde oynamak; başrolde göstermek.

star

s. ünlü, meşhur, en iyi olan; yıldıza ait; yıldızla işaretli.

starboard

i., s. geminin sancak tarafı, sancak; s. buna ait

starch

i., f. nişasta, ket; kola; resmiyet; (A.B.D.) canlılık, dinçlik; f. kolalamak. starchiness i. sertlik, bol kolalılık; resmiyet. starch'y s. nişastalı; kolalı; resmiyete meyilli, soğuk.

starcrossed

s. bedbaht, şanssız, yıldızı sönük.

stardom

i., sin., tiyatro. yıldızlık.

stare

f., i. gözünü dikip bakmak, uzun uzun bakmak; dik durmak (saç); i. uzun ve küstahca bakış; bakışların bir noktaya takılıp kalması. stare at dik dik bakmak . stare down yüzüne dik dik bakıp şaşırtmak veya utandırmak. stare one in the face önünde olmak; yakında gelmesi kesin olmak (istenilmeyen durum) .

starfish

i. beşparmak, denizyıldızı.

stargaze

f. yıldızlara bakmak, yıldızları tetkik etmek; hayallere dalmak. star gazer i. yıldızlara bakan kimse; dalgın kimse.

stargazer

i. tepegöz, kurbağa (balık), zool. Uranoscopus scaber.

stargazing

i. müneccim gibi yıldızlara bakma; dalgınlık.

stark

s., z. süssüz, sade; bütün bütün, tam; katı, kaskatı kesilmiş (ölü gibi); şiddetli, fırtınalı; suratsız, sert; anadan doğma; z. tamamen. stark naked anadan doğma, çırılçıplak, üryan. stark raving mad çılgın, tam deli.

starless

s. yıldızsız, kapalı.

starlet

i. küçük yıldız;( A.B.D.), k.dili. genç yıldız adayı.

starlight

i. yıldız ışığı.

starling

i. sığırcık kuşu, çekirge kuşu, zool. Sturnus vulgaris.

starling

i. köprü ayağının etrafına kakılan kazıklar.

starred

s. yıldızlarla donanımı; her hangi bir şeyin yıldızı olarak gösterilmiş; yıldız işaretli; burçların etkisinde olan .

starry

s. yıldızlı, yıldız gibi. starryeyed s. hayranlıkla bakan.

start

i. geyik boynuzunun ucu; kuş kuyruğu biçiminde parça.

start

f. başlamak, harekete geçmek, yola çıkmak; harekete geçirmek, başlatmak, yola koymak; kalkmak; ürküp sıçramak; irkilmek, fırlamak; dışarı uğramak; gevşemek, gevşetmek; çatmak; kurmak, tesisetmek; uçurmak (av kuşları). start in başlamak, işe koyulmak start off, start out başlamak, yola koyulmak .start something zorluk çıkarmak. start up çalıştırmak; birden belirmek to. start with ilk iş olarak, başlangıçta. starting point hareket noktası, başlangıç noktası. starting post yarışta başlangıç çizgisini işaret eden direk.

start

i. başlangıç; yola çıkma, kalkış; gelip geçici gayret; sıçrama, irkilme; öncelik; mühlet; evvelden başlama; başlangıçta bir işe verilen kuvvet ve yardım; geminin tahtalarında çatlaklık.

starter

i. başlayan veya başlatan kimse; trende hareket memuru; oto. marş; mak. harekete geçirme tertibatı; yoğurt mayası.

startle

f. ürkmek, sıçramak, irkilmek; ürkütüp sıçratmak; korkutup şaşırtmak.

startling

s. şaşırtıcı, ürkütücü. startlingly z. ürküterek, şaşırtarak.

starvation

i. açlık, ölüm derecesinde açlık; açlıktan ölme. starvationwages geçindirmeyen ücret.

starve

f. açlıktan ölmek veya öldürmek; çok açlık çekmek; yoksulluk çekmek, yokluğundan mustarip olmak; açlık çektirerek istenilen duruma getirmek. be starved for çok özlemek, hasretini çekmek.

starveling

i., s. açlıktan ölüm derecesine gelen çocuk veya hayvan; s. aç, aç kalmış, çok yoksul, perişan; yetersiz.

stash

f., k.dili. saklamak. stash away saklamak.

stasis

i., biyol. vücutta her hangi bir sıvının dolaşımının durdurulması; bağırsak hareketinin yavaşlaması.stat kıs. immediately, static, stationary, statistics, statute.

state

f. ifade etmek, belirtmek, beyan etmek; tayin etmek, saptamak, tespit etmek.

state

i., s. hal, vaziyet, durum, keyfiyet; debdebe, tantana, ihtişam; devlet; hükümet; eyalet; memleket; s. devlete ait; resmi; siyasi. state bank (A.B.D.) bir eyaletin müsaadesi altında çalışan banka; devlet bankası. state college eyalet üniversitesi. state's evidence huk. devlet lehine şahitlik; suçunu ikrar ederek kendi suç arkadaşları aleyhine sahadet eden kimse. turn state's evidence suçunu ikrar ederek devlet lehine şahitlik etmek. State House hükümet binası; meclis binası. state of siege örfi idare, sıkıyönetim. state of war harp hali state owned devlet malı. state prison siyasi mahkümlara mahsus hapishane; (A.B.D.) bir eyalete mahsus ağır ceza hapis hanesi. state socialism sosyalizm, devletçilik. state's rights eyaletin hakları. state trooper (A.B.D.) motorlu araçlarla devriye gezen jandarma .state university (A.B.D.) eyalet üniversitesi Department of State (A.B.D.) Dışişleri Bakanlığ.ı in state resmi olarak, debdebe ve ihtişamla. lie in state teşhir edilmek üzere açık tabut içinde yatmak (büyük bir zatın cenazesi). the States k.dili. Amerika Birleşik Devletleri (ABD haricinde kullanılır).

statecraft

i. devlet idaresi, devletçilik.

stated

s. belirli, muayyen, düzenli, muntazam; ifade edilmiş, beyan edilmiş; kaydedilmiş.

statehood

i., (A.B.D.) eyalet olma durumu.

stateless

s. haymatlos, vatansız.

stately

s. haşmetli, azametli; heybetli, gösterişli stateliness i. haşmetli olma.

statement

i. ifade; takrir, ifade olunan şey, beyanat, demeç; rapor; hesap raporu.

stater

i. eski Yunan şehirlerinde bir çeşit madeni para.

stateroom

i. hususi vapur kamarası; yataklı vagon kompartımanı.

stateside

s., z. ABD'de olan; z. ABD'de veya ona doğru.

statesman

i. (çoğ. -men) devlet adamı, devlet işlerinde tecrübeli ve bilgili olan kimse. statesmanlike, statesmanly s. devlet adamına yakışır, akıllı ve tedbirli. statesmanship i. hükümet idaresinde hikmet ve cömertlik.

statewide

s. bütün eyaleti kapsayan .

static , statical

s, i. statik, duran cisimlere ait; sakin, dengeli; fels. dural; pasif elemanlara ait; ikt. varidattan ayrı sermaye ile ilgili olan meselelere ait; elek. sürtünmeden hâsıl olan elektriğe ait, statik; i. radyo parazit; kdili. istenilmeyen itiraz . statically z. durarak, kımıldanmayarak; durağan cisimlerle ilgili olarak.

statics

i. statik ilmi; sosyol toplumsal dengeyi sağlayan kuvvetlerden bahseden ilim dalı.

station

i., f. durak, tevakkuf mahalli; merkez, istasyon, gar; bir kimsenin bulunduğu yer; memuriyet, görev; hizmet, makam, rütbe, hal; yer, mahal, mevki; sosyal durum, derece, vaziyet; ordu veya donanmanın özel bir görevle gönderildiği yer; istasyon (radyo, televizyon), kanal (televizyon); f. bir yere tayin etmek veya yerleştirmek. station break radyo ve televizyonda istasyon ismi ve yerinin verildiği zaman . station house polis karakolu. station wagon kaptıkaçtı, pikap (araba). fire station itfaiye binası. lifeboat station can kurtaran gemi istasyonu. naval station donanma merkezi. police station karakol. railroad station demiryolu istasyonu, gar .

stationary

s., i. sabit, durağan; kımıldamaz; muayyen bir kararda kalan, ne ilerlemekte ne de gerilemekte olan; i. bir yerde daima kalan kimse veya şey; belirli bir yerde bulunan er. stationary air nefes alıp verme sırasında daima akciğerde kalan hava. stationary engine sabit makina. stationary front iki hava tabakası arasındaki sınır. stationary population yerleşik nüfus.

stationer

i. kırtasiyeci.

stationery

i. kâğıt veya kalem gibi yazı eşyası, kırtasiye.

stationmaster

i. istasyon şefi.

statist

i., pol. devletçilik taraftarı, devletçi; istatistik uzmanı.

statistics

i. istatistik, istatistik ilmi. statistic(al) s. istatistiğe ait. statistician i. istatistik uzmanı.

stator

i. elektrik motorunda hareketsiz kısım, duruk, stator.

statoscope

i. en küçük basınç derecelerini gösteren hassas barometre; hav. çok hassas yükseklik ölçeği.

statuary

i., s. heykel koleksiyonu, heykeller; heykeltıraş; heykeltıraşlık; s. heykel veya heykeltıraşlığa ait..

statue

i. heykel statuette i. ufak heykel .

statuesque

s. heykel gibi heybetli ve vakarlı statuesquely z. heybetle. statuesqueness i. heybetlilik, vakar.

stature

i. boy, kamet, endam, insan veya hayvan boyu. moral stature ahlaki fazilet.

status

i. hal, durum, vaziyet; medeni hal, toplumsal durum; rol; övünme payı. status quo statüko.

statutabh

s. kanuna göre ceza verilebilir; kanunda yeri olan, kanuna uygun.

statute

i., s. kanun, yasa, nizam, kural, kaide; emir, hüküm; s. kaideye göre; kurallı. statute law yazılı kanun. statute mile mil statute of limitations zaman aşımı süresini tayin eden kanun.

statutory

s. kanuna uygun, kanuni, kanuna bağlı. statutory rape reşit olmayan bir kızla cinsi munasebette bulunma.

staunch

s., f. sadık, güvenilir; sabit, sağlam; kuvvetli; f. bak. stanch staunchly z. sebatla; sadakatla; sağlamca. staunchness i. sebat; sadakat.

stauroscope

i., fiz. kristallerde ışık titreşim düzeylerinin ölçülerini tayin eden alet.

stave

f. (-d veya stove) (sandalda, fıçıda) tahtayı kırarak delik açmak; kabuğunu kırarak parçalamak; vurarak delik açmak; fıçı tahtalarıyle donatmak: parçalanıp açılmak. stave off savmak, uzaklaştırmak; meydana gelmesini önlemek.

stave

i. çomak, değnek; çubuk; fıçı tahtası; portatif merdiven basamağı; şiir. beyit; müz. porte.

staves

i., çoğ., bak staff, stave.

stavesacre

i. hekimlikte kullanılan zehirli bir çeşit hezaren, bot. Delphinium.

stay

f. durmak; kalmak; geçici olarak ikamet etmek; beklemek; durdurmak, alıkoymak, bırakmamak, salıvermemek; yaptırmamak, menetmek, önlemek; doyurmak; ertelemek, tehir etmek; k.dili. dayanmak, yarışta direnmek .stay one's hand engellemek, durdurmak .stay out dışarıda kalmak. stay put (A.B.D.), k.dili. yerinden kımıldanmamak. stay the night gecelemek. staying power dayanma gücü.

stay

i., f., den. istralya; f. istralya ile takviye etmek; tiramola etmek, dönmek, orsa alabanda edip dönmek. in stays tiramola.

stay

f., i. dayamak, tutmak; desteklemek, teselli etmek; i. dayanak, destek, payanda; balina stays i, çoğ., (İng.) korsa.

stay

i. kalma; durma; ziyaret muddeti; ikamet, oturma; durdurma, tehir, infazı tehir; dayanma, sebat. stay bolt germe cıvatası, payanda cıvata, makinanın iki demir parçasını birbirinden ayrı tutan cıvata.

std

kıs., (İng) Subscriber Trunk Dialing şehirlerarası direk telefon sistemi.

stead

i., f. başkasının yeri, yer; f.,( eski) yararlı olmak. stand in good stead yararlı olmak, faydalı olmak, yardımı dokunmak. in his stead onun yerinde.

steadfast , stedfast

s. sabit, değişmez, dönmez, muhkem; metin. stead fastly z. sebatla. steadfastness i. sebat .

steady

s., i., f., ünlem sabit, titremez, sallanmaz, değişiklik göstermez, oynamaz; şaşmaz, dönmez, metin; sağlam; ılımlı, ciddi; düzenli, muntazam; sürekli, daimi; den. yerinde duran, rüzgârdan sallanmaz; i., (argo) devamlı flört edilen arkadaş; f. sabit kılmak, titremesini veya sallanmasını kesmek; sabit durmak, sallanmamak, kımıldamamak; ünlem, den. Viyal Ağır ağır Oynatmak Sakin ol. go steady k.dili. devamlı olarak aynı kişi ile flört etmek. steadily z. durmadan, muntazaman. steadiness i. metanet, sarsılmazlık.

steak

i. külbastı, biftek, kontrfile.

steakhouse

i. özellikle ızgara et yenilen lokanta.

steal

f. (stole, stolen) i. çalmak, aşırmak, (slang) yürütmek; çaktırmadan almak; gizlice yapmak; gizlice hareket etmek; gizlice ve yavaş yavaş gitmek; (beysbol) bir kaleden diğerine ustalıkla koşmak; hırsızlık etmek; i. çalma, hırsızlık;çalınmış şey;(beysbol) ustalıkla başka bir kaleye ulaşma; (argo) kelepir; hileli alışveriş. steal a look çaktırmadan bakmak. steal a march on one başkasından evvel bir hedefe gizlice ulaşmak. steal away yavaşça savuşmak, çaktırmadan geçmek steal one's thunder başkasına galebe çalmak.

stealage

i. çalma; çalınan maldan ileri gelen zarar.

stealth

i. gizli iş veya teşebbüs; gizlilik. by stealth gizlice.

stealthy

s. gizlice yapılan; sinsi. stealthily z. gizlice, sinsice, hissettirmeden, çaktırmadan. stealthiness i. gizlilik, sinsilik; gizlice yapma.

steam

i. buhar, islim, buğu, istim; k.dili. kuvvet, şiddet, enerji; k.dili. hidde.t steam boiler buhar kazanı. steam engine buhar makinası; lokomotif. steam hammer buharlı varyos .steam heat buharlı kalorifer sistemi. steam shovel istimli ekskavatör. steam table lokantada yemekleri sıcak tutan buharlı tezgâh. steam turbine buharlı turbin. at full steam, full steam ahead son hızla, büyük bir güçle. blow off steam, let off steam islim salıvermek; hiddetlenip içini dökmek. dry steam kuru buhar get up steam bir teşebbüs için kuvvetini toplamak. work off steam islim salıvermek; birikmiş enerjiyi sarfetmek.

steam

f. buhar salıvermek; buğulamak: buharda pişirmek; buğusu çıkmak, dumanı çıkmak, buram buram tütmek, islim halinde çıkmak; vapurla yolculuk yapmak. steam up buğulamak; güçlendirmek; coşturmak.

steamboat

i. vapur.

steamer

i. vapur; buharla yemek pişirmeye veya eşya yıkamaya mahsus kap; buğulaması yapılan tarak. steamer trunk den. ranza altına sığacak büyüklükte eşya sandığı.

steamfitter

i. buhar borucusu.

steamroller

i., f., s. yol işlerinde kullanılan silindir; ezici güç; zor kullanma; f. silindir ile düzletmek; basmak, ezmek; zorla elde etmek; s. ezici.

steamship

i. vapur.

steamy

s. buharlı; buhara benzer; şehvetli. steaminess i. buharlılık.

stearic

s. stearik stearic acid stearik asit, içyağı asidi.

stearine

i. kim. stearin .

steatite

i. mad. sabuntaşı.

stedfast

bak. steadfast.

steed

i., edeb. at, küheylân.

steel

i., f., s. çelik, pulat; çelikten yapılan alet, masat, çelik bileği; çakmak; çelik gibi güç; f. çelik kaplamak veya katmak, çelik gibi sertleştirmek; hissizleştirmek, katılaştırmak; s. çelikten yapılmış; çelik gibi; azimli; katı, duygusuz. steel blue çelik mavisi steel engraving çelik hakkaklığı; hakkedilmiş çelik levha ile basılan resim. steel wool bulaşık teli, çelik tel elyafı. cold steel, kılıç ve süngü gibi silahlar. worthy of one's steel kılıcına lâyık; işinin ehli; zahmetine değer.

steelwork

i.çelik işi; çelik bina iskeleti; çoğ. çelik fabrikası.

steely

s. çelikten yapılmış, içinde çelik bulunan; çelik gibi, sert. steeliness i. sertlik.

steelyard

i. kantar, uzun kollu el kantarı.

steenbok

i. Güney Afrika'ya özgü ufak ceylan.

steep

s., i. dik, sarp; k.dili. fazla, aşırı, yüksek (fiyat); i. dik yokuş, uçurum. steeply z. dikine; hızla. steepness i. sarplık, diklik.

steep

f., i. suya bastırmak, iyice ıslatmak, karmak; demlendirmek, demlemek; fig. doldurmak, içine işletmek; demlenmek; iyice ıslanmak; i. demlenme, demlendirme; iyice ıslatma veya ıslanma; içinde bir şey ıslatılan sıvı veya kap. He is steeped in Near East history Yakın Doğu tarihi konusunda çok bilgilidir .

steeple

i. kilise kulesi, çan kulesi. steepled s. çan kuleli; çok kuleli..

steeplechase

i. engelli yarış.

steeplejack

i. kule veya yüksek baca tamircisi.

steer

f. dümen kullanmak, seyretmek; idare etmek, yönetmek, sevk ve idare etmek; doğrultmak, yön vermek; den. dümen dinlemek; sevk ve idare olunmak. steer clear of sakınmak, uzak durmak, yanaşmamak. steering committae yönetim kurulu. steering gear dümen donanımı, dümen dili mekanizması .steering wheel direksiyon; dümen dolabı .

steer

i. iğdiş edilmiş boğa; kasaplık öküz.

steerage

i. güverte yolculan için kasara altı, en ucuz tarifeyle yolculuk edenlere mahsus salon ve kamaralar; dümen kullanma.

steerageway

i., den. geminin dümen dinlemesi için gerekli asgari hız.

steersman

i. serdümen, dümenci.

steeve

f., i., den. cıvadrası belirli bir meyilde bulunmak; cıvadraya belirli bir meyil vermek; i. cıvadranın meyil açısı.

steeve

i., f., den. ambarda yük yerleştirmeye mahsus dikme, vinç mataforası; f. dikme ile yük yerleştirmek.

stegosaurus

i. Jura devrinde ABD'nin batısında yaşamış dikenli zırh olan dev kertenkele.

stein

i. büyük bira barday.

steinbok

bak. steenbok.

stele

i., bot. bitki kök veya sapının iç tarafı, orta silindir, stel.

stele

i. dikili taş, taş anıt.

stellar

s. yıldızlara ait, yıldız gibi. stellar wind yıldızlardan çıkan yüklü zerrelerin cereyanı.

stellate

s. yıldız şeklindeki, yıldız gibi.

stelliferous

s. yıldızlarla dolu, yıldızlı.

stelliform

s. yıldız şeklindeki, yıldızımsı.

stellular

s. yıldızlarla donanmış; küçük yıldız gibi.

stem

i., f. sap; ağaç gövdesi, gövde; sap gibi şey, kol; muz hevengi; kadeh ayağı; kol saati kurgusu, aks, direk; silsile; harfin yukarı uzantısı; dilb. gövde; müz. nota kuyruğu; f. saplarını koparmak; sap takmak; çıkmak, den. gelmek. stemwinder aksla kurulan saat.

stem

i., f., den. geminin baş bodoslaması; pruva, baş; f., den. baş verip gitmek, göğüs verip ilerlemek; set çekmek, önlemek. from stem to stern baştan kıça; baştan aşağı.

stem

f. durdurmak; tıb. akmasını önlemek.

stench

i. kötü koku, leş kokusu.

stencil

i., f. madeni levhadan kesilmiş resim veya marka kalıbı, delikli kalıp; böyle bir kalıpla basılan şekil veya marka; şablon; mumlu kâğıt, stensil; f. delikli kalıpla kopya etmek veya işaret etmek steno (önek). dar, ufak steno kıs. stenography.

stending

s., i., z. ayakta duran; işlemez halde, muattal; devam eden, baki, daimi; sabit; i. durma, ayakta durma; duracak yer, durak; mevki, şöhret, itibar, derece, mertebe; devam, süreklilik, eskilik; z. ani bir duruşla. standing army daima silâh altında bulunan ordu. standing committee daimi encümen. standing jump durduğu yerden atlama. standing order daima geçerli olan sipariş. standing orders iç tüzük, dahili nizamname. standing rigging den. ana arma, geminin asıl ana halatları. standing room ayakta duracak yer, tiyatroda iskemleler dolduktan sonra kalan yer. standing water su birikintisi, akmayan su. standing wave sürekli dalga, birbirine ters iki dalganın meydana getirdiği sabit dalga .of high standing itibarı yüksek; yüksek seviyede. of long standing çoktan beri devam etmekte veya geçerli olan .of no standing itibarsız, önemsiz, ehemmiyetsiz.

stenograph

i., f. stenografi; f. steno ile yazmak. stenograph'ic(al) s. stenografiye ait. stenographically z. steno.

stenographer

i. stenograf, steno ile yazan kimse.

stenography

i. stenografi.

stenophyllous

s., bot. dar yapraklı.

stenosis

i., tıb. vücutta herhangi bir kanalın daralması.

stenotype

i. steno işareti; stenotip.

stentor

i. gür sesli adam stentorian s. çok yüksek, gür.

step

f. ayak basmak; adım atmak, yürümek, ağır adımlarla yürümek; suratle hareket etmek veya davranmak; bir adımda ulaşmak; den. oturtmak, dikmek (direk), yerine yerleştirmek veya oturtmak; adımlarla ölçmek, adımlamak; basamaklar halinde düzenlemek. step down inmek; elektrik gücünü azaltmak; istifa etmek. step in müdahale etmek, karışmak .step on üstüne basmak; bastırmak. Step on it k.dili. çabuk davran. step out dışarı çıkmak; k.dili. eğlenceye gitmek. step up çıkmak; elektrik gücünü artırmak; kuvvetlendirmek .

step

i. adım; birkaç adımlık yer, kısa mesafe; basamak; eşik; kademe; hareket, teşebbüs; ilerleme, terakki; derece; yürüyüş tarzı, gidiş tarzı; ayak sesi; ayak izi; çoğ tedbirler; müz. portenin bir çizgisi veya aralığı; den. ıskaça. step by step adım adım, derece derece, tedricen .in step ayak uydurarak; uygun; aynı ayarda. out of step adımları birbirine uymayan; başkalarına ayak uyduramayan .take a step adım atmak, teşebbüs etmek. take steps tedbir almak. watch one's step dikkat etmek, ayağını denk almak.

step

(önek). üvey.

stepbrother

üvey erkek kardeş.

stepchild

i. üvey çocuk.

stepdaughter

i. üvey kız.

stepdown

s., i. azaltan; i. azalma, düşme.

stepfather

i. üvey baba.

stepin

i. külot; topuklu süssüz ayakkabı.

stepladder

i. seyyar merdiven.

stepmother

i. üvey ana.

steppe

i. istep, bozkır.

steppingstone

i. atlangıç, atlama taşı; ilerleme vasıtası, basamak, ilk adım.

stepsister

i. üvey kızkardeş.

stepson

i. üvey oğul.

stepup

s., i. artıran; i. artma, yükselme; makina süratini artırma cihazı.

ster

(sonek) - ci, âdet veya meslek sahibi olan: songster, trickster; olan: youngster; ile ilgili: roadster.

stercoraceous

s. dışkılı, pislikli, gübreli.

stere

i. ster.

stereo

s., i. stereo (teyp, pikap)

stereo

(önek). katı, üç boyutlu .

stereobate

i., mim. temel. stereobatic s. temele ait.

stereochemistry

i. atom ve moleküllerin tertibini inceleyen kimya dalı.

stereochromy

i. soda silikatlı boya vurma usulü.

stereography

i. stereografi. stereographic(al) s. stereografik stereographically z. stereografik olarak.

stereometer

i. oylum ölçme aleti. stereometry i. katı cisimlerin oylumunu ölçme usulü.

stereophonic

s. iki ayrı sesli, stereofonik .

stereoscope

i. stereoskop. stereoscopic s. stereoskopik.

stereotype

i., f. sayfa halinde baskı klişesi, stereotip; stereotipi; basma kalıp söz; f. stereotip klişesi yapmak; saptamak, tespit etmek, sabit bir şekilde vermek. stereotypy i. stereotipi.

sterile

s. kısır, ürün vermeyen, verimsiz, semeresiz; biyol. tohum veya meyva vermeyen; mikropları olmayan; neticesiz, faydasız. sterility i. kısırlık, ürün vermeyiş, verimsizlik.

sterilize

( İng) -ise f. sterilize etmek, mikroplarını öldürmek; kısırlaştırmak, verimsiz hale getirmek. steriliza'tion i. kısırlaştırma, sterilizasyon sterilizer. i. sterilize eden kimse; sterilizator.

sterlet

i. çıga (balık), zool. Acipen serruthenus.

sterling

i., s. İngiliz parasının resmi ölçüsü; sterlin gümüşü; sterlin; s. sterlinle ödenebilen; sterlin gümüşü ile yapılmış; hakiki, değerli, kıymetli. sterling money İngiliz parası.. sterling silver çatal bıçak takımı yapımında kullanılan 0,925 gümüş alaşım; 0,925 ayar gümüş eşya .of sterling worth çok kıymetli pound sterling İngiliz lirası, sterlin.

stern

s. sert, musamahasız, haşin, katı; şiddetli, kuvvetli. sternly z. sert bir şekilde. stern'ness i. sertlik.

stern

i. gemi veya sandal kıçı; bir şeyin arka kısmı, kıç. stern chaser kıç topu. stern sheets filika veya kayığın kıçaltı. by the stern den. kıçı biraz fazla suya batmış, kıç tarafından. from stem to stern den. baştan kıça kadar. stern'most s. en gerideki. sternway i. geminin geri geri gitmesi.

sternal

s. göğüs kemiğine ait.

sterno

(önek) göğüs, sternum.

sternpost

i. kıç bodoslaması.

sternum

i. göğüs kemiği.

sternutation

i. aksırma. sternutative, sternutatory s. aksırtıcı.

sternwheeler

i. arkadan çarklı nehir gemisi.

steroid

i., biyokim. steroit.

stertorous

s. horultulu, hırıltılı. stertorously z. horultuyla, hırıltlyla.

stet

matb. Kalsın.

stethoscope

i., tıb. göğus dinleme cihazı, stetoskop. stethoscopicals. stetoskopla ilgili. stethoscopically z. stetoskopik olarak.

stetson

i, tic. mark geniş kenarlı fötr şapka.

stevedore

i., den. yükleme veya boşaltma işçisi, istifçi.

stew

f., i. hafif ateşte kaynatmak; kaynamak; k.dili. endişe etmek; i. türlü, güveç; k.dili. kuruntu, endişe, merak. stew in one's own juice kendi başına açtığı derde yanmak . in a stew telâşla, heyecanla, acele ile.

steward

i. vekilharç, kâhya; ambar memuru, idare memuru; erkek hostes, kamarot, gemi garsonu; işçi temsilcisi.

stewardess

i. kadın kamarot, hostes.

stewardship

i. vekilharçlık; idare, yönetim.

stewed

s. pişirilmiş; (argo) sarhoş, küfelik.

stewpan

i. türlü tenceresi, güveç.

stg.

kıs. sterling.

sthenia

i., tıb. olağanüstü canlılık ve faaliyet. sthenic s, tıb. olağanüstü derecede kuvvetli veya faal.

stibium

i., kim. antimon.

stich

i. mısra.

stichomythy , stichomythia

i. Yunan tiyatro eserlerinde oyuncuların karşılıklı birer mısra söyledikleri diyalog. stichomythic s. böyle diyalog kabilinden.

stick

i. tahta parçası, değnek, baston, çubuk sopa, ağaç, sırık, tahta; matb. tertip cetveli, kumpas; (argo) içeceğe katılan alkollü içki; k.dili. gemi direği; orkestra şefinin değneği; ask. zincirleme atılan bombalar; hav. manevra kolu, idare kolu. the sticks kereste elde edilen orman; k.dili. taşra get on the stick işe başlamak, işe koyulmak. hold a stick to karşılaştırmaya değmek. walking stick baston wrong end, short end veya dirty end of the stick işin kötü tarafı.

stick

f. (stuck) saplamak; delmek; koymak; sokmak; çakmak; saplanıp kalmak, hareket edememek, kopmamak; yapıştırmak, yapışmak; bıçaklamak, hançerlemek; batmak (iğne, diken); k.dili. şaşırtmak; (argo) aldatmak;( argo) mesuliyet yüklemek; matb. harfleri dizmek; sadık kalmak. stick around civarında dolaşmak, peşinden ayrılmamak; oyalanmak. stick at sakınmak; itirazda bulunmak; çekinmek; direnmek. stick to yapışmak. stick by sadık kalmak; civarında kalmak. Sticken up ! Eller yukarı ! stick in one's craw hazmedilmesi zor olmak (söz veya durum). stick it out dayanmak, sonuna kadar kahrını çekmek. stick one's neck out tehlikeyi göze almak. stick out dışarı çıkarmak, dışarı çıkmak; aşikâr olmak. stick together birbirine yapışmak; dayanışmak, birbirine destek olmak. stick to one's fingers (para) deve yapmak. stick to one's guns direnmek. stick to one's knitting kendi işine bağlı kalmak. stick to one's ribs doyurmak. stick up (argo) yolunu kesmek, tabanca ile soymak. stick up for k.dili. tarafını tutmak. stick with it dayanmak, sonuna kadar sebat etmek. sticking plaster plaster .sticking point takıntılı yer.

sticker

i. etiket; yapıştıran kimse; k.dili. şaşırtıcı şey; diken; yapışkan ot.

stickinthemud

i., k.dili. mıymıntı kimse.

stickle

f. püruz çıkarmak; ince eleyip sık dokumak, titizlenmek; tereddüt etmek, kararsız olmak. stickler i. bir konuda titizlenen kimse. a stickler for order düzen meraklısı.

sticklebsck

i. dikenli balık, zool. Gasterostus.

stickpin

i.,( A.B.D.) kravat iğnesi.

sticktoitive

s., k.dili. sebatkâr, azimli.

stickup

i., (argo) soygun.

sticky

s. yapışkan; sıcak ve nemli; (İng), k.dili. zor, ıstırap veren. stickily z. yapışkan bir şekilde. stickiness i. yapışkanlık.

stiff

s., i. katı, sert, pek; pekişmiş; eğrilmez, bükülmez; dik; koyu, özlü; sıkı; tutulmuş; gergin; zorlanmış; akıcı olmayan; resmi; inatçı; alkolü çok; sarp, çetin; den. rüzgâra dayanıklı, sağlam; zor, ağır; değişmeyen; (İskoç), (İng), leh. dinç, kuvvetli; yüksek, pahalı; i., (argo) ceset; (argo) baş belası; (argo) herif; (argo) suç ortağı; (argo) kurban; (argo) sahte kâğıt para. keep a stiff upper lip cesaretini kaybetmemek, soğukkanlılığını korumak. stiff'ly z. dimdik olarak. stiff'ness i. katılık, sertlik .

stiffbacked

s. inatçı, direngen .

stiffen

f. sertleştirmek, sertleşmek; pekiştirmek, pekişmek.

stiffnecked

s. boynu tutulmuş; inatçı, dik başlı.

stifle

f. boğmak; bastırmak, son dürmek; boğulmak, nefesi tıkanmak.

stifle

i., stifle joint at veya köpeğin incik kemiği ile but kemiği arasındaki mafsal.

stigma

i. (çoğ. -mata,-s) leke, ar; dağ, yanık izi; tıb. sinir gerginliğinden hasıl olan kırmızı leke; doğum lekesi; bot. stigma, tepecik; biyol. soluk deliği, solunum deliği; çoğ. İsa'nın çarmıha gerildigi zaman aldığı yaralar.

stigmatic

s. lekeli, damga kabilinden; şekilleri berrak gösteren mercekle ilgili.

stigmatism

i. lekelerden etkilenmiş olma; şekilleri berrak ve doğru gösteren merceklerin durumu.

stigmatize

f. rezil etmek; leke sürmek, damgalamak, damga vurmak. stigmatization i. rezil etme; damgalanma; vücutta doğaüstü alametler belirmesi.

stile

i. araziyi bölen setin iki tarafında bulunan basamak; turnike; mim. kapı veya pencere çerçevesinin iki yanındaki uzun kenar tahtalarından biri .

stiletto

i., f. ufak hançer; biz; f. hançerlemek .

still

s., i., z., f., (bağlaç) sessiz, sakin; hareketsiz, durgun; asude; köpürmez; ölü; i. şiir. sükut, sessizlik, sükun; fotoğraf; z. hala, daha, yine: bununla beraber, mamafih; daima; f. durdurmak, susturmak, teskin etmek, yatıştırmak; sükun bulmak, yatışmak; (bağlaç) mamafih, buna rağmen. still life güz.san. natürmort. still'ness i. sessizlik, sükunet.

still

i., f. imbik; rakı fabrikası; f. imbikten çekmek, taktir etmek.

stillborn

s. ölü doğmuş.

stillhunt

i. sessizce ve gizlenerek avlama; k.dili. sessizce ve ihtiyatla bir şeyin peşinden gitme.

stilly

s., z. sessiz, sakin; z. telaş etmeden, ses çıkarmadan.

stilt

i., f. yere basmadan yürümek için kullanılan ortası basamaklı sırık, ayaklık; sütun; uzunbacak, kıyı koşan, zool. Himan topus; f. ayaklık üstünde yürümek.

stilted

s. tantanalı, debdebeli; çok resmi (tavır); direkler üstüne bina edilmiş. stiltedly z. fazla resmiyetle. stiltedness i. fazla resmiyet .

stiltoncheese

iyi cins İngiliz peyniri.

stimulant

s.,i. uyarıcı, muharrik, canlandırıcı, tahrik ve teşvik edici, uyandırıcı; i.uyarıcı veya muharrik şey; k.ili. alkollu içki .

stimulate

f. uyarmak, teşvik etmek, tahrik etmek, harekete geçirmek, kamçılamak; tembih etmek; elektrik kuvvetiyle veya alkollü içki ile harekete geçirmek.stimulation i. uyarım, teşvik, tahrik. stimulative s. uyandırıcı, canlandırıcı, muharrik.

stimulus

i. (çoğ.-i) dürtü, uyarıcı şey, saik.stimulus and response uyarım ve tepke.

stimy , stymie

i.,f. golfta bir topun diğer bir top ile çukur arasında bulunması; f. topu vurup diğer bir top ile çukur arasına getirmek; engellemek; şaşırtmak.

sting

f. (stung) i. arı gibi sokmak; iğne gibi acıtmak, batmak; canını yakmak; tahrik etmek; acımak, acı vermek, sızlamak; (argo) kazıklamak; i. arı iğnesi, zehirli iğne; ısırgan tüyü; sokma: diken yarası; batma; dürtu, saik; iğneli söz; acı, elem, sızı. I got stung (argo) Kazıklandım stingingly z. ciğerine işleyerek. stingless s. dikensiz; iğnesiz; etkisiz.

stingaree

i., sting ray dikenli uyuşturanbalığıgillerden herhangi bir balık.

stinger

i. arı iğnesi; sokan hayvan veya bitki; kırıcı söz veya davranış; (A.B.D.) bir cins kokteyl.

stingo

i., (İng), (argo) kuvvetli bira; zevk, canlılık.

stingy

s. hasis, cimri, pinti, tamahkâr; kıt, pek az. stingily z. hasisçe, cimrice. stinginess i. hasislik, cimrilik.

stingy

s., k.dili. sokabilen, sokan, batan.

stink

f. (stank veya stunk; stunk) i. pis kokmak, kokuşmak, taaffun etmek; k.dili. kötü olmak, berbat olmak; i. pis koku. stink out kötü koku ile kaçırmak. stink up kokutmak, taaffün ettirmek. raise a stink k.dili. açıkça şikâyet etmek, itiraz etmek; hadise çıkarmak, kıyameti koparmak. stinkingly z. pis kokarak.

stinkbug

i. dokununca çok kotü kokan kanatlı bir böcek.

stinker

i. pis kokan şey veya kimse; yelkovankuşuna benzeyen ve leş yiyen bir deniz kuşu; (argo) sinir bozucu kimse veya şey.

stinkpot

i. eskiden savaşlarda kullanılıp boğucu ve pis kokulu bir karışım yayan bir kap;( argo) pis herif, alçak kimse.

stinkstone

i. kırılınca veya oğuşturulunca pis koku saçan bir çeşit taş.

stinkweed

i. tatula gibi pis kokulu herhangi bir bitki.

stint

f., i. kayıt koymak, bağlamak, şarta bağlamak; dar tutmak, masrafı kısmak; belirli bir iş yaptırmak; cimrilik etmek; i. had, sınır; iş, görev. stintedly z. sınırlı olarak, mahdut surette. stintingly z. sınırlayarak, tahdit ederek .

stipe

i. bitkilerin ana sapı; böceklerde sapa benzer uzuv.

stipend

i. burs; ücret, maaş.

stipendiary

s., i. maaşlı, ücretli; i. burslu kimse; (İng.) maaşlı vaiz.

stipes

i. (rjog stipites) zool. böceklerde sapa benzer uzuv.

stipple

f. noktalarla hakketmek veya resmetmek.

stipple , stippling

i. noktalarla hakketme veya resimlendirme usulü.

stipulate

f. şart koşmak, maddeler halinde belirtmek, kayıt ve şarta bağlamak; söz vermek, garanti etmek, taahhüt etmek; anlaşmak. stipulation i. şart, madde; şart koyma, taahhüt.

stipule

i. yaprak sapının dibinde çift olarak bulunan ufacık yaprak .

stir

i., (argo) hapishane, (slang) kodes. stir crazy (argo) hapiste aklını oynatmış.

stir

f. (-red,-ring) i. karıştırmak; harekete geçirmek; yerini değiştirmek; tahrik etmek; canlandırmak; harekete geçmek kımıldamak, kalkmak; canlanmak; i. karışıklık; gürültü, patırtı; hareket, telâş, kaynaşma, faaliyet. stir about dolaşmak. stir the fire ateşi karıştırmak. He is not stirring yet Daha kalkmadı. make a great stir aşırı heyecan uyandırmak.

stirabout

i., (ing.) yulaf veya mısır lapası; kıpırdak kimse .

stirps

i. (çoğ. stirpes) sülale, soy; huk. ilk ata. per stirpes mirasın eşit olarak gruptaki kimselere paylaştırılması.

stirring

s. heyecanlandırıcı, harekete geçirici, canlandırıcı; kımıldayan. stirring times heyecanlı günler. stirringly z. heyecan uyandırarak.

stirrup

i. üzengi; den. marsepet ayağı. stirrup bone anat. üzengikemiği. stirrup cup ata bindikten sonra içilen veda kadehi; veda içkisi. stirrup leather, stirrup strap üzengi kayışı.

stitch

i., f. dikiş, iğnenin bir kere geçmesi; örgüde ilmik; dikiş çeşidi; k.dili. elbise, giyecek; k.dili. en küçük parça, zerre; sırt veya böğüre saplanan şiddetli ve ani sancı; f. dikmek, dikiş dikmek. stitch up dikerek birbirine iliştirmek. A stitch in time saves nine Tam vaktinde görülen bir iş insanı birçok zahmetten kurtarır. be in stitches k.dili. kahkahalar atmak. not a dry stitch on sırsıklam halde, çok ıslanmış. not a stitch on çırılçıplak .

stithy

i. nalbanthane; örs.

stiver

i. ufak bir Hollanda parası; önemsiz şey.

stjohnsvvort

binbirdelik otu, sarı kantaron, bot. Hypericum colycinum .

stoa

i., Yu., mim. sundurma, revak, saçak.

stoat

i. kakım.

stoccinette

i. jarse kumaş.

stochastic

s. tahmini; hedefe ulaşmak için en uygun imkânları seçme işlemine ait.

stock

i. stok, depo malları; mevcut mal; satılacak mal; bir çiftlikte bulunan hayvanlar; sermaye hisseleri, hisse senedi; ağaç gövdesi; ırk, silsile, soy, nesep, nesil; dil ailesi; menşe; asıl; çorba için hazırlanan et suyu; hammadde; tüfek veya tabanca kundağı; top arabasının ana dingili; sap, kabza, el; mak. yiv kesen aletin kolu; üzerine aşı yapılan dal; aşı budağının alındığı dal; iskambil oyunculara dağıtılmayan kâğıtlar; tiyatro trupu ve repertuvarı. stocks i, eski tomruk (ceza); gemi inşaat kızağı. stock boy satılacak malları dükkânda tanzim eden kimse. stock car yarış için gerekli değişiklikler yapılmış araba. stock company hisse senetleri çıkaran şirket; tiyatro trupu. stock dove yabani güvercin, zool. Columba oenas, stock exchange. borsa stock farm hayvan çiftliği. stock in trade dükkandaki mal, sermaye, kuvvetli taraf. stock market borsa; hisse senetleri fiyatlarının inip çıkması. stock taking malın mevcudunu sayma, mevcudu kontrol. in stock mevcut (mal). on the stocks (gemi) yapılmakta, inşa halinde. out of stock elde kalmamış, mevcudu tükenmiş. take stock malın mevcudunu saymak, önceden hesaplamak veya imtihan etmek .take stock in k.dili. ilgilenmek, alâkadar olmak; önem vermek; inanmak.

stock

f. stok yapmak, mal yığmak; mal ile doldurmak; filiz sürmek.

stock

s., z. alelade; beklenen; stok olarak elde tutulan; her vakit kullanılmaya hazır, elde bulundurulan; z. tamamen, kütük gibi (hareketsiz). stock answer daima hazır cevap.

stock

i. şebboy, bot. Matthiola; kırmızı şebboy, bot. Matthiola incana.

stockade

i., f., ask. şarampol, etrafı kazık veya sırıklarla çevrilmiş yer; f. şarampolla çevirmek veya muhafaza etmek.

stockbreeder

i. büyükbaş yetiştiren çiftçi.

stockbroker

i. borsa tellalı, mubayaacı.

stockholder

i. hissedar.

stocking

i. çorap. in stocking feet çorapla.

stockjobber

i. borsa tellfili.

stockpile

i., f. stok edilmiş mal; f. mal alıp stok etmek.

stockroom

i. ambar, depo.

stockstill

s. kımıltısız, tamamıyle hareketsiz.

stocky

s. tıknaz, bodur. stockily z. tıknazca. stockiness i. tıknazlık, bodurluk.

stockyard

i. satılacak veya kesilecek hayvanların geçici olarak muhafaza edildiği yer.

stodge

f. oburcasına yedirmek.

stodgy

s. ağır, sönük, cansız, adi; tok; fazla dolu; hazmı güç; kısa, bodur.

stogy

i. kalın ve kaba kundura veya çizme; düşük kaliteli puro.

stoic

i. kolay heyecana kapılmayan kimse, sevinç veya kederin kolaylıkla tesir edemediği kimse; b.h. stoacı, stoik stoicism i. sevinç veya kedere karşı kayıtsızlık; b.h. stoik felsefe, stoacılık.

stoical

s. sevinç veya kedere karşı kayıtsız, metin, sabırlı; b.h. stoacılığa ait. stoically z. metanetle, heyecana kapılmadan.

stoke

f. ateşi karıştırmak, ateşe kömür atmak. stoker i. ateşçi; ateşe kömür atan cihaz.

stokehole

i. külhan ağzı.

stol

kıs. short. take off and landing hav. kısa mesafede havalanabilen veya iniş yapabilen (uçak).

stole

i. uzun cuppe; kil. piskoposların ipek atkısı; etol; şal.

stole , stolen

bak. steal.

stolid

s. duygusuz, vurdumduymaz; kolay heyecanlanmayan: hislerini belli etmeyen. stolidly z. vurdumduymazcasına, hislerini belli etmeden. stolidity, stolidness i. duygusuzluk, vurdumduymazlık, hislere hakimiyet.

stolon

i., bot. çilek filizi gibi ucundan kırık ve tomurcuk veren filiz, stolon, kol; zool. bazı aşağı sınıf hayvanlarda filiz gibi uzuv. stolonif'erous s. çilek gibi filiz süren.

stoma

i. (çoğ. -mata) biyol.., bot. gözenek, ağız stoma .

stomach

i., f. mide, karın; iştah; istek; f. sindirmek, hazmetmek; tahammül etmek, katlanmak, dayanmak. stomach ache mide ağrısı. stomach pump mide yıkamaya mahsus tulumba. stomach tooth alt azıdişi. stomachful i. karın veya mide dolusu.

stomacher

i. eskiden kadınların giydiği süslü göğüslük.

stomachic

s., i. mideye ait; midevi, mideye yarayan; i. mideyi kuvvetlendirici ilâç.

stomatic

s. ağza ait; bot. stomalı, ağızlı.

stomatitis

i., tıb. ağız iltihabı. stomato (önek) ağız.

stomatology

i., tıb. ağız ve ağız hastalıkları ilmi.

stomatous

s., bot. stomalı, ağızlı.

stomp

f. ağırlığını vererek basmak, bastırmak.

stone

i., s. taş; taştan yapılmış şey; taşa benzer şey; tıb. mesane taşı; anat. haya, husye; meyva çekirdeği; matb. mürettip masası; (İng.) 14 librelik ağırlık ölçüsü; s. taştan yapılmış, kâgir. Stone Age taş devri. stone crusher taş kırma makinası; taş kıran işçi. stone fruit sert çekirdekli meyva. stone pine fıstık çamı, bot. Pinus pinea. stone pit, stone quarry taş ocağı. stone's throw bir taş atımı (mesafe). cast stones at taşlamak, tenkit etmek. cast the first stone kötülemekte önayak olmak. leave no stone unturned her çareye baş vurmak. philosopher's stone bak. philosopher rocking stone ufak bir taş üzerine yerleştirilmiş ve az bir kuvvetle sallanan iri taş. rolling stone bir dalda durmayan kimse, bir baltaya sap olmayan kimse.

stone

f. taş atmak, taşa tutmak, taşlayarak öldürmek; meyvanın çekirdeğini çıkarmak; taş duvar örmek, taş döşemek; hadım etmek, enemek.

stoneblind

s. tamamıyla kor.

stoneboat

i. taş taşımakta kullanılan tahta kızak.

stonebroke

s., k.dili. meteliksiz.

stonechat

i. kuyrukkakan, zool. Saxicola.

stonecrop

i. damkoruğu, kaya koruğu, bot. Sedum sempervivum.

stonecutter

i. taşçı; taş yontma makinası.

stoned

s.,(A.B.D.), (argo) sarhoş; uyuşturucu madde tesiri altında.

stonedeaf

s. tamamen sağır.

stonemason

i. taşçı, duvarcı.

stonemint

i. geyikotu, taş nanesi, bot. Cunila origanoides.

stonewall

f. krikette puan kazanmaktansa kaybetmemek için oynamak; Avustralya mecliste zorluk çıkararak muhalefet etmek.

stoneware

i. sert bir çeşit çömlek.

stonework

i. duvarcı işi; çoğ. taş kesilen ve yontulan yer.

stony

s. taşlı, taşı çok, taştan ibaret; taş gibi; sert, eğilmez; taşlaştıran, taş haline getiren; (argo) parasız meteliksiz. stony hearted s. taş yürekli, zalim. stonily z. soğuk soğuk sertçe, stoniness i. taşlı gibi oluş, taştan yapılmış olma .

stood

bak. stand .

stooge

i., k.dili. yardakçı: komedi oyuncusuna seyircilerin arasında laf atıp espri yapmasını sağlayan ikinci plandaki oyuncu.

stook

i., f. başak demetleri; büyük mısır demeti; f. demetleri kümelemek .

stool

i., f. iskemle, tabure; ayak taburesi; oturak, lâzımlık; dışkı; çığırtkan kuş; bot. yeni filiz veren eski kök veya kütük; yeni filiz; f. yeni filiz vermek; çığırtkanlık yapmak; dışkı defetmek; (A.B.D.),(argo) gammazlamak, ihbar etmek. stool pigeon çığırtkan güvercin; (A.B.D.),(argo) gammaz kimse. fall between two stools iki işi birden yapmaya çalışırken hiç birini başaramamak.

stoop

f., i. eğilmek; kamburunu çıkarmak; tenezzül etmek, alçalmak, kendini küçük düşürmek; üstüne atılmak; eğmek; i. eğilme; kambur duruş; tenezzül, alçalma; üstüne atılma (kuş).

stoop

i., (A.B.D.) ufak veranda.

stop

f. (-ped, -ping) durdurmak, alı koymak, engellemek; mola vermek; durmak; kalmak; stop etmek; fren yapmak; kesmek; tıkamak; kapamak; tıpalamak; yenmek; müz. çalgıda ses perdesini değiştirmek için tele veya deliğe basmak; noktalamak. stop a gap bir boşluğu doldurmak.. stop dead birdenbire durmak; birden durdurmak. stop down (mercek) perdesini küçültmek. stop off geçici olarak durmak, konaklamak, uğramak .stop order (tahvil) değeri ancak belli bir seviyeye. düştüğünde satma emri. stop over (A.B.D.), k.dili. yolculuk esnasında mola vermek. stop payment belirli bir çekin ödenmemesi için bankaya verilen talimat; çekin tediyesini durdurmak. stop press gazete basılırken son dakikada ilâve edilen parça. stop short birdenbire durmak. stop the mouth susturmak, sözü ağzına tıkamak. stop the show tiyatro dikkat çeken bir hareketle oyunu durdurmak stop up tıkamak.

stop

i. durma: duruş; durak yeri; mâni, engel; müz. ses perdesini değiştirmek için çalgının tel veya deliğine basma; müz. jödorg; (İng) nokta, noktalama işareti. put a stop to durdurmak, kesmek, son vermek.

stopcock

i. vana, zarp musluğu, valf.

stope

i., f. maden tabakalarını birer birer çıkarmak için yapılan kazı; f. böyle kazı yapmak.

stopgap

i. geçici tedbir veya vasıta.

stoplight

i. trafik lambasının kırmızı ışığı; oto stop lambası.

stoploss

s. fiyat düşüşu sonucu daha fazla kaybı önlemek amacıyle yapılan.

stopmotion

photography (bir çiçeğin açılmasını bile gösterebilen) aralıklarla filme alma yöntemi.

stopover

i. mola, konaklama.

stoppage

i. tıkama; durdurma, kesme; maaşa haciz koyma; stopaj.

stopper

i., f. tapa, tıkaç; durduran kimse veya şey; f. tapa ile tıkamak.

stopple

i., f. tıkaç, tapa; f. tapa ile tıkamak .

stoppress

s. baskı durduğu sırada gazeteye eklenen; zamana uygun.

stopwatch

i. saniye ölçer saat, duraklı saat.

storage

i. depoya koyma veya doldurma; depolama; ardiyede muhafaza etme; depo; ardiye ücreti; kompütörde bilgi saklama kısmı. storage battery akümülator.

storax

i. buhur, günlük; günlük ağacı, bot. Styrax; ecza. aselbent.

store

i., f., (A.B.D. mağaza, dükkân; biriktirilmiş şey, stok; hazne, ambar; çoğ. levazım, kumanya; bolluk; f. saklamak; biriktirmek; levazımını tedarik etmek .store away biriktirip saklamak. store up biriktirmek, yığınak; depo etmek, ambara koymak. store teeth argo eğreti dişler, takma dişler. A surprise is in store for you Sizi bir sürpriz bekliyor. in store elde, mevcut; ilerisi için saklanmış. set great store by çok kıymet vermek.

storehouse

i. ambar, ardiye, depo, mahzen.

storekeeper

i. dükkâncı, mağazacı; ambar memuru.

storeroom

i. ambar; sandık odası.

storey

(İng), bak. story.

storied

s. hikâye edilmiş, tarihte mühim yeri olan, destan konusu olmuş; tarihi tablolarla süslenmiş.

storied

(ing.) storeyed s. katlı.

storiette

i. küçük hikâye

stork

i. leylek, zool. Ciconia ciconia black stork kara leylek, zool. Ciconia nigra.

storksbill

i. turnagagası, bot. Geranium robertianum .

storm

i., f. fırtına, bora; şiddetli öfke veya heyecan; ask. müstahkem bir yere hücum; (alkış) tufan; f. fırtına patlamak, bora çıkmak; fırtınalı geçmek; hiddetten köpürmek; ask. müstahkem yere hücum etmek. storm and stress buhran devresi, bak. Sturm und Drang storm center meteor kasırga merkezi. storm cloud fırtına bulutu. storm door kış veya fırtınaya karşı yapılan ilâve dış kapı. storm flag meteor fırtına bayrağı. storm glass eski tip barometre. storm petrel bak. stormy petrel. storm sail fırtına yelkeni. storm signal fırtına alâmeti. storm window kış mevsiminde pencereye ilâve olunan dış kanat.

stormbeaten

s. fırtınaya tutulmuş, fırtına yemiş.

stormbound

s. fırtınadan gecikmiş; fırtınadan mahsur.

stormproof

s. fırtınaya karşı dayanıklı.

stormy

s. fırtınalı, bozuk. stormily z. fırtınalı bir şekilde; hiddetle. storminess i. fırtınalılık. stormy petrel fırtına martısı; yelkovankuşu, zool. Hydrobates pelagicus; dert getiren kimse; asi.

story

i., f. hikaye, öykü; tarih; rivayet, anlatılan şey; makale; masal, efsane, destan; kısa roman; roman taslağı; k.dili. yalan, martaval; f. hikaye anlatmak: tarihi tablolarla süslemek. story hour masal saati. story writer romancı, hikâyeci.

story , ing. storey

i. bina katı; bir katta bulunan odalar.

storybook

i. hikâye kitabı.

storyteller

i. hikaye anlatan kimse, masalcı; k.dili. yalancı kimse.

stoup

i. maşrapa, tas; Katolik kiliselerinde kapıya yakın olan ve içinde su bulunan kurna.

stout

s., i. kalın; kuvvetli, sağlam; iri, iman, enine boyuna; yiğit, cesur; i. iri yarı kimse; kuvvetli siyah bira, sert bira . stout'hearted s. cesur, yiğit, yürekli. stout'ly z. kuvvetle; cesaretle. stout'ness i. şişmanlık; cesaret, yüreklilik.

stove

i. soba; fırın, ocak.

stove

bak. stave. stovein s. zorla kırılıp delinmiş.

stovepipe

i. soba borusu. stovepipe hat A.B.D., k.dili. silindir şapka.

stow

f. istif etmek, üst üste yerleştirmek; saklamak; densarmak (yelkeni); (argo) durdurmak; dinmek. stow away saklamak; kaçak seyahat etmek için vapur veya uçak içinde saklanmak; ambara yerleştirmek.

stowage

i. istif etme; istif yeri; istif harcı; istif olunan şey.

stowaway

i. biletsiz kaçak gemi yolcusu.

strabismus

i., tıb. şaşılık. strabismal, strabismic(al) s. şaşı.

strabotomy

i., tıb. şaşılığı düzeltmek için yapılan ameliyat.

straddle

f., i. bacaklarını açıp durmak veya yürümek apışıp durmak; bacaklarını ayırıp oturmak; k.dili. taraf tutmamak; apışarak bir şeyin üstünde durmak veya oturmak; iki tarafı birden idare etmek; ask. hedefin hem önüne hem arkasına vurmak; i. apışma; apışık vaziyette bacaklar arasındaki mesafe. straddle a guestion münakaşada iki tarafı birden tutmak.

stradivarius

i. Stradivarius keman.

strafe

f., i. uçaktan makinalı tüfekle ateş açmak; hücum etmek; bombardıman etmek; (argo) cezalandırmak; i. bombardıman.

straggle

f. yoldan sapmak: sürü veya bölükten ayrılıp dağınık gitmek; dağınık olmak. straggler i. arkada kalan kimse. straggly s. dağınık.

straight

s., i., z. doğru, müstakim, düz; namuslu, dürüst; k.dili. güvenilir, emin; düzenli, muntazam, tertipli; şaşmaz, fark gözetmez; halis, saf (içki); k.dili. sapık olmayan; müz. içten geldiği gibi söylenmiş, irticalen söylenmiş; i. doğru çizgi, düz hat; the ile koşuda son dönemeçle hedef arasındaki mesafe; pokerde beş kartlı bir seri; z. dosdoğru, sapmaksızın, yanılmadan; namuslu bir şekilde. straight and narrow doğru ve dürüst. straight from the shoulder hiç kaçınılmadan. straight man A.B.D., k.dili. sahnede komedyenle çalışan ciddi görünüşlü oyuncu. straight role fazla özelliği olmayan basit rol. straight ticket A.B.D. hep bir partinin adaylarına verilen oy. straight face anlamsız surat. go straight ıslah olmak. out of straight eğri. stand up straight dik durmak. straight'ly z. açıkça, dobra dobra. straight'ness i. doğruluk.

straightaway

s., i., z. dosdoğru; i., dönemeçsiz koşu yolu; z. hemen, derhal.

straightedge

i. cetvel tahtası, cetvel.

straighten

f doğrultmak, düzeltmek, tesviye etmek; doğrulmak, düzelmek. straighten out düzeltmek, doğrusunu açıklamak veya öğrenmek. straighten up düzeltmek, toplamak; dik durmak; dürüst yola dönmek, ıslah olmak.

straightforward

s. doğru sözlü, dobra dobra söyleyen, dürüst, açık sözlü. straightforwardly z. açıkça, dürüst bir şekilde, dobra dobra. straightforwardness i. dürüstlük; açıklık.

straightout

s., k.dili. açık sözlü, çekinmesiz; gerçek, hakiki; sözünün eri.

straightwav

z. derhal, hemen.

strain

i. nesil, soy, silsile, aile; hayvanlarda soy; bahç. ıslah edilmiş bitki cinsi; ırk veya millet özelliği; eser, iz; cüzt şey; ifade, tarz, usul; mizaç; nağme, makam; şiir parçası, şarkı.

strain

f., i. fazla gayret etmek; fazla germek, zorlamak, zorlayarak incitmek; burkmak, burkulmak; süzgeçten geçirmek, süzmek; zorlayarak eğmek veya şeklini bozmak; kendini zorlamak, çok uğraşmak; bağrına basmak; kucaklamak; i. germe, gerilme, zora gelme; aşırı zihni veya duygusal gerginlik; burkulup incinme; mak. şeklen bozulma. strain after an effect iyi tesir bırakmak için kendini lüzumundan fazla yormak. strain a point özel muamele yapmak. strain at çok uğraşmak; vicdanen çekinmek. strain the meaning kendi çıkarına göre yorumlamak.

strainer

i süzgeç; geren kimse; gerici alet.

strait

i., s. dar yer, geçit, boğaz; s., (eski) dar. straits i., (çoğ.) boğaz; zor durum. the Straits İstanbul ve Çanakkale Boğazları.

straiten

f. daraltmak; sıkıntıya düşürmek. in straitened circumstances çok muhtaç vaziyette, büyük darlık içinde, fakir. strait jacket deli gömleği.

straitlaced

s. ahlak ve davranış konusunda tutucu.

strake

i., den. bir sıra borda kaplaması; tekerlek çemberi.

stramineous

s. saman gibi, samana benzer, saman renkli.

stramonium , stramony

i. tatula, bot. Datura stramonium; tatula. yapraklarından yapılan müsekkin ilaç.

strand

i., f. kenar, kıyı, sahil, yalı, yalı boyu; f. karaya oturmak; karaya oturtmak; zor durumda kalmak. be stranded karaya oturtulmak; yolda kalmak, vasıtasız kalmak; parasız kalmak.

strand

i. f. halatın bir kolu; iplik teli; f. halatın bir kolunu koparmak; telleri birleştirerek iplik yapmak.

strange

s., z. görülmemiş, ilk defa görülen; başka yerden gelmiş; yeni, alışılmamış; tuhaf, garip, acayip; yabancı; utangaç, çekingen; acemi, alışık olmayan, tecrübesiz; z. acayip bir şekilde. strange look ing. tuhaf görünüşlü. strange'ly z. tuhaf tuhaf garip bir şekilde, şaşılacak derecede. strange'ness i. tuhaflık, acayiplik; yabancılık.

stranger

i. yabancı; dışarıdan gelen kimse; tanınmamış kimse; bir işin yabancısı veya acemisi; huk. hakkı olmadan bir işe karışan kimse.

strangle

f. boğmak, boğazlamak, boğazını sıkarak öldürmek; bastırmak; boğulmak. strangle hold güreşte boğma vaziyeti; boğucu hakimiyet.

strangulate

f. boğmak; tıb. düğümlemek (bağırsak), sıkıştırmak (damar). strangulated hernia boğulmuş fıtık. strangula'tion i. boğma, boğulma; düğümlenme.

strangury

i., tıb. idrar zorluğu; bot. fidanı çok sıkı bağlamaktan ileri gelen normal üstü şişkinlik veya hastalık.

strap

i., f. (-ped, -ping) kayış; şerit, atkı, bant; dar ve uzun kumaş parçası; berber kayışı, ustura kayışı; (otobüs veya trende) tutunma kayışı; f. kayış veya çemberle tutturmak, çemberlemek; kayışla dövmek; sıkıntıya sokmak; kayışla bilemek. strap'hanger i. otobüste kayışa tutunup ayakta duran yolcu. strap iron çember demiri. strapped s. çemberli; meteliksiz. strapping i. kayışla dövme; çember.

strappado

i., f. işkence olarak bileklerinden iple yukarıya çekip tekrar bırakıvererek düşürme cezası; f. bu şekilde cezalandırmak.

strappinll

s., k.dili. uzun boylu, iriyarı.

strata

bak. stratum.

strategic

s. stratejik; harp bilgisine uygun; şartlara uygun, elverişli, ümit verici.

strategical, strategetic

bak. strategic.

strategically

z. stratejik olarak, strateji bakımından.

strategics

i. strateji ilmi, harp ilmi.

strategy

i. strateji harp idare bilgibi. strategist i. strateji uzmanı.

strath

i., İskoç. geniş vadi, içinden nehir geçen vadi.

strathspey

İskoç dansı.

straticulate

s., (jeol.) ince tabakalardan meydana gelen.

stratiform

s., jeol. tabaka şeklindeki.

stratify

f., (jeol.) tabakalar halinde tertip etmek. stratifica'tion i. kat kat veya tabaka tabaka oluşum.

stratigraphy

i. yerkabuğu katmanlarının düzeni; yerbilimin katmanları inceleyen kolu, stratigraf. stratigraphical s. stratigrafik.

stratocracy

i. askeri hükümet.

stratocumulus

i. (çoğ. -li) stratokumulus.

stratopause

i. stratosfer ile mezosfer arasındaki geçiş bölgesi.

stratosphere

i. stratosfer.

stratsgem

i. harp hilesi; hile, tuzak, oyun, manevra.

stratum

i. (çoğ. -s, -ta) kat, tabaka, katman; jeol. yeryüzü tabakası; biyol. doku tabakası; tabaka, sınıf.

stratus

i. (çoğ., -ti) katmanbulut, stratus.

straw

i. saman; tahılların kuru sapı; zerre, çok ufak şey. straw boss A.B.D., k.dili. işçi başı, kalfa. straw color saman rengi. straw hat hasır şapka. strawhat circuit sayfiyede yazlık tiyatro. straw man hasırdan adam; kukla; hayali düşman, kendi tarafını desteklemek için düşman olarak gösterilen kimse veya devlet; yalancı şahit. straw vote nabız yoklama oyu. clutch at a straw ümitsizlik isinde her çareye baş vurmak. drinking straw kamış. straw in the wind ilk belirti. the straw that broke the camel's back bardağı taşıran son damla. That,s the last straw! Yeter artık! straw'y s. saman gibi, samanlı.

strawberry

i. çilek; çilek bitkisi, bot. Fragaria: çilek rengi. strawberry blond açık kızıl saçlı kimse. strawberry mark doğuştan vücutta bulunan kırmızı leke. strawberry tree kocayemiş, bot. Arbutus unedo. crushed strawberry bir çeşit donuk kızıl renk.

strawboard

i. samandan karton.

stray

f., i., s. sürüden ayrılıp yoldan çıkmak; doğru yoldan ayrılmak; yanlış yola sapmak, dalalete düşmek; i. sürüden ayrımış hayvan; başıboş ve aylak kimse; evden kaçmış çocuk; çoğ., (radyo) yıldırımdan meydana gelen parazitler; s. başıboş; doğru yoldan sapmış; tesadüfe bağlı. stray bullet serseri kurşun.

streak

i., f. yol, çizgi; bir madeni ovalayarak elde edilen tozun rengi; damar, eser, nişan; süre, müddet; f. çizgileşmek, yol yol yapmak; hızla geçmek, hızla gitmek; çırıl çıplak soyunarak herkesin önünde hızla koşup kaybolmak. like a streak k.dili. çok çabuk, son süratle. lucky streak, streak of luck kısa süren şanslılık devresi. a streak of stubbornness damar. streak'y s. çubuklu, yollu, çizgili.

stream

i., f. akarsu, dere, çay, ırmak; akıntı; akım, cereyan; gidiş; f. akmak, sel gibi akmak; akar gibi girmek veya geçmek; dalgalanmak (bayrak); uzanmak; akıtmak. stream of abuse küfür yağmuru. stream of cars araba seli. stream of consciousness bilinç akımı. stream tin akarsu kenarındaki toprakta bulunan kalay filizi. against the stream akıntıya karşı. down the stream akıntı yönünde. on stream tam üretimde (petrol rafinerisi). go with the stream, drift with the stream ayak uydurmak. stream'let i. derecik, küçük ırmak. stream'y s. akarsuları çok; dere gibi.

streamer

i. ince uzun bayrak, flama; flandra; serpantin; göğe doğru yükselen ışık sütunu; gazete manşeti.

streamline

f., i., s. akış çizgisi biçimi vermek; kolay ve elverişli duruma getirmek; i. muntazam akıntı; su veya hava direncini azaltmak için hızlı giden bir şeye verilen sekil; s., bak. streamlined.

streamlined

s. akış çizgisi biçimli; modern; elverişli.

street

i. sokak, cadde, yol; k.dili. mahalle halkı. street Arab serseri çocuk, kimsesiz sokak çocuğu. street directory şehir rehberi. street door sokak kapısı. street fight arbede. street people hippiler. street sprinkler arozöz, sulamaç. street sweeper sokakları süpüren kimse veya makina.

streetcar

i. tramvay.

streetwalker

i. fahişe, orospu, sokak kadını.

strength

i. kuvvet, güç, takat; sertlik, keskinlik; mukavemet gücü, dayanıklılık; şiddet; tesir derecesi; askeri kuvvet; kuvvet kaynağı; metanet, manevi güç. on the strength of -e güvenerek.

strengthen

f. takviye etmek, desteklemek; kuvvet vermek, kuvvetlendirmek; kuvvetini artırmak.

strenuous

s. gayretli, faal, hararetli; gayret veya enerji isteyen, güç, ağır. strenuously z. çok emek sarf ederek yoğun faaliyetle. strenuousness i. yorucu faaliyet.

strephosymbolia

i. ters görünme (aynada olduğu gibi).

streptococcus

i. (çoğ. -coc, -ci) streptokok basili.

streptomycin

i. streptomisin.

stress

i., f. şiddet, zor; itina, ağırlık, önem, ehemmiyet; mak. iç mukavemet; basınç, tazyik; tahammül; gerginlik; dilb. vurgu, kuvvet; f. baskı yapmak, tazyik etmek; önem vermek, önemle üstünde durmak; vurgulamak. stress accent vurgulama.

stretch

f., i., s. uzatmak; sermek, germek, yaymak; çekip uzatmak; abartmak mübalağa etmek, büyütmek; yere sermek; gerinmek; gerilmek, yayılmak serilmek; açılmak; uzamak; i. germe geriliş; gerginlik; geniş yer; sıra ile uzanan şey; uzam; aralıksız süre; dönemeçli koşu yolunun düz kısmı; (argo) hapis süresi; s. gerilebilen. stretch the truth gerçeği abartmak. a stretch of open country geniş düz arazi. by a stretch of imagination hayal kuvvetini kullanarak. home stretch koşu yolunun son düz kısmı. ten hours at a stretch on saat hiç durmadan. stretch'y s. gerilir, uzar, esnek elastiki.

stretcher

i. geren şey veya kimse; duvar boyunca enine konulan taş veya tuğla; hatıl; iki çatı direğini bağlayan direk; hasta veya ölü taşımaya mahsus teskere, sedye. stretcherbearer i. sedye taşıyan hastabakıcı.

stretchout

i. işçilerden aynı ücretle fazla iş talep etme; işçilerin maksatlı olarak işi yavaşlatmaları.

stretchpants

i., A.B.D. vücudu saran elastiki kayak pantolonu.

stretto

i., müz. hızı gitgide artan kısım.

strew

f. (strewed: strewed veya strewn) saçmak, yaymak; yayarak kaplamak; dağıtmak, neşretmek; dağılmak, saçılmak.

stria

i. (çoğ. striae) ince çizgi; ufak oyuk; paralel birkaç çizgiden her biri. striate(d) s. çizgili. stria'tion i. paralel küçük çizgilerin düzeni.

stricken

bak. strike: s., A.B.D. hastalanmış; yaralı, yaralanmış; felâkete uğramış; içindekiler kabın ağız seviyesine indirilmiş.

strickle

i. dolu zahire ölçüsünü düz silmeye mahsus tahta; orak bilemeye mahsus alet.

strict

s. sıkı; dikkatli, çok titiz; harfi harfine tanımlanmış tam; şiddetli, sert; sofu, mutaassıp. strict'ly z. tam manasıyla. strict'ness i. sıkılık, sertlik, sıkı disiplin.

stricture

i. kınama, takbih, zem, yerme, tenkit; sınırlama; tıb. kanal daralması.

stride

f. (strode, stridden) i. uzun adımlarla yürümek, geniş adımlarla gezinmek; üzerine binmek; i. uzun adımlarla yürüme; uzun adım. hit one's stride normal seyrini veya hızını bulmak. make rapid strides hızla ilerlemek; büyük terakki göstermek. take in one's stride temposunu bozmadan bir engeli atlamak; umumi gidişini değiştirmeden hayatın güçlüklerini yenmek, telaşa kapılmadan işini yürütmek.

strident

s. gıcırtılı, tiz, keskin sesli. stridently z. tiz bir sesle.

stridor

i. gıcırtı; tıb. hırıltı.

stridulate

f. cırlamak. stridula'tion i. tiz ses, cırıltı.

stridulous

s. cırlak, cırtlak.

strife

i. didişme, mücadele, çekişme, münazaa.

strigil

i. eski Roma ve Yunan'da uzun saplı hamam kaşağısı; eski Roma binalarında süs için yapılan bir çeşit oyuk.

strigose

s., bot. sert kıllı; zool. ince çizgili.

strike

f. (struck; struck veya nad., A.B.D. stricken) vurmak, çarpmak, darbe indirmek; yumruk atmak; çakmak; çatmak; basmak, darbetmek; çalmak (saat); gelmek, bulmak, ulaşmak; dolu zahire ölçüsünü bir tahta parçasıyla silip düzeltmek; akdetmek, kararlaştırmak; zihninde yer etmek, etkilemek, dikkatini çekmek; den. indirmek, mayna etmek (bayrak), arya sancak etmek; poz almak; ilerlemek; birdenbire bulmak; grev yapmak; kök sürmek, tutmak (bitki). strike camp çadırı bozmak. strike down darbeyle yere yıkmak; aciz bırakmak. strike dumb şaşırtmak. strike hands pazarlık şartlarını kabul ederek el sıkışmak. strike home etkilemek, tesirli olmak. strike it rich k.dili. beklenmedik bir gelire erişmek. strike off veya from çıkarmak, ayırmak, kesmek. strike out karalayarak çıkarmak; işe koyulmak; beysbol üç kere topa vuramayınca oyun harici olmak. strike the set sahne donatımım boşaltmak. strike up çalmaya başlamak. strike up a friendship dostluk kurmak. It strikes me Bana öyle geliyor ki.

strike

i. vurma, çarpma; grev; umulmadık bir yerde zengin maden filizi bulma; dolu kilenin üstünü silip düzeltecek alet; üstünlük, mükemmellik; doluluk; jeol. bir tabakanın yatay yönü; bir defada darbedilen sikke miktarı; k.dili. anı başarı, büyük vurgun; bowling oyununda ilk vuruşta bütün kukaları devirme; (beysbol) topa vuramayış; çarpma (balık). strike'breaker i. grev bozguncusu. strike three (beysbol) üçüncü vuramayış; başarısızlık .general strike genel grev on strike grev halinde. sympathy strike sempati grevi.

striker

i. vurucu, vuran kimse; grevci; A.B.D. donanmasında çırak.

striking

s. dikkati çeken, göze çarpan. strikingly z. dikkat çekecek surette.

strine

i., (argo) Avustralya İngilizcesi.

string

i. ip sicim, kaytan, kordon, şerit; şart; tahdit; boncuk dizisi; dizi, seri; A.B.D., k.dili. yarış atı grubu; kiriş tel, saz teli; lif; çoğ. yaylı sazlar. string bag file string band yaylı sazlar orkestrası. string bean çalı fasulyesi; k.dili. uzun ve sıska kimse, sırık gibi kimse. string quartet yaylı sazlar kuarteti. string tie dar kravat. have two strings to one's bow yedek plan bulundurmak. on a string sermayesiz olarak; baskı veya kontrol altında. on the string peşinde. pull strings başkalarının faaliyetini gizlice idare etmek; başkalarına gizlice tesir etmek; piston kullanmak.

string

f., (strung) tel takmak; akort etmek; germek; ipliğe dizmek, ipe geçirmek; kılçıklarını çıkarmak (taze fasulye); iple bağlamak veya asmak; tel tel olmak; sıra veya dizi halinde gitmek. string along aldatmak; ayak uydurmak. string along with k.dili. beraberinde gitmek, peşine takılmak. string up A.B.D., k.dili. ipe çekmek, asmak. stringed s. iplikli, telli. stringed instruments yaylı sazlar.

stringent

s. zorlu, yeğin; zor şartlarda engellenmiş; sıkı, dar; paraselik çeken; ikna edici kandırıcı. stringency i. sıkılık; para darlığı. stringently z. para darlığıyla; sıkıca.

stringer

i. kirişçi; yatay kiriş; kadir belirli bir takımdan olan kimse.

stringy

s. tel gibi; tel tel olan; lifli, iplik iplik; kılçıklı.

strip

f. (-ped, -ping) i. soymak, elbisesini çıkarmak; derisini veya kabuğunu soymak; vidanın dişlerini çıkarmak; ineğin sütünü son damlasına kadar sağmak; tütün yaprağının orta damarını çıkarmak; soyunmak; soyulmak. strip mining madenin üstünü kazarak kömür çıkarma metodu. strip off elinden almak; mahrum etmek; soymak.

strip

i., f. uzun ve dar parça; sınır; şerit; dar arazi; resimli hikaye serisi; f. şeritler halinde kesmek.

stripe

i., f. çubuk, yol, çizgi; çizgili kumaş; çoğ. tutuklu kıyafeti; başka renkten tahları ensiz ve uzun parça; biçim, tip; cins, renk; f. yol yol etmek, çizgilerle süslemek. striped s. çizgili, yollu. of the same stripe aynı cinsten.

stripe

i. kamçının darbe yeri, bere; kamçı vuruşu.

stripling

i. delikanlı, genç adam, çocuk.

stripper

i. soyma makinası; soyan kimse; A.B.D., (argo) striptiz artisti.

striptease

i. striptiz.

strive

f. (strove, striven) çalışmak, çabalamak, gayret etmek; çekişmek; uğraşmak.

strobe

bak. stroboscope. strobe light foto, k.dili. elektronik flaş; hızla tekrarlanan elektronik flaş.

strobila

i. (çoğ. -lae) zool. bazı denizanalarının bölünerek ürediği safha.

strobile

i. çam kozalağı. strobiliform s. kozalak şeklindeki.

stroboscope

i. bir kimsenin veya bir şeyin hareketlerini incelemek için kullanılan aralıklı ışık veren alet.

strode

bak. stride.

stroke

i., f. vuruş, darbe; vuruş tesiri; darbe tesiri yapan şey; inme; ani bir gayretle yapılan şey; vuruş sesi; çarpma; kürek çekme tarzı; hamlacı; bölme işareti; kalem vuruşu; okşama; psik. manevi okşama; yüzme çeşidi; f. okşamak; kürekçilere hareket işareti vermek; vurmak. strokesman i., stroke oar hamlacı. stokingly z. okşayarak.

stroll

f., i. gezinmek, ağır ağır dolaşmak; i. gezme, dolaşma. stroll'er i. gezinen kimse; gezici aktör; portatif bebek arabası.

stroma

i. (çoğ., -mata) anat. stroma, temel doku.

stromboli

i. Stromboli.

strong

s. kuvvetli, zorlu, güçlü; metin, sağlam, berk, dayanıklı; sert, keskin; ağır; şiddetli; gayretli; temeli sağlam, esaslı; gram. mastarın sesli harfinin değişmesi ile geçmiş zamanlarım teşkil eden (fiil) (break, broke, broken gibi). strong cheese ağır kokulu peynir. strong constitution sağlam bünye. strong drink sert içki. strong language sert ve ağır sözler; küfür. strong market müsait piyasa. strong meat kabul edilmesi zor olan mesele. an army tenthousand strong on bin kişilik bir ordu. strongly z. kuvvetle, kuvvetli bir şekilde.

strongarm

f., s., k.dili. zor kullanmak; s. zor kullanan.

strongbox

i. kasa.

stronghold

i. müstahkem yer, kale; iyi muhafaza edilmiş mevki.

strongman

i. diktatör; diktatör gibi adam; adaleli adam.

strongminded

s. bildiğinden şaşmaz düşüncesinde kararlı, iradesi kuvvetli.

strongroom

i. hazine odası.

strongwilled

s. kuvvetli iradeli; inatçı.

strontium

i., kim. stronsiyum. strontium 90 atom bombalarının saçtığı uzun tesirli ve zehirli bir radyoaktif madde.

strop

i., f. (-ped, -ping) ustura kayışı, berber kayışı; f. usturayı kayışa sürterek bilemek, kılağılamak.

strophe

i. eski Yunan'da koro üyelerinin sağdan sola doğru hareket ederken okudukları şiir parçası; şiir kıtası, bent; beyit.

strove

bak. strive.

struck

bak. strike; s. grevde. struck measure silme ölçü.

structural

s. bina veya yapıya ait; yapısal; inşaata ait; jeol. yapısal. structural botany yapısal bitkibilimi. structural linguistics yapısal dilbilim. structural steel yapı demiri, inşaat çeliği. structurally z. yapı bakımından.

structure

i., f. yapı, bina; inşaat, yapılış; bünye; f. bütünüyle planlamak; bir bütün olarak düşünmek. structured s., plânlanmış, idare altındaki.

strudel

i. meyvalı turta.

struggle

f., i. çabalamak, uğraşmak, mücadele etmek; canını dişine takarak çatışmak, can havliyle çabalamak; i. çabalama, uğraşma; mücadele, çaba, uğraş.

strum

f. (-med, -ming) i. yaylı sazı tıngırdatmak; i. yaylı sazı tıngırdatma; tellere vurarak çalma.

struma

i. (çoğ. mae) tıb. sıraca illeti; tıb. guatr, guşa; bot. yastık biçimindeki şişkinlik. strumous s., tıb. sıraca veya guatr nevinden.

strumpet

i. fahişe, orospu.

struna

f., bak. string.

strut

f. (-ted, -ting) i. caka satarak yürümek, çalım yaparak gezinmek; desteklemek; i. azametli yürüyüş, çalım, fiyaka kasılma; mim. göğüsleme; payanda.

struthious

s. devekuşuna benzer, devekuşuna ait, devekuşu familyasından.

strychnine

i., kim. striknin, kargabüken özü.

stub

i., f. (-bed, -bing) kesilmiş ağaç gövdesi, kütük; mum dibi; sigara izmariti; kurşun kalemin kullanıldıktan sonra kalan parçası; A.B.D. dip koçanı; küt uçlu şey; f. kökünden sökmek; kökünü çıkarmak; (ayağı) taşa çarpmak. stubby s. güdük; küt; kısa ve sert kıllı; kısa ve kalın; tıknaz, bodur; ağaç kütükleri çok.

stubbed

s. dip parçası olarak kalmış; köke benzer; kütükleri çok; kısa ve küt.

stubble

i. ekin dibi, anız; anızlık; uzamış tıraş. stubbly s. tıraşsız sakal gibi.

stubborn

s. inatçı, direngen, serkeş, dik başlı; sebatkâr, azimli; sert, çetin, müşkül. stubbornly z. inatla, ayak direyerek. stubbornness i. inatçılık.

stucco

i. (çoğ. -coes, -s) f. kum ve kireç ile çimento karışımı dış duvar sıvası; f. bu karışımla sıvamak.

stuck

bak. stick; s. saplanmış; sıkışmış; takılmış; yapışmış. stuck on k.dili. âşık, tutkun, vurgun. get stuck saplanmak; yolda kalmak; batmak.

stuckup

s. k.dili. burnu havada olan, kendini beğenmiş.

stud

i., f. (-ded, -ding) iri başlı çivi; zincir baklasının lokması; gömleğin eğreti düğmesi; bağdadî duvarı tutan direk; f. iri başlı çiviler çakmak; düğme ile süslemek. stud bolt saplama cıvata, çekme cıvatası. stud'work i. iri başlı çivilerle süslü iş. studding i. duvar direkleri; odanın yüksekliği.

stud

i., s. at ahırı, tavla; damızlık atların beslendiği yer; aygır; damızlık erkek hayvan; s. damızlık.

studbook

i. safkan atların şecere defteri.

studdingsail

i., den. cunda yelkeni.

student

i. öğrenci, talebe; uzman. student body bir okul veya üniversite öğrencilerinin tümü. student lamp değişik yönlere çevrilebilen masa lambası. student nurse hemşirelik öğrencisi. student teacher stajiyer öğretmen. studentship öğrencilik; ing. burs.

studfarm

i. hara.

studhorse

i. aygır.

studied

s. iyi mütalâa olunmuş, düşünerek yapılmış, mahsus yapılmış; maksatlı. studiedly z. maksatla, mahsus.

studio

i. stüdyo. studio couch yatak olabilen sedir, açılır kapanır kanepe.

studious

s. çalışkan, ödevcil, gayretli, okumayı sever; dikkatli, hevesli. studiously z. çalışarak, gayretle, dikkatle. studiousness i. çalışkanlık, gayret, dikkat.

study

i. çalışma, okuma, irdeleme, mütalaa; inceleme, araştırma, tetkik; gayret, çalışkanlık; düşünme, tefekkür; dalgınlık; araştırma konusu veya sahası; kalem tecrübesi, alıştırma taslak; müz., etüt; yazıhane; çalışma odası; k.dili. rol ezberleyen kimse. study group araştırma grubu. study hall mütalaa salonu; çalışma saati. His face was a study yüzü görülecek bir haldeydi. in a brown study başka şeylere dikkat etmeyecek derecede düşünceye dalmış. make a study of öğrenmeye veya anlamaya çalışmak.

study

f. okumak, irdelemek, çalışmak, mütalaa etmek; düşünmek; incelemek, araştırmak, tetkik etmek; gayret etmek; tahsil etmek. study up on için ders çalışmak.

stuff

i., f. madde; asıl, esas; k.dili. eşya, ev eşyası; boş laf, saçma; kumaş; ilâç; k.dili. şey, zımbırtı, zırıltı; (argo) hüner; (argo) görev; (argo) para; f. tıka basa doldurmak; doldurmak; dolma yapmak; tıkamak; tıkıştırmak; çok laf ile kafa şişirmek; (seçim sandığını) sahte oylarla doldurmak; dolgunluk vermek; çok yedirmek; tıka basa yemek, tıkınmak. stuff and nonsense baştan aşağı saçma; incir çekirdeğini doldurmayacak şey. Stuff it! (argo) Kes be!. stuffed shirt k.dili. resmiyete önem veren kibirli kimse. house hold stuff ev eşyası. That's the stuffl Bravol Aferin!. stuff'ing i. doldurma, dolgu; vatka; fodra; dolmalık iç, dolma içi.

stuffy

s. havasız, havası bozuk, kapalı; tıkalı (burun); k.dili. kibirli; soğuk, ağır.

stultify

f. aptallaştırmak, aptal gibi göstermek; ket vurmak. stultifica'tion i. aptallaştırma; ket vurma.

stum

i., f. (-med, -ming) üzüm suyu, şıra; f. içine şıra katarak şarabı tazelemek.

stumble

f., i. düşecek gibi olmak, sürçmek, tökezlemek, kösteklenmek, sendelemek; sendeleyerek yürümek; dili sürçmek; günaha girmek; hataya düşmek; i. sürçme, tökezleme, kösteklenme; yanlışlık, hata, yanılgı. stumble across, stumble on, stumble upon rast gelmek, rastlamak, tesadüf etmek. stumble along sendeleyerek yürümek. stumbling block engel, mâni, ket, aksa, çaparız. stumblingly z. sendeleyerek, düşe kalka.

stumblebum

i., A.B.D., (argo) şakın budala, şaşkaloz kimse.

stump

i., f. çotuk, kütük; kesilen uzvun geri kalan parçası, kök; çoğ., k.dili. bacaklar; (kriket) üç hedef sopasından her biri; karakalem resimde kullanılan meşin kalem; siyasi hatiplere mahsus platform; k.dili. meydan okuma; f. kesip kökünü bırakmak; bir şeye çarpmak; k.dili. meydan okumak; k.dili. şaşırtmak; bir yerden bir yere dolaşarak siyasi nutuklar vermek; (kriket) hedefi vurarak birini oyun dışı etmek; topallayarak yürümek. be up a stump âciz olmak; şaşkın bir halde olmak; şaşırıp kalmak. fig apışıp kalmak. take the stump başkası hesabına nutuklar söylemek. stir one's stumps (şaka) yürümek, kımıldanmak.

stumpage

i. kerestelik ağaçlar; ağaçları kesme hakkı.

stumpy

s. kütüklerle dolu; kısa, bodur, tıknaz. stumpiness i. bodurluk .

stun

f. (-ned, -ning) i. sersemletmek; şaşırtmak, afallatmak; şaşkına çevirmek; i. sersemletici darbe; şok; sersemleme, afallama. stun'ner i. sersemletici şey veya kimse; k.dili. akıllara durgunluk veren kimse veya sey, fevkalade kimse.

stung

bak. sting.

stunk

bak. stink.

stunning

s. hayret verici, çok güzel, fevkalade, müstesna; sersemletici. stunningly z. insanın aklını başımdan alacak surette.

stunsail

i., den. cunda yelkeni.

stunt

f., i. büyümesini önlemek, bodur bırakmak; i. büyümede duraklama; bodur hayvan veya bitki.

stunt

i., f., A.B.D., k.dili. hüner gösterisi; maharetli iş; f. hüner gösterisi yapmak. stunt flier hüner gösterisi yapan pilot. stunt man tehlikeli sahnelerde oynayan dublör.

stupe

i., (argo) budala kimse.

stupe

i., tıb. yaraya konulan ilâçlı sıcak bez.

stupefacient ,stupefactive

s., i. sersemletici, uyuşturucu; i. uyuşturucu ilâç.

stupefaction

i. sersemlik; hayret, şaşkınlık; duyumsuzluk.

stupefy

f. hissizleştirmek, uyuşturmak; sersemletmek, şaşırtmak.

stupendous

s. etkileyici, tesirli, harikulade; heybetli, cüsseli, iri yapılı. stupendously z. harikulade bir şekilde.

stupid

s. akılsız ahmak, budala, anlayışsız; saçma, değersiz. stupidly z. budalaca, ahmakça. stupid'ity, budalalık, ahmaklık.

stupor

i. uyuşukluk, baygınlık.

sturdy

s. kuvvetli, dayanıklı, metanetli, sağlam bünyeli; sebatlı azimli. sturdily z. kuvvetle, dayanacak şekilde. sturdiness kuvvetlilik; sebat; gürbüzlük.

sturdy

i. koyunlara mahsus sersemlik illeti.

sturgeon

i. mersin balığı, zool. Acipenser sturio. rock sturgeon kara mersin, zool. Acipenser fulvescens. white sturgeon mersin morinası, zool. Acipenser transmontanus.

sturm und drang

Al. buhran devresi (on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Alman edebiyatında romantizm).

stutter

f., i. pepelemek, kekelemek; i. kekemelik, kekeleme.

stvitussdance

tıb. kore hastalığı.

sty

i., f. domuz ahırı, domuz ağılı; çok pis oda veya ev; f. domuz ahırına kapamak.

sty , stye

i., tıb. arpacık, itdirseği.

stygian

s. cehennemdeki Styx Irmayna ait; cehennemi; ölüm gibi; kasvetli, karanlık.

style

i., f. tarz, üslup, usul; tip, stil; moda; tavır; mil, kalem, güneş saatinin mili; matb. tertip usulü; unvan; takvim usulü; bot. çiçeğin dişilik uzvunun sapı, boyuncuk, stil; f. demek, isimlendirmek, lakap takmak; matb. tutarlı kılmak; model çizmek, yaratmak. style book imlâ ve tertip usullerini gösteren kitap. in style moda olan, modaya uygun. old style (Julian calendar), new style (Gregorian calendar) bak. calendar out of style modası geçmiş, demode olmuş.

stylet

i. küçük hançer; cerrah mili; zool. kıla benzer ince uzuv.

styliform

s. mil şeklindeki.

stylish

s. modaya uygun, şık. stylishly z. modaya uygun olarak. stylishness i. modaya uygunluk.

stylist

i. üslupçu; kitabın üslup ve tertibiyle meşgul kimse; modacı, desinator. stylis'tic s. üsluba ait, üslupla ilgili.

stylite

i. ortaçağda sütun tepesinde yaşayan münzevi kimse.

stylize , ing. -ise

f. üslup kazandırmak, bir üslûba uydurmak; stilize etmek; gelenek haline getirmek. stylized s. geleneğe uygun; suni, tabiata uymayan, stilize.

stylobate

i., mim. sıra halindeki sütunların ortak tabanı, ortak sütun oturmalığı, ortak seki.

stylograph

i. dolmakalem, stilo. stylograph'ic s. sivri uçlu aletle yazılmış. stylog'raphy i. sivri uçlu aletle yazı yazma usulü.

styloid

s. mil şeklindeki, milsi, stiloid. styloid process milsi çıkıntı, stiloid çıkıntı.

stylus

i. (çoğ. -luses, -li) sivri uçlu yazma veya işaretleme aleti; pikap iğnesi; plak yapımında sesi kaydeden iğne.

styptic

s., i. damarları büzücü (ilaç); kan durdurucu (ilâç). styptic pencil şap.

styrax

i. aselbent bot. Styrax.

styrnie

bak. stimy.

styrofoam

i., tic. mark. plastik mantar, suni köpük.

styx

i., Yu., mit. ölüler diyarını kuşatan nehir. cross the Styx ölmek.

suable

s., huk. aleyhinde dava açılabilir. suabil'ity i. aleyhinde dava açma imkânı.

suasion

i. (eski) ikna etme, gönlünü yapma, razı etme.

suave

s. hoş tavırlı, tatlı dilli. suave'ly z. tatlı dille. suav'ity i. tatlı dillilik.

sub

i., k.dili. sub ile başlayan bazı kelimelerin kısası: subaltern, submarine subordinate, subscription, substitute gibi.

sub-

(önek) as ast; alt, aşağı; ikincil; yan; hemen hemen.

subacid

s. ekşice, mayhoş; sertçe.

subagent

i. acente yardımcısı; ikinci mümessil.

subalpine

s. Alp dağları eteklerindeki; bot. orta yükseklikteki dağlarda yetişen.

subaltern

i., man. ikincil önerme.

subaltern

s., i. ast, alt; i., ing., ask. astsubay; ast.

subalternate

s. birbiri arkasından gelen, ardıl, ardışık. subalterna'tion i. birbiri arkasından gelme.

subaqueous

s. su altında bulunan; su altında oluşan; su altında kullanılan .

subarctic

s. yarı arktik, kutup dairesine oldukça yakın.

subassembly

i. montaja hazır çok parçalı kısım.

subatomic

s. atomdan küçük, atom içindeki.

subaudition

i. ifade olunmayan şeyi anlama veya anlatma; ima yoluyla anlaşılan veya anlatılan şey.

subauricular

s. kulak altındaki.

subbase

i., mim. alt temel.

subbasement

i. alt bodrum.

subcaliber

s. topun çapından daha küçük (mermi).

subcartilaginous

s., anat. kıkırdak altındaki; kıkırdağımsı.

subcelestial

s., i. göklerin altında, dünyasal; i. dünyada yaşayan yaratık.

subcellar

i. alt bodrum.

subclass

i., biyol. altsınıf.

subclavian

s., i., anat. köprücük altındaki; köprücük sinirine ait; i. köprücük sinir veya damarı.

subcommittee

i. alt komisyon .

subconseious

s., i. bilinçaltında olan, şuur altındaki; i. bilinçaltı. subeonseiously z. şuur altında; bilinçsizce, şuursuzca, kendinden geçerek. subeonseiousness i. bilinçaltı.

subcontinent

i. bir kıtanın parçası olmakla beraber coğrafi bağımsızlığı olan bölge. the Subeontinent Hindistan.

subcontraet

i., f. alt sözleşme, yan mukavele; f. yan mukavele yapmak. subeontraetor i. taşeron, ikinci üstenci.

subcritieal

s., fiz. kızışma altı.

subculture

i., biyol. bir başka besi yerinden nakledilmiş kültür; sosyol toplum içinde davranışlarıyla farklı bir unsur meydana getiren grup.

subcutaneous

s. deri altındaki; deri altına zerk olunan.

subdivide

f. tekrar bölmek; parsellemek. subdivision i. parsellenmiş arazi; alt bölüm.

subdominant

i., müz. ana notanın üstündeki dördüncü veya altındaki beşinci nota.

subdue

f. zorla itaat ettirmek, boyun eğdirmek; baskı altında tutmak; hafifletmek, yumuşatmak; toprağı tarıma elverişli kılmak. subdu'al i. boyun eğme, razı olma.

subereous , suberie, suberose

s. şişe mantarı gibi, mantara benzer, mantarımsı.

subfamily

i., biyol. altfamilya.

subfloor , subflooring

i. (ev yapımında) tabanın alt ve kaba tahta döşemesi.

subfuse

s. koyu, esmer.

subgenus

i. (çoğ. genera) biyol. altcins.

subglaeial

s. buzulun altında bulunan veya oluşan.

subgroup

i. bir grubun bölümü, ikinci derecede grup; biyol. alttakım.

subhead

i. ikinci derecede yazı başlığı; bölüm başlığı; ikinci müdür.

subhuman

s. insandan aşağı, insanlık aşamasına ulaşamayan.

subindex

i. (çoğ., -diees) mat. satır altına yazılan rakam.

subirrigate

f. yeraltı borularıyla sulamak. subirriga'tion i. toprağın altını sulama.

subito

z., müz. birden, derhal, ani; çabuk.

subj.

kıs. subjeet, subjeetively, subjunetive.

subjacent

s. altındaki; alttaki.

subject

f. hükmü altına almak, itaat ettirmek, boyun eğdirmek, arz etmek, sunmak. subject to maruz kılmak, tesiri altında bırakmak; mahkum etmek mecbur tutmak; tabi kılmak.

subject

i. uyruk, tebaa; kul, bende; maruz olan kimse, hedef; denek; konu; ders, ders konusu; neden; dürtü; gram. özne; müz. esas perde esas makam; fels. özne. subject matter konu, mevzu.

subject

s. buyruk altındaki. subject to idaresi altında, tasarrufunda; bağlı, tabi; maruz, tesiri altında.

subjection

i. hüküm altına alma; tabi olma, itaat, boyun eğme.

subjective

s. öznel; zati kişisel, şahsi; dahili; hayali; gram. nominatif, öznel, subjectively z. öznel olarak. subjectiveness, subjectiv'ity i. öznellik.

subjectivism

i. öznelcilik.

subjoin

f. ilave etmek, eklemek. subjoinder i. ilave, ek.

subjugate

f. boyun eğdirmek, tabi kılmak, itaat ettirmek; zapt etmek, fethetmek; maruz bırakmak. subjuga'tion i. boyun eğdirme.

subjunctive

s., i., gram. şart (kipi).

sublease

i. kiracının bir başkasını kiracı olarak alması; kiracının malın bir kısmım kiraya vermesi.

sublease

f. kiracının kiracısı olmak; kiraya vermek (asıl kiracı tarafından).

sublet

f. (-let, -ting) başkasına kiraya vermek (asıl kiracı tarafından); devretmek.

sublimate

s. i. arınmış, tasfiye edilmiş; yükseltilmiş; yüceltilmiş; i., kim. süblime, aksülümen. corrosive sublimate süblime, biklorit.

sublimate

f., kim. sublimleşmek, sublimleştirmek; arıtmak, tasfiye etmek; psik. bilinçaltına itilmiş yasak güdüleri toplumca kabul edilir şekle yöneltmek, yüceltmek . sublima'tion i. süblimleşme; arıtma; yüceltme, yükseltme.

sublime

s. yüce, ulu, asil; heybetli; son derece güzel, âlâ. Sublime Porte Babıâli. sublimely z. sonderece; asilâne.

sublime

f. yükseltmek, yüceltmek, ulvileştirmek; kim. süblimleşmek, sublimleştirmek; arıtmak, arınmak.

subliminal

s., psik. bilinçaltıyla algılanan.

sublingual

s., anat. dil altında olan. sublingual gland dilaltı bezi.

sublittoral

s. sahile yakın; inme çizgisi ile 40 metre derinlik arasındaki sulara ait.

sublunar , sublunary

s. ayın altında olan, bu dünyada bulunan, dünyasal, arza ait.

submachinegun

hafif makinalı tüfek.

submarginal

s. sınır veya kenar çizgisi altındaki işlenmeye değmez (toprak); biyol. sınır veya kenara yakın.

submarine

s., i. denizaltı; denizaltında yetişen; i. denizalı (gemi). submarine chaser denizaltı avcı botu. submarine mine denizaltı mayını.

submaxilla

i. (çoğ., -lae) anat., zool. alt çene veya alt çene kemiği.

submaxillary

s. alt çeneye veya alt çene kemiğine ait; alt çenedeki tükürük bezlerine ait.

submediant

i., müz. gamda altıncı nota.

submerge

f. batırmak, daldırmak; su ile kaplamak; örtmek; batmak. submergence i. batma, dalma, su altında kalma.

submerse

f. suya batırmak; su ile kaplamak. submersible s. su altında kalabilir. submersion i. su altında bırakma, batırma, batma.

submicroscopic

s. mikroskopla görülemeyecek kadar küçük.

subminiature

s. küçültülmüş bir şeyden daha ufak.

submission

i. teslim olma, boyun eğme, itaat; tevazu, alçak gönüllülük, uysallık; sunuş.

submissive

s. itaatkar uysal, boyun eğen. submissively z. boyun eğerek, uysallıkla. submissiveness i. boyun eğme, itaat etme.

submit

f. (-ted, -ting) teslim etmek, iradesine bırakmak; reyine veya onamasına sunmak; arz etmek ileri sürmek, teklif etmek, söylemek, beyan etmek; teslim olmak, boyun eğmek; itaat etmek. submittal i. teslim olma, boyun eğme; sunuş.

submontane

s dağ eteğindeki.

submultiple

i. tam bölen.

subnormal

s., i. normalden aşağı; i. zekâsı normalin altındaki kimse.

suboceanic

s., jeol. okyanus dibindeki.

suborbital

s. dünya çevresinde tam bir devir yapmayan (uydu, roket); anat. göz çukuru altındaki.

suborder

i., biyol. alttakım.

subordinate

s., i. aşağı alt, küçük, ikincil; tabi; gram. bağlı; i. ast; ikinci derecede memur. subordinate clause gram. bağımlı cümlecik.

subordinate

f. ikinci dereceye koymak; birinin emri altına koymak; tabi kılmak. subordina'tion i. ikinci derecede veya planda olma; itaat, boyun eğme.

suborn

f. aklını çelmek, kışkırtmak, ifsat etmek, ayartmak; huk. yalan yere yemin etmeye teşvik etmek. subornation i. yalancı tanıklığa teşvik.

suboxide

i., kim. içinde en az miktarda oksijen bulunan bir elemanın oksidi.

subplot

i. piyes veya romanda ikinci derecedeki olaylar zinciri.

subpoena , subpena

i., f. mahkemeye davet; f. mahkemeye davet etmek.

subregion

i. bir bölgenin bölümü.

subreption

i. kasıtlı yanıltıcı ifade; huk. hakikati gizleyerek bir ayrıcalık veya mülk elde etme.

subrogate

f. başkasının (bilhassa alacaklının) yerine geçirmek. subroga'tion i. bir kimsenin yerine geçirme veya geçme; huk. alacaklıya olan borcu ödeyerek borçlunun alacaklısı yerine geçme, halefiyet.

subrosa

Lat. el altından, gizli olarak, mahrem olarak.

subscapular

s., anat. kürek kemiği altındaki.

subscribe

f. bir yazının altına yazmak, imzalamak, altına ismini yazmak; imzalayarak onaylamak; teberru etmek; taahhüt etmek; abone olmak. subscribe to abone olmak; imzalayarak onaylamak.

subscript

i. satırın altına yazılmış harf veya rakam.

subscription

i. imza, imza etme; kabul etme; abone; abone ücreti; iştirak taahhüdü. take up a subscription yardım parası toplamak.

subsequencecy

i. arkası gelme, sonradan gelme.

subsequent

s. sonra gelen, sonraki; sonuç olarak izleyen. subsequently z. sonradan.

subserve

f. yaramak, işe yaramak, hizmet etmek; ilerlemesinde yardımcı olmak.

subservience , -cy

i. boyun eğme, köle gibi itaat veya hizmet; yaranma.

subservient

s. boyun eğen, köle gibi itaat veya hizmet eden. subserviently z. boyun eğerek.

subside

f. sakinleşmek, yatışmak; çökelmek; inmek; dibe çökmek, çökmek.

subsidence

i. yatışma; çökme, çökelme.

subsidiary

s., i. yardımcı; ek; bağlı, tabi (şirket); i. yardımcı, muavin; şube, bayi, tabi şirket; müz. ikinci tema. subsidiary company tabi şirket, yan kuruluş.

subsidize , ing. -dise

f. para vermek, açığını dışarıdan gelen yardım ile kapatmak; rüşvet vermek.

subsidy

i. kamu yararına olan bir teşebbüse hükümetçe verilen para yardımı; ing. tar. Parlamento tarafından krala verilen tahsisat; iane, para yardımı.

subsist

f. geçinmek; mevcut olmak, var olmak; yaşamak. subsist in kapsamak, ibaret olmak.

subsistence

i. geçinme; geçinecek şey, nafaka; varlık, vücut, mevcudiyet. subsistent s. var olan, mevcut.

subsoil

i. toprakaltı.

subsolar

s. güneşin tam altındaki; tropikal; dünyasal.

subsonic

s. işitilemeyecek kadar az titreşimli ses dalgalarına ait; ses hızından daha az süratle giden.

subspecies

i., biyol. altcins.

substance

i. madde, özdek, cisim; töz, cevher; esas; hulâsa, öz; kuvvet, sağlamlık; servet, varlık, zenginlik. in substance esasında; özet olarak.

substandard

s. belirli seviyeden aşağı.

substantial

s., i. metin, dayanıklı; değerli, kıymetli; önemli, ehemmiyetli; zengin, varlıklı; özlü, cisimsel; hakiki; i. gerçek. substantially z. esasen, aslında. substantiality, substantialness i. gerçek varlık, hakiki mevcudiyet; sağlamlık; gerçek değer; yücelik, muazzamlık.

substantialism

i., fels. özdekçilik. substantialist i. özdekçi.

substantiate

f. gerçeklemek, kanıtlamak; gerçekleşmek; gerçekleştirmek, tahakkuk ettirmek. substantia'tion i. gerçekleme.

substantive

s., i. mevcudiyet ifade eden; bağımsız, müstakil; dayanıklı; sabit, devamlı; tözel; i., gram. isim.

substation

i. şube.

substituent

i., kim. asıl bileşimde bulunan atomun yerini alan başka atom.

substitute

i., f., bedel; vekil; f. vekil tayin etmek; bedel olarak koymak; vekâlet etmek; yerine geçmek.

substitution

i. başka bir şeyin yerine kullanma; bir başkasının yerine koyma, bir başkasının yerini alma. sub'stitutive, substitutional, substitutionary s. vekâlet kabilinden.

substrate

i. alt tabaka; biyokim. mayadan etkilenmiş madde.

substratosphere

i. stratosfer altı atmosfer tabakası.

substratum

i (çoğ., -s, -ta) temel; alt tabaka; fels. dayanak, asıl sebep.

substruction

i. temel. substructure i. temel toprak altı yapı.

subsume

f. sınıflandırmak; kapsamak, içine almak, ihtiva etmek (sınıf).

subsumption

i. kapsama; kapsam.

subtangent

i., mat. teğet altı.

subtemperate

s. ılıman iklim kuşağının nispeten daha soğuk bölgelerine özgü.

subtenant

i. kiracının kiracısı. subtenancy i. kiracının bir diğerine kiralaması.

subtend

f., geom. karşısında bulunarak iki ucunu birbirine raptetmek (kavis veteri); bot. taşımak (tomurcuk). subter- (önek) altında.

subterfuge

i. kaçamak, bahane.

subterranean

, neous s. yeraltı; gizli, saklı.

subtile

s. ince, narin; keskin; yaygın; kurnaz; ince.

subtilize

f. inceltmek, incelik vermek; ince farklarını gözetmek.

subtitle

i. ikincil başlık; sin. altyazı.

subtle

s. kurnaz, hilekâr; ince; mahir, usta; gizli. subtly z. incelikle; mahirâne, ustaca; kurnazca.

subtlety

i. incelik; kurnazlık, şeytanlık, hilekarlık; zekâ, cin fikirlilik.

subtract

f. çıkarmak, hesaptan düşmek. subtrac'tion i. çıkarma subractive s. eksiltici; mat. eksi işareti olan.

subtrahend

i., mat. çıkan, bir sayıdan çıkarılacak sayı.

subtreasurer

i. veznedar yardımcısı. subtreasury i. veznedarlık şubesi

subtropic , -ical

s. astropikal. subtropics i., çoğ. astropika.

subulate

s., biyol. biz şeklindeki, sivri uçlu.

suburb

i. varoş, dış mahalle; çoğ. şehir civarı, banliyö. suburban s. varoşta olan, kenar mahallede oturan; banliyöye ait. suburban train banliyö treni.

suburbanite

i. dış mahallede oturan kimse.

suburbia

i. dış mahallede oturanların toplum hayatı.

subvene

f. desteklemek, yardımına yetişmek; araya girmek.

subvention

i. imdadına yetişme, vardım; devletten alınan tahsisat.

subversion

i. yıkma, devirme, altüst etme, tahrip; harap olma; yıkılma, devrilme; ifsat, bozulma. subversive s. tahrip edici, yıkıcı, altüst eden.

subvert

f. altüst etmek, harap etmek; devirmek, yıkmak; bozmak, ifsat etmek.

subway

i., A.B.D. metro; tünel.

succedaneum

i., (çoğ., -s, -nea) vekil; bedel.

succeed

f. başarmak, muvaffak olmak, becermek; izlemek, takip etmek; halefi olmak; halef selef olmak, yerine geçmek veya oturmak; vâris olmak; tahta vâris olmak.

succes destime

Fr. halk tarafından tutulmayıp kritiklerce övülen başarı.

success

i. başarı, muvaffakiyet; başarılı şey veya kimse.

successful

s. başarılı, muvaffakıyetli. successfully z. başarıyla, muvaffakıyetle. successfulness i. başarılılık.

succession

i. ardıllık; silsile, dizi, sıra; birbiri arkasından gelen şeyler; vekâlet, yerine geçme; yerine geçme hakkı döl döş.

successive

s. ardıl, birbirini ileyen, müteakıp, silsile halindeki. successively z. sıra ile, birbiri arkasından.

successor

i. halef, ardıl, vâris.

succinct

s. az ve öz, muhtasar, kısa; biyol. ipek iplik ile çevrilip tutulmuş. succinctly z. kısaca. succinctness i. az ve öz olma.

succinicacid

kim. kehribar asidi, suksin asidi.

succor , ing succour

f., i. yardım etmek, imdadına yetişmek, sıkıntıdan kurtarmak; i. yardım, imdat; imdada yetişen kimse.

succory

i. hindiba, bot. Cichorium intybus.

succotash

i. fasulye ve mısır haşlaması.

succoth

bak. Sukkoth.

succubus

i. (çoğ., -bi, -buses) ifrit, şeytan; mit. geceleyin kadın şeklinde erkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan dişi şeytan.

succulent

s. özlü; bot. etlenmiş, körpe ve sulu; dolgun, yararlı fikirlerle dolu. succulence, -cy i. körpe ve sulu olma, özlülük. succulently z. sulu sulu.

succumb

f. yenilmek, mağlup olmak, dayanamamak; ölmek.

succuss

f. şiddetle sarsmak; tıb. göğsünde su olup olmadığını anlamak için sarsmak. succussion, succussation i., tıb. sarsma.

such

s. bunun gibi, böyle, şöyle, öyle. such and such filan. such a one filan kimse; öyle biri ki. such as gibi, meselâ, örneğin. such as it is her nasılsa, kötü veya değersiz olmakla beraber. as such böyle olmak sıfatıyla, bu sıfatla, haddi zatında; sadece.

suchlike

s., zam. benzeri, bunun gibi; zam. böylesi.

suck

f., i. emmek, massetmek; içine çekmek, soğurmak; sorumak; içmek, çekmek, almak; emer gibi içine çekmek; (argo) yetmemek, eksik gelmek; i. emme, emiş, mas; emilen şey; yudum, içim; ana sütü; anafor. give suck emzirmek.

sucker

i., f. emen şey veya kimse; meme emen çocuk veya hayvan; sazana benzer tatlı su balığı; zool. emici uzuv; tulumba pistonu; emici boru; kökten ayrılarak kendi başına büyüyen fidan, piç; A.B.D., (argo) enayi kimse; emilerek yenen çubuklu şeker; f. piçleri budamak; kökün yanından filiz sürmek.

suckle

f. emzirmek, meme vermek; meme emmek. suckling i. memede olan çocuk veya hayvan.

sucre

i. Sucre, Bolivya'nın başkenti.

sucrose

i., kim. sakaroz.

suction

i. emme. suction pump adi tulumba, emme basma tulumba. suction stroke emme devresi.

suctorial

s., zool. emerek beslenen veya yapışan, emici veya yapışıcı uzvu olan.

sudan

i. Sudan. Sudanese s., i. Sudanlı.

sudarium

i. (çoğ. -daria) ter silmeye mahsus mendil; efsaneye göre çarmıha gerilmeye götürülürken Hazreti İsa'nın terini sildiği ve üzerinde yüzünün resmi kalan mendil.

sudatorium

i. (çoğ. -ia) hamamlarda terleme odası.

sudatory

s., i. terleyen; terletici, ter döktürücü; i. sıcak hamam veya banyo; terletici madde.

sudd

i. Nil'de trafiğe engel olan su üstünde yüzen bitkiler.

sudden

s. apansız, birdenbire çıkan, ani. sudden death ani ölüm; (spor) beraberlik durumunu çözmek için neticeyi bir puana bağlama; neticeyi bir yazıtura atışıyla halletme. all of a sudden ansızın, birdenbire, aniden. suddenly z. birdenbire, ansızın. suddenness i. birdenbire vaki olma.

sudor

i. ter. sudoriferous s., tıb. terleten, terletici; ter sızdıran.

sudorific

s., i., tıb. terletici (ilâç).

suds

i., çoğ. köpüklü sabun suyu, sabunlu su; köpük; (argo) bira. suds'y s. köpüklü.

sue

f., huk. dava açmak; talep etmek, istemek; yalvarmak, rica etmek.

suede

i. suet, podusüet.

suet

i. sığır veya koyun içyağı. suety s. içyağı karışık, içyağına benzer.

suez

i. Süveyş. Suez Canal Süveyş Kanalı.

suffeance

i. göz yumma, müsamaha; tahammül, dayanma, sabır. on sufferance zarar vermemek şartıyla.

suffer

f. ıstırap çekmek; tutulmuş olmak, müptela olmak; cezasını çekmek; idam olunmak; cefa çekmek; (eski) katlanmak, tahammül etmek; müsaade etmek, izin vermek, bırakmak. sufferer i. ıstırap çeken kimse.

sufferable

s. çekilebilir, dayanılabilir, tahammül edilebilir. sufferably z. tahammül edilebilir şekilde.

suffering

i., s. ıstırap, elem, acı, keder; s. ıstırap çeken; mazlum.

suffice

f. kafi gelmek, yetişmek, el vermek, yetmek. suffice it to say şu kadarını söylemek yeter ki.

sufficiency

i. yeterlilik, kifayet, elverişlilik.

sufficient

s. kâfi, yeterli; elverişli, uygun, münasip. sufficiently z. kâfi derecede.

suffix

i., gram. sonek, sontakı.

suffix

f. bir kelimenin sonuna ek koymak.

suffocate

f. boğmak, nefesini kesmek; bastırarak söndürmek; boğulmak, nefes alamamak. suffocating s. bunaltıcı, boğucu. suffoca'tion i. boğulma bunalma.

suffragan

s., i. yardımcı (piskopos).

suffrage

i. oy kullanma hakkı; oy kullanma; tasvip tasdik onay.

suffragette

i. kadınların oy kullanma hakkını savunan kadın.

suffragist

i. oy kullanma hakkı taraftarı.

suffumigate

f. aşağıdan tütsülemek. suffumigation i. alttan tütsüleme.

suffuse

f. etrafa yayılmak, kaplamak; boya vermek, renk vermek. suffusion i. yayılma; kızartı.

sufi

i. sofi, gizemci mutasavvıf.

sufism

i. islâm gizemciliği, tasavvuf.

sugar

i., f. şeker; tatlı söz, kompliman; (argo) şekerim; f. şeker katmak; tatlı sözlerle yumuşatmak veya hafifletmek; A.B.D. akça ağaçtan şeker çıkarmak; şekerlenmek. sugar beet şeker pancarı bot. Beta saccharifera. sugar bowl şekerlik, şeker kâsesi. sugar candy akide şekeri. sugar cane şekerkamışı, bot. Saccharum officinarum. sugar daddy A.B.D., (argo) arkadaşlık ettiği genç kıza hediyeler yağdıran yaşlı ve zengin adam. sugar diabetes tıb. diyabet, şeker hastalığı. sugar loaf kelle şekeri; konik tepe. sugarmaple, sugar tree özünden şeker çıkarılan isfendan akçaağaç, bot. Acer saccharum. sugaring off isfendan özünü kaynatarak bir cins pekmez yapma; bu işin yapılması için tertiplenen ziyafet. burnt sugar yakılmış şeker. castor sugar ing. tozşeker. lump sugar kesme şeker.

sugarcoat

f. şekerle kaplamak; ballandırmak.

sugarcured

s. şekerle konserve edilmiş (domuz eti).

sugarplum

i. şekerleme, bonbon; rüşvet .

sugary

s. şekerli, şekere benzer, şeker gibi; fazla nazik. sugariness i. şekerlilik; şekerlenmiş olma.

suggest

f. öne sürmek ileri sürmek; hatıra getirmek; ima ve ihtar suretiyle bildirmek veya söylemek; telkin etmek; fikir vermek, teklif etmek, ortaya atmak; imada bulunmak, fikir beyan etmek.

suggestible

s. teklif edilebilir; kolaylıkla tesir altında kalan. suggestibility i. kolaylıkla tesir altında kalma.

suggestion

i. ima, ihtar, fikir verme, teklif; ima ve ihtar olunan şey; telkin. suggestion box şikayet kutusu.

suggestive

s. manalı imalı; müstehcen. suggestively z. imalı bir şekilde. suggestiveness i. manalılık.

suhly

f., i. kirletmek, lekelemek; kirlenmek, lekelenmek; i. kir, leke.

suicidal

s. intihar kabilinden; yok edici suicidally z. intihar etmeye meyilli olarak.

suicide

i., f. kendini öldürme, intihar; kendi emel veya gayelerini yıkma; intihar eden kimse; f. k.dili. intihar etmek. suicide seat otomobilde şöförün yanındaki yer.

suigeneris

Lat. emsalsiz, eşsiz, yegâne, tek.

suijuris

Lat., huk. tam ehliyetli ve reşit.

suint

i. lanolin.

suit

i., f. takım elbise tayyör, kostüm; mayo; dava hukuk davası; iskambilde takım; kur; f. uydurmak; uygun gelmek; işini görmek, memnun etmek, hoşuna gitmek; uymak olmak; birinin işine gelmek. follow suit iskambilde takıma uymak. pay suit kur yapmak. press one's suit sevgisini belirtmek.

suitable

s. uygun, münasip, yerinde . suitabil'ity, suitableness i. uygunluk. suitably z. uygun bir şekilde, yerinde.

suitcase

i. valiz bavul.

suite

i. takım; daire; oda takımı; maiyet; müz. süit.

suiting

i. takım elbiselik veya tayyörlük kumaş.

suitor

i. âşık, bir kıza talip erkek; huk. davacı.

sukiyaki

i. Japonya'da sofrada pişirilen bir çeşit türlü.

sukkoth

i. Musevi dininde Çardaklar Bayramı.

sulcate

s., biyol. dar ve derin olukları olan, yivli. sulca'tion i. olukluluk; oluk.

sulcus

i. (çoğ. -ci) anat. oluk. (süleyman')

suleiman the magnificent

Kanuni Sultan Süleyman

sulfa-, sulpha-

(önek), kim. kükürt, kükürtlü.

sulfadrug

kim. sulfa ilacı.

sulfate

i., kim. sulfat.

sulfide

i., kim. sulfid.

sulfite

i., kim. sulfit.

sulfur , sulphur

i. kükürt, kıs. S ;lahana kelebeğine benzer sarı bir kelebek. flowers of sulfur kükürtçiçeği.

sulfurbottom

i. gök balina, zool. Sibbaldius musculus.

sulfureous

s. kükürtlü, kükürt gibi. sulfureously z. kükürtlü olarak.

sulfuret

f. (-ed, -ing; -ted, -ting) i. kükürtle karıştırmak, içine kükürt katmak; i. sülfid. sulfuretted hydrogen kükürtlü hidrojen.

sulfuric

s., kim. kükürtlü. sulfuric acid sülfurik asit, zaçyağı, karaboya.

sulfurize

f. kükürt katmak, kükürtlemek.

sulfurous

s. kükürtlü, kükürtten elde edilmiş; ateşli, hararetli, cehennemsi.

sulfury

s. kükürte benzer, kükürt kokulu.

sulk

f., i. somurtmak, surat asmak, küsmek; i., gen., çoğ. somurtma; küskünlük; somurtkanlık.

sulky

s. küsmüş, aksiliği tutmuş, asık yüzlü, suratlı; kasvetli. sulkily z. asık suratla. sulkiness i. asık suratlılık.

sulky

i. tek kişilik iki tekerlekli ve tek atlı hafif araba. sulky plow oturacak yeri ve tekerlekleri olan pulluk.

sullage

i. suyun bıraktığı çamur, mil; kir, pislik; cüruf.

sullen

s. somurtkan, asık yüzlü, suratlı; ters, huysuz, melankolik, yüzü gülmez; kasvetli; için için kaynayan. sullenly z. somurtarak, asık yüzle. sullenness i. somurtkanlık, asık yüzlülük; kasvet.

sulpha-

bak. sulfa.

sulphur

bak. sülfür.

sultan

i. sultan, padişah; Türkiye asıllı ayakları tüylü ve beyaz tepeli bir çeşit paçalı tavuk. sultanate i. sultanlık padişahlık.

sultana

i. hanım sultan, sultan karısı, kızı veya kız kardesi, valide sultan; sarayda cariye; İzmir'in çekirdeksiz kuru üzümü, sultani. sultaness i. sultan karısı veya validesi.

sultry

s. sıcak, boğucu, bunaltıcı, rutubetli, durgun; tutkulu, ihtiraslı. sultriness i. sıcak ve rutubetli oluş; ihtiras.

sum

i., f. (-med, -ming) toplam, yekun, mecmu, tutar, meblâğ; problem; en fazla miktar; doruk; özet, hülasa, öz; f. toplamak, yekun çıkarmak. sum up özetlemek, hülasa etmek; hüküm vermek. a good round sum büyük bir meblâğ. a lump sum toptan para. a sum of money bir miktar para. good at sums iyi hesap bilir, hesabı kuvvetli. in sum uzun sözün kısası, kısacası, velhasıl. the sum and substance of it hulâsa edersek, kısacası.

sumach

i. sumak, somak, bot. Rhus coriaria; kurutulmuş sumak yaprağı tozu.

sumatra

i. Sumatta.

sumerian

s., i. Sumer; Sümerce.

summacum laude

Lat. iftihar derecesi ile verilen (diploma).

summand

i. toplanılan rakamlardan her biri.

summarize , ing. -rise

f. özetlemek, hülâsa etmek.

summary

s., i. özlü, kısa, acele, derhal yapılan; i. özet, hulâsa. summary proceeding acele muhakeme usulü. summarily z. resmi muameleyi beklemeden; süratle.

summation

i. toplama; özet, hülâsa.

summer

i., f., s. yaz, yaz mevsimi; f. yazı geçirmek; yaz esnasında bakmak veya beslemek; s. yazlık. summer school yaz okulu. summer squash kabak. summer theater A.B.D. yazın sayfiyede oynayan tiyatro. summer time yaz saati. Indian summer pastırma yazı. summery s. yaza mahsus, yaz gibi.

summer , summertree

i., mim. tabanın ana kirişi.

summerhouse

i. kameriye, çardak. summersault bak. somersault.

summertime

i. yaz.

summit

i. tepe, doruk, zirve, evç, en yüksek nokta veya derece. summit meeting zirve konferansı.

summon

f. çağırmak, çağırtmak, emirle davet etmek, celp etmek; düşmanı teslim olmaya davet etmek. summon up toplamak (kuvvet); teşvik etmek.

summons

i (çoğ.-es) resmi emirle davet, celp etme, çağırtma; çağrı, davetiye, mahkeme celpnamesi; ask. teslim çağrısı.

summumbonum

Lat. en iyi.

sump

i. maden ocağının dibinde su birikintisine mahsus kuyu; lağım çukuru; bir kazıya başlamadan evvel tecrübe veya yoklama kabilinden kazılan tünel; oto. yağ karteri.

sumpter

i. yük beygiri.

sumptuary

s. sarfiyata ait masraflarla ilgili, masrafları sınırlayan. sumptuary law masrafları sınırlayan kanun; din veya ahlâka dayanarak özel hayatı düzenleyen kanun.

sumptuous

s. masraflı, tutumsuz; muhteşem, tantanalı, zengin. sumptuously z. muhteşem bir şekilde.

sun

i., f (-ned, -ning) güneş; güneş ışığı; güneşli yer; gün, gündoğumu; (şiir) yıl, sene; şaşaalı şey; peykleri olan yıldız; f. güneşlendirmek; güneşlenmek. sun bath güneş banyosu. sun compass kutuplarda kullanılan ve güneş ışınlarıyla işleyen pusula. sun dance yaz başında güneşe tapma dansı. sun deck güneş banyosu yapmaya elverişli güverte veya balkon. sun disk güneş kursu. sun god güneş tanrısı. sun lamp morötesi ışınları veren elektrik lambası; sin. çok kuvvetli lamba. sun parlor cam duvarlı ve güneşli oda. sun roof güneş banyosu yapmaya elverişli dam; arabanın güneşli havalarda açılabilir üst kısmı. sun tan güneşte bronzlaşma. sun tans ask. yazlık hâki üniforma. sun worshiper güneşe tapan kimse. a place in the sun uluslararası politikada söz sahibi olma; tanınma. under the sun dünyada, yeryüzünde.

sun-bathe

f. güneş banyosu yapmak.

sun-cured

s. güneşte kurutulup konserve yapılmış (et).

sun-dry

f. güneşte kurutmak.

sun-proof

s. güneş geçirmez.

sunbeam

i. güneş ışını.

sunbonnet

i. güneş şapkası.

sunbow

i. su serpintisi içinde görülen gökkuşağı.

sunburn

i., f. güneş yanığı; f. güneşten yanmak.

sunburst

i. genellikle bulutlar arasından yayılan şiddetli güneş ışığı; güneş şeklindeki mücevherat.

sundae

i. üstü ceviz, meyve ve ağdalı şurup ile kaplanmış dondurma, peşmelba.

sunday

i. pazar günü. Sunday school kilisede pazar günü din dersleri verilen okul. a month of Sundays k.dili. uzun müddet. Sunday-go-to- meeting s., k.dili. en iyi, bayramlık.

sunder

f., i. ayırmak, koparmak, ayrı bırakmak, bölmek; kopmak, ayrılmak; i. ayırma; kopma. cut in sunder, cut asunder parçalara ayırmak.

sundew

i. güneş gülü, bot. Drosera.

sundial

i. güneş saati.

sundog

i. yalancı güneş, güneşin hayali.

sundown

i. güneş batması, gurup, akşam; geniş kenarlı kadın şapkası.

sundowner

i., k.dili. serseri kimse; Avustralya'da dilenci serseri; (argo) çok sıkı disiplinli gemi süvarisi.

sundried

s. güneşte kurutulmuş.

sundries

i., çoğ. ufak tefek şeyler.

sundrops

i. (çoğ. -drops) akşam çuhaçiçeği, bot. Oenothera.

sundry

s. çeşitli, ufak tefek, türlü türlü; bazı, birtakım.

sunfast

s. güneşte solmayan.

sunfish

i. (çoğ. -fish, -fishes) ay balığı, pervanebalığı, zool. Mola mola; güneş balığı.

sunflower

i. ayçiçeği, gün çiçeği, günebakan, bot. Helianthus annuus.

sung

bak. sing.

sunglass

i. büyüteç, pertavsız.

sunglasses

i., (çoğ.) güneş gözlüğü.

sunglow

i. tan, fecir; güneşin ısıtıcı ışığı.

sunk

f., bak. sink. sunk fence hendek içinde saklı bahçe duvarı.

sunken

s. su içine gömülmüş; bir yüzey altında olan; etrafından daha alçak seviyede olan; çökmüş.

sunless

s. güneş görmeyen, güneş almayan; kasvetli.

sunlight

i. güneş ışığı.

sunlit

s. güneşli.

sunn

i., sunn hemp bir cins kenevir, bot. Crotalaria juncea.

sunna , sunnah

i. sünnet, farz.

sunni

i. Sünnilik.

sunnite

i. Sünni.

sunny

s. güneşli; güneş gibi; neşeli. sunny side güneşli taraf; (bir işte) iyi cihet, ümit verici yön. sunny side up çevrilmeden pişirilen (tavada yumurta).

sunrise

i. gündoğumu, güneş doğuşu; sabah.

sunroom

i. bol pencereli ve güneşli oda.

sunscald

i. bitkilerde görülen fazla güneşten ileri gelen hastalık.

sunscorch

i. bitkilerin fazla güneşten kavrulması.

sunset

i. günbatımı, güneş batması, gurup; akşam; günbatımında gök renkleri; çöküş devri, gerileme devri.

sunshade

i. güneş siperliği, güneşlik; güneş şemsiyesi; tente.

sunshine

i. güneş ışığı; güneş; güneşin ısıtıcı ışığı; neşelilik.

sunspot

i. güneş lekesi.

sunstone

i. yıldıztaşı.

sunstroke

i. güneş çarpması.

sunup

i., A.B.D. gündoğumu.

sunward

z., s. güneşe doğru (olan). sunwards z. güneşe doğru.

sunwise

z. güneşin hareket ettiği yönde.

suo jure

Lat. kendi salâhiyetiyle.

suomi

i. Finlandiya.

sup

f. (-ped,- ping) i. yudum yudum içmek, yudumlamak; i. yudum.

sup

f. (-ped,- ping) akşam yemeğini yemek.

sup

kıs. above, superior, supplement.

super

(önek) üstün, üzerinde, fevkinde, fazlasıyla.

super

i., (argo) tiyatroda önemsiz rollere çıkan oyuncu.

super

i., s. üstün kalite, ekstra cins; mücellithanede kullanılan pamuk takviye bezi; tic. âlâ derece, âlâ derecede olan şey; s., (argo) üstün.

superable

s. yenilmesi mümkün, galebe çalınabilir, hakkından gelinebilir, çaresi bulunabilir, atlatılabilir. superably z. hakkından gelinebilecek şekilde.

superabound

f. fazlasıyla bulunmak, pek çok miktarda bulunmak.

superabundance

i. aşırı bolluk.

superabundant

s. pek çok, mebzul, bol, taşkın. superabundantly z. pek bolca.

superadd

f. daha da ilave etmek, yeniden katmak.

superannuate

f. yaşlılık veya yetersizlik sebebiyle işten çıkarmak, emekliye ayırmak; geçersiz diye çıkarmak. superannuated s. emekli; eskimiş; kullanılmaz hale gelmiş; modası geçmiş. superannua'tion i. emeklilik; emekli maaşı.

superb

s. muhteşem, görkemli; âlâ, nefis, enfes; zengin, zarif. superbly z. muhteşem bir şekilde; tam.

supercargo

i. şilepte mal sahibi tarafından tayin olunan satış memuru.

supercarrier

i. çok büyük uçak gemisi.

supercharge

f., i. kompresörle güçlendirmek; fazla yüklemek; i. fazla yük.

supercharger

i. kompresor.

superciliary

s. kaşa ait; kaşın üstündeki.

supercilious

s. mağrur, kibirli. superciliously z. kibirle. superciliousness i. kibir, gurur.

superconductive

s., fiz. aşırı soğukken elektrik akımını dirençsiz olarak geçirebilen.

supercool

f. (bir sıvıyı) donma derecesinin altında dondurmadan soğutmak.

superduper

s., (argo) âla, en iyi, slang. kıyak.

superego

i., psik. süper ego.

supereminent

s. çok üstün. supereminence i. aşırı üstünlük. supereminently z. büyük üstünlükle.

supererogate

f. görevinden fazla iş görmek. supereroga'tion i. vazife dışında iş yapma, fuzulî iş görme. supererogatory s. asıl görevden fazla veya ayrı; lüzumsuz, fuzuli.

superfamily

i., biyol. üst familya.

superfetation

i. gebe hayvanın doğurmadan evvel bir daha gebe kalması.

superficial

s. yüzeyde kalan, satha yakın veya satıhta olan; sathi, yüzeysel, üstünkörü, yarım yamalak. superficiality, superficialness i. yüzeyde kalış, sathilik. superficially z. görünüşte, üstünkörü bir şekilde.

superficies

i. satıh, yüzey.

superfine

s. son derece güzel; pek ince, çok zarif.

superfluid

i., fiz. mutlak sıfırın bir derece üstündeki sıvı hali.

superfluous

s. fazla, lüzumsuz, gereksiz. superflu'ity, superfluousness i. fazlalık, aşırı bolluk. superfluously z. çok fazla.

superfuse

f. bir şeyin üzerine dökmek; dökülmek.

superheat

f. fazla ısıtmak; ısıtıp sabit olmayan bir hale getirmek.

superheavy

s., i. üstün ağırlıklı (eleman).

superhigh frequency

3000 ile 30000 arasındaki megasikl şeridiÇ

superhighway

i. otoban, sürat yolu.

superhuman

s. insanüstü.

superimpose

f. bir şeyin üzerine koymak; bir şeye ilave etmek. superimposi'tion i. bir şeyin üzerine koyma veya ilâve etme.

superimpregnation

bak. superfetation.

superincumbent

s. başka bir şeyin üzerine dayanan.

superinduce

f. başka bir şeye ilaveten meydana getirmek, ek olarak katmak.

superintend

f. bakmak, nezaret etmek, yönetmek, idare etmek, kontrol etmek. superintendence i. bakma, yönetme, yönetim. superintendency i. müdürlük, yöneticilik; yönetim.

superintendent

i., s. yönetici, müdür, şef, idare memuru; s. yönetimsel; yöneten.

superior

s., i. daha yüksek, âlâ, üstün, faik; olağanüstü; (to ile )fevkinde, daha üstün; üstünlük taslayan; bot. üst tarafında bulunan, üst; i. üstün derecede olan kimse; manastırda baş rahip; matb. satırdan yukarı basılmış rakam veya harf. superior court A.B.D. temyiz mahkemesi. superiority i. üstünlük.

superjacent

s. üstte olan, kaplayan, örten.

superlative

s., i. en yüksek; mükemmel, eşsiz, üstün; gram. enüstün; fazla; i. en yüksek derece veya miktar; gram. en üstünlük. talk in superlatives abartmak, mübalâğa etmek. superlatively z. en üstün derecede. superlativeness i. fevkaladelik, üstünlük.

superman

i. üstün insan.

supermarket

i. süper market, büyük mağaza.

supernal

s. göksel, semavi; ilâhi; yüksek.

supernatant

s. suyun üstünde yüzen.

supernational

s. bütün insanlığı kapsayan, milletler üstü.

supernatural

s. doğaüstü, tabiatüstü; harikulade, mucize kabilinden. supernaturalism i. doğaüstü olma; doğaüstü güce inanma. supernaturally z. doğaüstü kuvvetlere dayanarak.

supernormal

s. normal üstü.

supernumerary

s., i. fazla, zait; lüzumundan fazla; i. gerekli sayıdan fazla olan kimse; (tiyatro) önemsiz rollere çıkan oyuncu.

superphosphate

i. süper fosfat gübre.

superpose

f. üstüne koymak; geom. üst üste gelecek şekilde koymak. superposi'tion i. üstüne koyma.

superpower

i. süper devlet; geniş kapsamlı elektrik şebekesi.

supersaturated

s. fazla doymuş.

superscribe

f. üstüne yazmak; zarf üstüne adres yazmak. su'perscript s., i. üste yazılan; i. satırın üstüne yazılan küçük harf veya rakam; mat. satır yukarısına yazılı kuvvet veya türev gösteren işaret. süperscrip'tion i. bir şeyin üstündeki yazı; serlevha, başlık; kitabe; üstüne yazma; ecza. reçetenin başındaki alınız'' yazılı kısım.

supersede

f. yerine geçmek, yerini almak; yerine başkasını koymak; yerine başka bir şey koyarak iptal etmek.

supersedeas

i., huk. aşağı bir mahkeme kararının icrasını durduran yüksek mahkeme emri.

supersonic

s. süpersonik, sesten hızlı. supersonics i. süpersonik ilmi, sesten hızlı olguları inceleyen bilim dalı. supersonic transport süpersonik araç.

superspace

i. bütün üç boyutlu yerlerinin nokta olduğu ileri sürülen matematiksel uzam.

superstar

i. çok güçlü radyo dalgaları gönderen gökcismi; as, mesleğinde üstün olan kimse.

superstate

i. birkaç bağımlı memleketi idare eden memleket.

superstition

i. batıl itikat, hurafe, boş inan.

superstitious

s. batıl itikat kabilinden; batıl itikatlı, boş şeylere inanan. superstitiously z. batıl inançlara saplanarak. superstitiousness i. batıl inançlılık.

superstratum

i. üst tabaka.

superstruct

f. bir şeyin üzerine bina etmek.

superstructure

i. temel üzerine kurulan bina, ilâve kat; zemin katı üzerinde bulunan binanın tümü; üst yapı; üst kademe; ilişkiler; demiryolunun taş zemini üstünde bulunan travers veya ray; den. palavra üstündeki yapı kısımları.

supertax

i. munzam vergi.

supervene

f. takip etmek, izlemek, arkasından gelmek; sonra meydana gelmek.

supervise

f. denetlemek, teftiş etmek, nezaret etmek; idare etmek, bakmak. supervi'sion i. denetleme, nezaret, murakabe; idare. supervisor i. müfettiş, denetçi. supervi'sory s. denetçiye özgü; denetimsel; denetleyici, teftiş edici.

supinate

f., anat. el ayasını yukarıya döndürmek. supina'tion i. el ayasını yukarıya döndürme. supinator i., anat. supinator, el bileğini dışarıya döndürücü adale.

supine

i. Latince'de -i veya -den halindeki isim-fiil.

supine

s. sırt üstü yatmış; yatay durumdaki, meyilli; kaygısız; miskin, enerjik olmayan. supinely z. kaygısızca; miskinlikle. supineness i. kaygısızlık; miskinlik.

supp.

kıs. supplement.

supper

i. akşam yemeği; yemekli gece toplantısı.

supplant

f. ayağını kaydırıp yerine geçmek, yerini kapmak.

supple

s., f. yumuşak, kolayca eğilip bükülebilir, elastiki, esnek; uysal, yatkın, başkalarının suyuna giden; f. yumuşatmak. suppleness i. esneklik, elastikiyet.

supplement

i., f. ilâve, ek; zeyil; mat. bütünler açı; f. ilâve etmek, eklemek; doldurmak. supplemen'tal, supplemen'tary s. ilâve olan, bütünleyici; mat. bütünleyen, tamamlayan. supplementa'tion i. ekleme, ek, ilave, zeyil.

suppliance

i. rica, niyaz, yalvarış.

suppliant,supplicant

s., i. rica ve niyaz eden, yalvaran (kimse).

supplicate

f. rica ve niyaz etmek, yalvarmak; dua ederek yakarmak. supplicatingly z. yalvararak. supplica'tion i. yalvarış, yakarış, niyaz. supplicatory s. yalvarış kabilinden; niyaz eden.

supplier

i. sağlayan kimse; ihtiyacı karşılayan şey; tedarik eden firma.

supply

f., i. sağlamak, tedarik etmek, temin etmek; ihtiyacı karşılamak; tatmin etmek; telafi etmek, yerini doldurmak; bir makamı işgal etmek; i. tedarik, teçhiz; mevcut; gen. çoğ. erzak, gereç, levazım, malzeme; vekil. cut off the supplies gerekli ihtiyaç maddelerini kesmek. in short supply kıt, yetersiz. law of supply and demand arz ve talep kanunu.

supply

z. esnek olarak, kendini duruma uydurarak.

support

f., i. desteklemek; tahammül etmek, götürmek, dayanmak, tutmak, kaldırmak, çekmek; kuvvet vermek, cesaret telkin etmek; beslemek, geçindirmek; masrafını vermek; devam ettirmek; ispat etmek, teyit etmek; savunmak, müdafaa etmek; yardım etmek, tutmak, iltizam etmek; tutmak, düşürmemek; sabretmek, katlanmak; (tiyatro) yardımcı rolde oynamak; i. destekleme, tutma, düşmesine engel olma; destek olan kimse veya şey; destek, dayanak, mesnet, yatak; geçim.

supportable

s. çekilir, tahammül edilebilir; ispat edilebilir.

supporter

i. taraftar; yardımcı; jartiyer; askı; bileklik.

supportive

s. destekleyici; yardımcı; ispat etme hususunda faydalı. supportive therapy psik. hastaya problemlerinde yardımcı olarak yapılan psikoterapi; tıb. hastanın genel sıhhat durumunu kuvvetlendirerek hastalık bulgularının ortadan kaldırıldığı tedavi usulü.

supposable

s. tasavvuru mümkün.

suppose

f. zannetmek, farz etmek; doğru olduğunu kabul etmek; tasavvur etmek, düşünmek; tahmin etmek. Suppose he doesn't come. Farz edelim ki gelmedi. Ya gelmezse? Suppose we change the subject. Konuyu değiştirsek nasıl olur? He is supposed to be rich. Zengin olduğu zannediliyor. He is supposed to come. Gelmesi lâzım. I suppose so. Herhalde. The ship is supposed to arrive today. Geminin bugün gelmesi bekleniyor. Where's that road supposed to go? Acaba o yol nereye çıkar? You're not supposed to do that! Bunu yapmamalısınız. supposed s. sözde, (yanlışlıkla) kabul edilen, farz edilen.supposedly z. farz olunduğu gibi, güya.

supposition

i. zan, tahmin, kıyas; varsayım, ipotez, faraziye. suppositional s. tahmin kabilinden, farazi. suppos'itive s. tahmini, farazi.

supposititious

s. değiştirilmiş, sahte; tahmin kabilinden; varsayılı, ipotetik, farazi.

suppository

i., tıb. supozituvar, fitil.

suppress

f. bastırmak, sindirmek; önlemek, menetmek; zapt etmek; örtbas etmek, saklamak; gizli tutmak; durdurmak, kesmek. suppres'sion i. baskı; zapt etme, tutma; bastırma, sindirme. suppres'sive s. zapteden, tutan; bastıran, sindirici.

suppurate

f. cerahat toplamak; işlemek (yara). suppura'tion i. cerahat, irin. suppurative s. cerahat hasıl edici.

supra-

(önek) fevkinde, üstünde, ötesinde, önünde, dışında,-den ziyade, maada.

supracretaceous

s., jeol. tebeşir tabakalarının üstünde olan.

supraliminal

s. şuur eşiğini aşmış, bilinç ötesi.

supramaxillary

s., anat. üst çeneye ait.

supramolecular

s. çok moleküllü; molekülden daha karmaşık.

supramundane

s. dünyadan üstün, semavi.

supranational

s. bir veya birden fazla milletin siyasi imkânlarıyla sınırlanmamış olan.

supraorbital

s., anat. deliğinin üstünde olan.

supraprotest

i., tic. huk. borçlunun senedi protesto etmesinden sonra kefilin ödemeyi kabul etmesi.

suprarenal

s., anat. böbreküstü.

supratemporal

s., zool. şakak üstü (kemiği).

supremacy

i. üstünlük, yücelik, ululuk; herkesten üstün olma, büyüklük.

supreme

s. en yüksek, ulu, yüce; hakim; en yüksek mertebede; en yüksek derecede, en mükemmel; son. Supreme Being Hak Taalâ, Allah. Supreme Court Anayasa Mahkemesi. supreme good en büyük iyilik, en yüksek hayır gayesi. Supreme Soviet en üst Sovyet. supreme test en büyük imtihan, deneme. make the supreme sacrifice canını feda etmek. supremely z. fevkalade, en mükemmel surette.

supt.

kıs. superintendent.

sur-

(önek) üstünde, ötesinde.

sura,surah

i. Kuran suresi.

surah

i. bir cins yumuşak ipekli kumaş.

sural

s., anat. baldıra ait.

surbase

i., mim. temel üzerine yapılan pervaz. surbase'ment i. böyle pervaz bulunma.

surcease

i., f., (eski) bitme, ardı arkası kesilme; f. bitmek, ardı arkası kesilmek; nefes almak, ara vermek.

surcharge

f., i. taşıyabileceğinden fazla yüklemek, fazla doldurmak; fazla fiyat istemek; bir krediyi deftere kaydetmemek; posta pulunun üzerine yeni fiyat bastırmak; i. fazla ağır yük; d.y. fazla navlun alma; krediyi deftere kaydetmeyiş; posta pulları üzerine bastırılan yeni fiyat, sürşarj; yeni fiyatlı posta pulu, sürşarj.

surcingle

i., f. palan kolanı; kil. papaz cüppesinin kuşağı, zünnar; f. kolan veya kuşakla bağlamak.

surcoat

i. cüppe; ortaçağda zırh üstüne giyilen cüppe.

surd

s., i., mat. asam, (karekök 2) gibi tam miktarı ifade edilemeyen (kemiyet); dilb. f, p, s, k gibi sessiz (harf).

sure

s., z., (ünlem) muhakkak, şüphesiz; olumlu, müspet; kesin, kati; emin, sağlam, güvenilir; sabit, metin; nad. sıkı, sıkı bağlayan; z., k.dili. şüphesiz; (ünlem) tabii, elbette. sure enough muhakkak, sahiden. be sure dikkat etmek. for sure elbette, muhakkak, kati olarak. make sure temin etmek; tahkik etmek, soruşturmak; işin aslını anlamak. to be sure elbette, muhakkak. sure'ness katiyet, kesinlik; emin olma.

sure-enough

s., z., A.B.D., k.dili. hakiki; z. muhakkak.

sure-fire

s., k.dili başaracağı şüphe götürmeyen.

sure-footed

s. ayağını sıkı basan, düşmez, kaymaz.

surely

z. elbette, muhakkak; emniyette olarak; tehlikesizce.

surety

i. kefil, rehine; teminat, emniyet. stand surety kefil olmak. surety ship i. kefalet.

surf

i., f. kıyıda kırılan köpüklü dalgalar, çatlayan dalgalar; f., (spor)dalgalar üstünde tahta ile kıyıya doğru kaymak.

surface

i., f., s. yüz, düzey, satıh, dış, zahir, dış taraf, dış görünüş; mat. yüzey; f. bir şeyle kaplamak; dua yapmak; cilâlamak; üstündeki toprağı kaldırıp maden ocağı işletmek; su dibinden yüzeye çıkmak; s. yüzeysel; görünüşteki. surface current düzey akıntısı. surface impressions dış izlenimler, sathi intıbalar. surface mail adi posta. surface noise gramofon plağında sürtünme ve tozdan ileri gelen parazit veya cızırtı. surface plate mak. ayar olarak kullanılan düz çelik parça. surface tension fiz. üst yüzey gerilimi. surface water toprağın üstünden akan yağmur suyu. on the surface yüzeyde; görünüşte.

surface-active

s., kim. bir sıvının yüz gerilmesini azaltan.

surfactant

i., kim. bir sıvının yüz gerilmesini azaltan madde.

surfboard

i. surfing denilen sporda kullanılan uzun tahta.

surfboat

i. dalgaları aşabilmeye elverişli kayık.

surfcasting

i. sahilden dalgaların arasına olta atarak balık avlama.

surfeit

i., f. yiyip içmede aşırılık; çatlayacak derecede yemek yeme hastalığı; tokluk; aşırı derecede yemek yemekten ileri gelen bulantı, bıkkınlık; f. çatlayacak derecede yedirmek veya yemek.

surfer

i. dalgalar üzerinde surfing yapan sporcu.

surfing, surfrıdıng

i. dalgalar üzerinde tahta ile kayarak yapılan bir cins su kayağı.

surge

f., i. kabarıp yuvarlanmak; dalgalanmak; elek. kabarmak, taşmak; den. birden kayıvermek; den. çok baş kıç vurmak (demirli gemi); akın etmek; birden kabarıvermek; i. büyük dalga; büyük dalga gibi sürükleme; elektrik akım veya gücünün süratle artması veya yükselip düşmesi; den. ırgatın daralan kısmı.

surgeon

i. cerrah, operatör. Surgeon General A.B.D. Umumi Sağlık Servisinde baş doktor. surgeoncy i. cerrahlık.

surgery

i. operatörlük, cerrahlık, cerrahlık ilmi; ameliyathane; İng. muayenehane.

surgical

s. cerraha veya cerrahlığa ait, cerrahi; cerrahlıkta kullanılan veya yapılan. surgical operation ameliyat. surgical ward hariciye koğuşu. surgically z. ameliyat suretiyle, cerrahi müdahale ile.

suricate

i. gelinciğe benzer ve Güney Afrika'da yaşayan bir cins hayvan, zool. Suricata suricata.

surinam

i. Surinam.

surly

s. ters, haşin, aksi, kaba, asık yüzlü. surlily z. kabaca, terslikle. surliness i. terslik, aksilik, kabalık.

surmise

i., f. zan, kanaat, şüphe; f. sanmak, zannetmek, tahmin etmek; ipucu çıkarmak.

surmount

f. üstün gelmek, baskın çıkmak, galebe çalmak, hakkından gelmek.

surmullet

i. barbunya balığı, tekir balığı, zool. Mullus barbatus.

surname

i., f. soyadı; aile ismi; lakap; f. soyadı koymak; soyadı ile tanınmak.

surpass

f. geçmek, baskın çıkmak, üstün olmak, faik olmak. surpassing s., z. en üstün olan, âlâ; z., (şiir) fevkalade. surpassingly z. hepsinden üstün surette, fevkalade.

surplice

i. papaz ve koro mensuplarının giydiği beyaz keten cüppe.

surplus

i., s. artan miktar, herhangi bir şeyin fazlası; ihtiyat akçesi; şirketin bütün masraflar ve tediyatından sonra elinde kalan para; s. fazla, artık, baki. surplusage i. fazla olan meblâğ; huk. aşan şey, mübalağa.

surprisal

i. sürpriz, hayret verici şey.

surprise

i., f. sürpriz; birden karşısına çıkış; hayret, beklenilmedik şey, şaşkınlık, ansızın vaki olan şey, hayret verici şey; f. hayrete düşürmek, şaşırtmak; birden karşısına çıkarmak; beklenilmedik bir anda yakalamak. surprise package içinden umulmadık bir şey çıkan paket. surprise party sürpriz partisi. surprise visit habersiz ziyaret. be surprised by one birisi tarafından gafil avlanmak, bir kimsenin hazırladığı bir sürprizle karşılaşmak. take by surprise gafil avlamak; şaşırtmak, hayret ettirmek. They surprised me into telling my secret. Beni üç kâğıda alıp sırrımı öğrendiler. I'm surprised at you. Yaptığın harekete şaştım.

surprising

s. hayret verici, şaşırtıcı. surprisingly z. hayret uyandıracak şekilde.

surrealism

i., fels. sürrealizm, gerçeküstücülük. sürrealist i., s. sürrealist, gerçeküstücü (kimse).

surrebuttal

i., huk. davacının iddiasını ispatlayan delil.

surrejoinder

i., huk. davalının ikinci cevabına karşı davacının cevabı.

surrender

f., i. teslim etmek veya olmak, haklarından feragat etmek; kendini bırakmak, ümidini kesmek; herhangi bir duygu ve fikrin esiri olmak; i. teslim, feragat. surrender value sigorta poliçesi iptal edildiği takdirde poliçe sahibine verilecek para miktarı. unconditional surrender kayıtsız şartsız teslim.

surreptitious

s. gizli, el altından, hile kabilinden; sahtekarca; gizlice yapılmış. surreptitiously z. gizlice, al altından, hileli olarak.

surrey

i., A.B.D, (eski) dört tekerlekli ve iki sıralı hafif gezinti arabası.

surrogate

i., f. naip, vekil; yerine geçen kimse veya şey; özellikle evlenme izinnamelerini veren memur; huk. vasiyetname şartlarını yerine getirmeye memur kimse; f. vekil tayin etmek.

surround

f. kuşatmak ihata etmek, çevirmek, etrafını sarmak; ask. muhasara etmek, çember içine almak. surroundings i., çoğ. çevre, muhit, çevredeki bütün şeyler, etraf.

sursum corda

Lat. teşvik edici sesleniş.

surtax

i., f. ek vergi; f. ek vergi koymak.

surveillance

i. nezaret, gözetme, gözaltında tutma; teftiş. under surveillance gözaltında, nezaret altında. surveillant i. nezaretçi; göz hapsinde tutan kimse; nöbetçi öğretmen.

survey

f. bakmak, dikkatle her şeye göz gezdirmek, muayene etmek; yoklamak, yoklama yapmak; düşünmek, mülâhaza etmek, mütalaa etmek; teftiş etmek; haritasını çıkarmak, mesaha etmek. surveyor i. mesahacı, mesaha memuru; gümrük müfettişi.

survey

i. mesaha, yüzölçümü, teftiş, tetkik, yoklama, muayene; mülâhaza, mütalaa; harita veya plan yapma.

surveying

i. mesaha ilmi, yer ölçmesi; mesaha etme. aerial surveying havadan mesaha etme, uçakla harita çıkarma. hydrographic surveying bir bölgenin idrografik haritasını çıkarma. photographic surveying fotoğraf çekmek suretiyle mesaha etme. surveyor's level

surveyor'slevel

ölçü terazisi.

survival

i. kalım, beka; başkasının ölümünden sonra hayatta kalma, diğerlerinden fazla yaşama; bir tehlikeyi atlatıp yaşama; modası geçmiş bir inanç veya geleneğin baki kalması. survival kit havacılara verilen, mecburi iniş veya uçak kazasından sonra gerekli ihtiyaç maddelerini temin edecek çanta. survival of the fittest zool., bot. en güçlü olanın yaşamakta devam etme prensibi.

survive

f. baki kalmak, başkasından fazla yaşamak, daha uzun ömrü olmak.

survivor

i. Hayatta kalan kişi; bir kazadan sağ olarak kurtulan kimse; başkasının ölümünden sonra sağ kalan kimse, en son olarak hayatta kalan kimse veya şey. survivorship i. sağ kalma; huk. ölenlerin mal hissesini alma hakkı.

susceptible

s. çabuk müteessir olan, hassas; alıngan; kolay aşık olan, şıpsevdi. susceptibil'ity, susceptibleness i. hassasiyet, alınganlık. susceptibly z. hissedilir derecede.

susceptive

s. çabuk müteessir olan, hassas.

suspect

f. şüphelenmek, kuşkulanmak, hakkında şüpheye düşmek; hakkında kötü düşünmek.

suspect

s., i. şüpheli, zan altında bulunan; i. sanık, maznun.

suspend

f. geçici olarak durdurmak veya iptal etmek; tatil etmek; ertelemek, tehir etmek; muallâkta bırakmak; makamından geçici olarak mahrum etmek; asmak; okuldan geçici olarak tart etmek. suspend payment tediyatı durdurmak. suspended animation geçici olarak canlılığını kaybetme.

suspender

i., çoğ., A.B.D. pantolon askısı; İng. çorap jartiyeri.

suspense

i. askıda kalış, ümitle korku karışık bir his; muallakiyet, şüpheli durumda kalma, kesilme, inkıta. suspense account muallak hesap.

suspension

i. asma, asılma, talik edilme; geçici tatil; ödemeleri geçici olarak durdurma; kim. sıvı içinde erimeden durma, süspansiyon; mıknatıs iğnesini muallakta tutan tertibat; müz. asış, duraklatış. suspension bridge asma köprü.

suspensive

s. tereddüt kabilinden; geçici olarak tatil veya erteleme kabilinden. suspensively z. geçici olarak tatil ederek veya erteleyerek.

suspensor,sory

i. kasık bağı, suspensuar. suspensory ligament anat. asıcı bağ.

suspicion

i. şüphe, kuşku, vehim; ima, iz; k.dili gayet az miktar. above suspicion her türlü şüphenin dışında, şüphe uyandırmayan, çok dürüst.

suspicious

s. şüpheli, şüphe eden, vesveseci; suizan uyandıran, şüphe edilir; şüphelenen. I am suspicious of him. Ondan şüpheleniyorum. suspiciously z. şüphe uyandıracak şekilde, muhtemelen. suspiciousness i. şüpheli oluş.

suspire

f., (şiir) içini çekmek, ah çekmek. suspiration i., (şiir) iç çekme, ah çekme.

sustain

f. tutmak, düşmesine engel olmak, destek olmak; tahammül etmek, dayanmak, taşımak; çekmek; teselli etmek; muhafaza etmek; tedarik etmek; besleyip kuvvet vermek; doğruluğunu teslim etmek; ispat etmek, iddia etmek. sustain a defeat yenilmek. sustain a note müz. bir notayı uzatmak. sustain an objection bir itirazı kabul etmek. sustaining pedal notayı uzatan pedal. sustaining program radyo veya televizyonda masrafları istasyon tarafından karşılanan ara programı. sustaining wall istinat duvarı, set. sustained s. devamlı.

sustenance

i. yaşatma, devam ettirme; gıda, yiyecek, maişet, geçim.

sustentaculum

i., anat. destek bağı.

sustentation

i. besleme, tutma, kuvvet verme; maişet, geçim, nafaka; koruyan şey.

sustention

i. besleme, tutma, kuvvet verme; para yardımı.

susurration

i. fısıltı, hışırtı.

sutler

i. orduya gıda maddeleri satan seyyar satıcı.

sutra

i., (Sanskrit) vecize, vecizeler.

suttee

i. eski bir Hint geleneğine göre bir kadının kocasının naaşı ile beraber yakılması; bu geleneğe göre yakılan kadın.

suture

i., f. dikiş; dikiş yeri; tıb. yara kenarlarının dikiş ile birleştirilmesi; bu kenarları birleştiren dikiş; kafatası kemiklerinin dikişe benzeyen ek yerleri; bot. sutur, dikiş yeri; f. dikişle birleştirmek.

suzerain

i. hükümdar; başka memleket üzerinde hüküm süren devlet. suzerainty i. hükümdarlık.

svelte

s. ince yapılı, kıvrak.

swab

i., f. (-bed, -bing) tahta bezi; ilâç veya yağ sürmeye veya yara temizlemeye mahsus sünger parçası; tüfek namlusunu temizlemeye mahsus harbinin ucundaki paçavra parçası; (argo) herif; f. tahta bezi ile silmek. swab the decks den. güverteyi ucu paçavralı tahta parçası ile temizlemek. swabber i. tahta bezi ile yeri silen kimse; elinden ancak adi işler gelen kimse.

swabian

s., i. Almanya'nın güneybatısında bulunan Suabia eyaletine ait veya orada oturan; i. Suabialı.

swaddle

f., i. kundağa sarmak (çocuk); i. kundak. swaddling band kundak bağı. swaddling clothes kundak takımı, kundak; bebeklik çağı.

swag

i., (argo) yağma, çapul. swag man i. Avustralya'da sırtında bohçasıyla dolaşan rençper.

swage

i., f. madeni eşyaya çekiçle vurarak biçim vermekte kullanılan kalıp; f. böyle bir kalıpla şekil vermek.

swagger

f., i., s. kasılarak yürümek; kabadayılık etmek, slang. afi kesmek, atmak; i. kabadayılık, kabadayıca hareket; s. şık, modaya uygun. swagger around kasılarak yürümek. swagger stick subayın süs için taşıdığı kamçı. swaggerer i. kabadayı.

swahili

i. Afrika'nın doğusunda konuşulan beynelmilel bir dil, Savahili, Savahilice.

swail

İng. swale i. bataklık; leh. gölgelik.

swain

i., (şiir) genç köylü, aşık.

swallow

f., i. yutmak; içine çekmek, emmek; k.dili. herhangi bir sözün gerçek olup olmadığını araştırmadan kabul etmek; geri almak (söylediği sözü); tahammül etmek, yutup oturmak, sineye çekmek; i. yutma, yudum; den. makara yivi. swallow a camel yutulmaz bir şeyi yutmak, zorla hazmetmek. swallow it hook, line and sinker bak. hook. swallow it whole aslını araştırmadan olduğu gibi kabul etmek. swallow the anchor den. emekli olmak. swallow up bütün bütün yutmak.

swallow

i. kırlangıç, zool. Hirundo. bank swallow kum kırlangıcı, zool. Riparia riparia. barn swallow kır kırlangıcı, zool. Hirundo rustica. chimney swallow bacalarda yuva yapan kırlangıç. red rumped swallow kızıl kırlangıç, zool. Hirundo daurica.

swallowtail

i. çatal kuyruk; kanatları çatal kuyruğa benzer birkaç çeşit kelebek. swallowtailed

swallowwort

i. kırlangıç otu, bot. Cynanchum vincetoxicum.

swam

bak. swim.

swami

i. Hindu dininde hoca.

swamp

i., f. batak, bataklık; f. bataklığa batırmak; içine su doldurup batırmak, içine dalga girip batırmak; yağdırmak; batağa saplanmak veya batmak; müşkül vaziyette bırakmak; içine su dolup batmak; silip süpürmek. swamp boat az su çeken uçak pervaneli dibi düz sandal. swamp fever sıtma. swamped with work işi başından aşmış. swampy s. bataklık.

swamper

i. bataklıkta çalışan kimse.

swampland

i. bataklık arazi; bataklıklar arasındaki verimli tarla.

swan

i. kuğu, zool. Cygnus; tatlı sesli şarkıcı veya şair. swan dive başı geriye kolları suya doğru uzatarak yapılan dalış. swan's down kuğunun ufak ve yumuşak tüyü. swan maiden efsanelerde istediği zaman kuğu şekline girebilen güzel kız. swan song efsaneye göre kuğunun ölmeden evvelki son ve güzel ötüşü; bir şairin son eseri; son gösteriş, son söz. mute swan kuğu, zool. Cygnus olor.

swan

f., A.B.D., leh. yemin etmek. I swan ! Çok şaştım ! Aman Allahım !

swan-upping

i., İng. Thames nehri üzerindeki kuğuların senede bir yapılan markalama işlemi.

swank

i., f., (argo) gösteriş, caka; f. caka satmak, gösteriş yapmak.

swap,swop

f.(-ped, -ping) i., k.dili. değiş tokuş etmek; i. değiş tokuş, trampa.

swaraj

i. Hindistan'da ulusal egemenlik.

sward

i., f. çimen, çim, çimenlik; f. çimenle kaplamak veya kaplanmak.

swarm

i., f. arı veya böcek oğlu; hareket halindeki böcek sürüsü; küme, sürü, yığın; f. ana kovanından ayrılıp başka yere gitmek, oğul vermek; sürü halinde toplanmak; kaynaşmak.

swarm

f. ip veya ağaca tırmanmak.

swart

s., (şiir) esmer.

swarthy

s. esmer, siyah; güneşten yanmış. swarthiness i. esmerlik, karalık, güneş yanığı.

swash

i., f. çalkantı, çalkantı sesi; dar gelgit yatağı; f. çalkantı sesi ile kıyıyı yalamak; caka satmak.

swashbuckler

i. övüngen kimse; kabadayı.

swastika, -tıca

i. gamalı haç, Nazilerin sembolü olan işaret.

swat

f. (-ted, -ting) yassı bir şey ile vurmak, ezmek.

swatch

i. örnek kumaş parçası.

swath

i. orakla biçilip bir yana bırakılmış buğday veya ot; biçerdöver veya orakla bir defada biçilen yer. cut a wide swath gösteriş yapmak.

swathe

f., i. sargı ile sarmak; çevrelemek; i. sargı.

swatter

i. vuran kimse veya şey; sineklik.

sway

f., i. sallamak; eğmek, meylettirmek; etkilemek, tesir etmek; idare etmek, istediği tarafa yöneltmek; den. bedenin ağırlığını vererek hisa etmek; eğilmek, meyletmek; taraftar olmak; dönüp gitmek; iki yana veya ileri geri sallanmak; hakim olmak, hükmetmek; i. hüküm, idare, emir; dalgalanma, sallanma; etki, tesir; ağırlık. sway-backed s. çökük sırtlı (at).

swaziland

i. Swaziland.

swear

f. (swore, sworn) yeminle tasdik etmek; yemin ettirmek; yeminle vaat etmek; yemin etmek, ant içmek; huk. yeminle ifade vermek; küfretmek, sövmek, sövüp saymak. swear at bir kimseye küfretmek. swear by bir şey üzerine yemin etmek; tam manasıyla güvenmek (bir kimseye veya şeye). swear in yeminle işe başlatmak. swear off k.dili. bir şeyden vazgeçeceğine dair yemin etmek. swear out a warrant yeminle bir kimsenin suçunu tasdik ederek tevkif emri çıkarttırmak. swear word küfür.

sweat

i., f. ter; terletici iş; herhangi bir cisimden ifraz olunan ter gibi sıvı; f. terlemek, ter dökmek; ter gibi madde ifraz etmek; mayalamak (tütün yaprağı); k.dili. ağır iş görmek; terletmek; ter ile ıslatmak, ısıtarak halletmek; eritip arasına akıtmak (kalay); k.dili. çok az para karşılığında fazla çalıştırmak; (argo) merak etmek; (argo) suçluyu konuşturmak için işkence yapmak. sweat blood sıkı çalışmak, ter dökmek. sweat gland ter bezi. sweat out A.B.D., (argo) endişeyle beklemek. sweat shirt eşofman. in a sweat k.dili. endişe içinde; k.dili. acele ile. No sweat A.B.D., (argo) Dert değil.

sweatbox

i. deri buğu dolabı.

sweater

i. kazak, hırka, süeter, pulover; terleyen kimse veya şey; işçilerini çok çalıştıran ve az ücret ödeyen patron; terletici ilaç. sweater girl k.dili. vücut hatlarını belli edecek derecede dar kazak giyen kız.

sweatshop

i. sıhhate zararlı şartlar altında az ücretle işçi çalıştıran iş yeri.

sweaty

s. terli, terlemiş, ter gibi; terletici, ağır, güç. sweatiness i. terlilik.

swede

i. İsveçli; k.h., İng. İsveç'te yetişen bir cins şalgam.

sweden

i. İsveç.

swedenborgian

s., i. 1688-1772'de yaşamış olan isveçli mistik filozof ve dini yazar Emanuel Swedenborg'un doktrinini kabul eden (kimse).

swedish

s., i. İsveç'e ait, İsveçli; İsveç diliyle ilgili; i. İsveç dili, İsveççe. Swedish massage tıb. İsveç beden hareketleri ile birlikte yapılan masaj.

sweep

f. (swept) süpürmek, süpürge ile temizlemek, toplamak veya götürmek, süpürüp götürmek; sürüklenmek, sürüklemek; yayılmak; süpürge gibi sürümek; süpürge sürter gibi sürtmek; her tarafına dikkatle bakmak; taramak; salınarak hızla geçmek; azametle yürüyüp geçmek; süpürür gibi üzerinden geçmek; silip süpürmek; i. süpürme, temizleme; dikkatle her tarafı gözden geçirme; süpürmeye benzer hareket; dönemeç; büyük kürek, boyna küreği; baca temizleyicisi; parayı silip süpürme; büyük başarı; alan, saha; meyil; kuyu çıkrığı; çoğ. kuyumcu işi kırpıntısı. sweep all before one tamamen başarmak. sweep along süpürüp getirmek; azametle yürüyüp geçmek. sweep away süpürüp temizlemek. sweep down yukarıdan aşağıya doğru süpürmek. sweep off bir şeyin üstünden süpürmek. sweep one off one's feet üstüne fazla düşmek. sweep out of the room odadan azametle çıkmak. sweep out the room odayı baştan aşağı süpürmek. sweep past süratle veya azametle geçmek. sweep the ground yerleri süpürmek (etek). sweep the seas of one's enemies düşmanlarından paçayı kurtarmak. sweep up the room odayı süpürüp temizlemek. A wave of protest swept the opposition party into power. Direnme hareketi muhalefet partisini iktidara getirdi. chimney sweep baca temizleyicisi. Everything she had saved was swept away overnight. Bir gece içinde her şeyini kaybetti. Fire swept the business district. Yangın iş yerlerini mahvetti. He swept the books off the desk. Sıradaki kitapları fırlattı. make a clean sweep of bütün bütün temizlemek. The bandits swept down on the village. Eşkiyalar köyü yağma etti. The horses swept around the corner. Atlar köşeyi hızla döndü. The tornado swept over the city. Kasırga şehri altüst etti.

sweeper

i. çöpçü, sokak süpürücüsü.

sweeping

s. büyük bir alanı kapsayan, şümullü, genel, umumi. sweeping statement geniş ve genel kapsamı olan ifade. sweepings i., çoğ. süprüntü.

sweepstakes

i. piyango ve at yarışlarında kazanınca verilen büyük meblağ.

sweet

s., i., z. tatlı, şekerli; taze; hoş, latif, güzel; sevimli, şirin; mülâyim, nazik, yumuşak; mak. sessiz, gürültüsüz; verimli, mümbit (toprak); sert olmayan (şarap); i. tatlı şey, tatlı; çoğ. bonbon, şekerleme; güzel ve hoş kokulu şey; sevgili, maşuk; z., (şiir) tatlılıkla. sweet alyssum deliotu. sweet basil fesleğen, bot. Ocimum basilicum. sweet corn tatlı mısır, bot. Zea saccarata, Zea rugosa. sweet flag azakyeri, bot. Acorus calamus. sweet gum anberi sail ağacı, akan anber ağacı. sweet marjoram mercanköşk, sıçankulağı. sweet pea kokulu bezelye çiçeği, ıtırşahi çiçeği. sweet potato tatlı patates, bot. Ipomoea batatas; A.B.D., k.dili. okarina. sweet tooth k.dili. tatlı şeylere olan düşkünlük. sweet voice hoş ve tatlı ses. sweet water tatlı su. sweet william hüsnüyusuf çiçeği, bot. Dianthus barbatus. be sweet on one k.dili. bir kimseyi sevmek.

sweetbread

i. dana veya kuzu uykuluğu.

sweetbrier

i. yabani gül, bot. Rosa eglanteria.

sweeten

f. tatlılaştırmak, tadını artırmak, hoş bir hale getirmek; k.dili. daha cazip bir hale getirmek; tatlı olmak. sweetener, sweetening i. şekerli olmayan tatlılaştırıcı madde.

sweetheart

i. sevgili.

sweetie

i., k.dili. sevgili; sevgilim, canım; ing. şeker.

sweeting

i. bir nevi tatlı elma.

sweetly

z. tatlı tatlı, sevimli bir şekilde.

sweetmeat

i. şekerleme.

sweetness

i. hoşluk, tatlılık, sevimlilik.

sweetscented

s. güzel kokulu.

sweetsop

i. kaymak ağacı, bot. Annona squamosa; bu ağacın meyvası.

sweettempered

s. iyi huylu.

swell

f. (-ed; -ed veya swollen)i., s. şişmek, kabarmak; büyümek, yükselmek, artmak, çoğalmak; göğsü kabarmak, iftihar etmek; k.dili. kurulmak, çalım satmak; büyütmek, şişirmek, kabartmak, artırmak çoğaltmak; müz. crescendo ve takiben diminuendo yapmak; i. kabarış; dalga, ölü deniz; tümsek yer; müz. crescendo ve takiben diminuendo; orgda perdelerin yükselmesini kontrol eden cihaz; (argo) züppe; s., k.dili. şık, modaya uygun; (argo) güzel. swell out dışa doğru şişmek. swell pedal orgda boru mahfazasını açıp kapayan pedal. swell up şişmek, kabarmak. swell with pride iftiharla göğsü kabarmak, koltukları kabarmak. the swell of the ground tümsek, tatlı meyil. He has a swelled head Kibirli bir kimsedir. swell ing. i. şiş, şişlik, şişmiş yer.

swellfish

i. kirpi balığı, zool. Tetraodon spadiceus; balon balığı.

swelter

f., i. ter dökmek; sıcaktan bayılacak hale gelmek; i., k.dili. hararet basması; sıcaklık duyma. sweltering s. boğucu sıcak.

swept

bak. sweep.

sweptback

s. uçları arkaya doğru çekilmiş (uçak kanadı).

sweptwing

i. ucu arkaya doğru çekilmiş kanat.

swerve

f., i. doğru yoldan sapmak, inhiraf etmek; yoldan çıkmak, sapmak; direksiyonu kırmak; doğru yoldan saptırmak; i. doğru yoldan sapma, inhiraf.

swift

i. kırlangıca benzer bir kuş, kılıç kırlangıcı, zool. Apus apus; çok süratli hareket eden bir çeşit kertenkele; iplik sarma silindiri. whitebellied swift yelyutan, akkarınlı sağan, zool. Apus melba.

swift

s., z. çabuk hızlı süratli; çabuk gelen; ayağına tez çevik; çabuk geçen, kısa süren, ömürsüz; z., (şiir) çabucak, süratle. swiftfooted s. hızlı koşan ayağına tez. swifthanded s. eline ayağına çabuk. swiftwinged s. hızlı uçan. swiftly z. süratle hızla; çeviklikle. swift'ness i. sürat; çeviklik, el çabukluğu.

swig

f. (-ged, -ging) i., k.dili. içmek, kafayı çekmek; bir yudumda dikmek; i. bir içim, yudum; içme, slang. kafayı çekme.

swill

f., i. çok içmek, arzu ile içmek; i. domuz yemi; sulu yem, yal; çerçöp; (argo) bir yudumda içilen içki.

swim

f. (swam, swum, -ming) i. yüzmek; batmamak, su yüzünde durmak; gen. in ile taşmak, dolmak; boğulmak, içine batmak; yüzdürmek; yüzerek geçmek; i. yüzme; yüzme hareketi. swim against the stream olaylara karşı koymak. swim bladder balıkta hava kesesi. in the swim aşina, haberdar. swim'mer i. yüzücü, yüzgeç.

swim

i., f. (swam, swum, -ming) baş dönmesi, baygınlık; f. başı dönmek, sersemlemek, bayılmak. My head is swimming Başım dönüyor.

swimmeret

i. kabukluların karnı altında bulunan yüzgeç ayak.

swimming

i., s. yüzme; baş dönmesi; s. dönen (baş); yüzen, yüzmeye ait veya uygun; sulu, yaşlı (göz). swimming hole A.B.D. derede yüzmeye elverişli derin kısım. swimming pool A.B.D. swimming bath ing. yüzme havuzu. swimmingly z. kolaylıkla, süratle, başarıyla.

swimsuit

i. mayo.

swindle

f., i. dolandırmak, dolandırıcılık etmek; i. dolandırıcılık, dolandırma. swindler i. dolandırıcı.

swine

i, (tek. ve çoğ.) domuz; hınzır, (argo), slang. herifçioğlu, moloz, kereste, hıyar. swine'herd i. domuz çobanı. swine'pox i. domuzlarda bulaşıcı bir çeşit suçiçeği.

swing

f. (swung) i. sallanmak, salıncakta sallanmak; eksen veya reze üzerinde dönmek; salınarak ilerlemek (asker yürüyüşü); k.dili. asılmak darağacına asılmak; sık sık up ile sallandırmak asmak: salıncakta sallamak; k.dili. idare etmek, işletmek; becermek; (argo) eslerini paylaşmak (çiftler); i. sallanış, sallandırma; rakkasın sallama mesafesi; şiirde hareket veya canlılık; hareket serbestisi; hareket sahası; devre; salıncak; salıncak gibi olan şey; vakitle dönen değişim; bir çeşit dans, sving. swing back eski yerine dönmek. swing bridge bir eksen üzerinde açılıp kapanabilen köprü. swing door, swinging door iki tarafa açılır kapanır kapı. swing music sving müziği. swing plow tekerleksiz saban. swing shift A.B.D. fabrikada gece vardiyası (saat 16'dan gece yarısına kadar). goes with a swing salınarak gider, tempoya uyarak yürür. He shall swing for it Bu işin sonunda darağacına gidecek . in full swing tam faaliyette, en canlı ve hareketli durumunda. The door swings to Kapı kendiliğinden kapanır. swingingly z. sallanarak.

swingback

i. fotoğraf makinasının arkasında bulunan çeşitli açılara göre düzenleme cihazı.

swinge

f., (eski) dövmek, kamçılamak.

swinger

i. sallanan şey veya kimse; (argo) çılgınca hayatın tadını çıkarmaya uğraşan kimse; (argo) eşini paylaşan çiftten biri.

swinging

s., (argo) canlı, çekici; paylaşan.

swingle

i., f. keten tokmağı; f. tokmakla dövmek (keten).

swingletree

i. araba falakası.

swingtail

s. yükletmek için arka kısmı bir yana açılan (uçak).

swingwing

s. hızlı gitmek için kanatları kısmen kapanabilen (uçak).

swinish

s. domuz gibi; hayvan gibi, kaba. swinishly z. hayvanca. swinishness i. hayvanlık, kabalık.

swipe

f., i., k.dili. kuvvetli bir darbe indirmek, kolunun bütün hızıyla vurmak; slang. aşırmak, yürütmek; çalmak; i. tulumba kolu; kuvvetli darbe.

swipes

i., ing., (argo) kalitesiz bira; bira.

swiple

i. keten tokmağı; hububatı harman yerinde dövmek için kullanılan uzun değneğin ucuna bağlı kısa değnek.

swirl

f., i. girdap gibi dönmek veya döndürmek; i. girdap gibi dönme; girdap.

swish

f., i., s. havada hareket ederken ıslık gibi ses çıkarmak; hışırdamak (ipekli kumaş); i. hışırtı, fışırtı; (argo) homoseksüel kimse; s., ing., (argo) cazip.

swiss

s., i. İsviçreli, İsviçre'ye mahsus; i., (tek. ve çoğ.) İsviçreli kimse, İsviçre halkı. Swiss chard pazı. Swiss cheese isviçre'de yapılan iri delikli sarı bir peynir, gravyer. Swiss steak domates ve soğan sosuyla yenen İsviçre usulü biftek.

swit

kıs. Switzerland.

switch

i., f. ince ağaç dalı, çubuk; inek kuyruğunun ucu; ilâve saç, postiş; demiryolu makası; elek. devre anahtarı, anahtar; şalter; f. çubukla vurmak, dövmek; sallamak (kamçı); d.y. makastan geçirmek; elektrik düğmesini çevirmek; değiş tokuş etmek. switch over çevirmek. switch signal demiryolu makasının açık veya kapalı olduğunu gösteren işaret cihazı. switched on (argo) narkotik ilaç tesirinde olan.

switchback

i. viraj, dönemeç.

switchblade

i. sustalı bıçak.

switchboard

i. telefon santralı; anahtar tablosu.

switchman

i. demiryolu makasçısı.

switzerland

i. İsviçre.

swivel

i., f. (-ed, -ing veya -led -ling) bir tarafı mil üzerinde dönen çifte halka; den. fırdöndü; f. mil veya mihver üzerinde döndürmek veya dönmek. swivel block den. milli makara. swivel chair vidalı döner iskemle. swivel gun mil üzerinde dönen top.

swivet

i., (argo) telaş, heyecan.

swizzle

i. romla yapılan bir içki. swizzle stick içki karıştırmak için kullanılan çubuk.

swob

bak. swab.

swollen

bak. swell; s. şişmiş.

swoon

f., i. bayılmak, üzerine baygınlık gelmek; i. bayılma, baygınlık.

swoop

f., i. kapmak için üstüne çullanmak (çaylak); i. üstüne çullanma; ani saldırış. swoop up kapmak. with one fell swoop bir hamlede, bir çırpıda.

swop

bak. swap.

sword

i. kılıç, pala; yetki, salâhiyet, kudret, hükümdarlık, askeri kuvvet, silâh gücü; savaş, tahribat; kılıçtan geçirme. sword bayonet kılıç şeklinde süngü. sword bearer silâhtar. sword belt kılıç kayışı. sword blade kılıç namlusu. sword dance kılıç dansı. sword grass sivri veya dişli yaprakları olan birkaç çeşit ot. sworl lily glayöl. sword of Damocles Demokles'in kılıcı, her an mevcut olan tehlike. at sword's points her an çatışmaya hazır, kanlı bıçaklı. cross swords birbirine savaş ilân etmek, mücadeleye girişmek. draw swords harbe girişmek. dress sword resmi elbise üzerine takılan kılıç. put to the sword kılıçtan geçirmek, kılıçla öldürmek. small sword eskrimde kullanılan ince ve küçük kılıç, meç. sworded s. kılıçlı, kıllı kuşanmış. sword like s. kılıç şeklindeki, kılıç gibi.

swordcraft

i. kılıç kullanma hüneri.

swordfish

i. kılıçbalığı, zool. Xiphias gladius.

swordplay

i. eskrim, kılıç oyunu.

swordsman

i. kılıç kullanmakta usta olan kimse. swordsmanship i. kılıç kullanmada ustalık.

swordtail

i. kılıç kuyruk, zool. Xiphophorus.

swore

bak. swear.

sworn

bak. swear. sworn brother bir kimseyle kardeş olmaya yemin etmiş kimse, kan kardeşi. sworn enemy ezeli düşman, can düşmanı.

swot

f. (-ted, -ting) i., ing., (argo) çok çalışmak (özellikle ders), slang. hafızlamak, ineklemek; i. çok çalışan talebe, slang. inek; çok çalışma

swounds

(ünlem), (eski), kıs. Gods wounds Vay canına !

swum

bak. swim.

swung

bak. swing.

sybarite

i. lüks ve zevk düşkünü kimse. sybaritic(al) s. lüks ve zevk düşkünlüğüne ait.

sycamine

i. kara dut ağacı.

sycamore

i. firavuninciri; A.B.D. çınar. sycamore fig firavuninciri, bot. Ficus sycomorus.

syce

i. seyis.

sycee

i., sycee silver Çin'de para yerine tartı ile verilen halis gümüş külçe.

syconium

i. (çoğ. -nia) incir cinsinden meyva, sikonya.

sycophant

i. dalkavuk, parazit, tufeyli, slang. otlakçı. sycophancy i. dalkavukluk, parazitlik, tufeylilik. sycophan'tic(al) s. dalkavukluk kabilinden.

sycosis

i., (tıb.) saç veya kıl foliküllerinde görülen bulaşıcı olmayan bir hastalık.

syenite

i. kırmızı Mısır mermeri, siyenit.

syl-

(önek) ile.

syllabary

i. Japonca, Akadca gibi dillerde birer hece belirten işaretlerin listesi.

syllabic , ical

s. heceye veya hecelere ait; hecelerden ibaret; hece vezniyle yazılmış (şiir). syllabically z. hece hece; heceleri ayırarak.

syllabicate , syllabify, syllabize

f. hecelemek, hecelere ayırmak. syllabica'tion, syllabifica'tion i . hece meydana getirme; hecelere ayırma.

syllable

i., f .hece; en ufak ayrıntı; f. hecelere ayırmak, telaffuz etmek.

syllabub

bak. sillabub.

syllabus

i. (çog. -buses, -bi) bir kitap veya dersin özeti.

syllepsis

i., gram. beklenmedik bir anda anlamı değişen mecaz.

syllogism

i., man. tasım, kıyas. syllogis'tic(al) s. tasımsal, kıyasla ilgili. syllogis'tically z. tasım yoluyla, kıyasla.

syllogize

f. tasım yoluyla bilinenden bilinmeyeni çıkarmak; kıyasla muhakeme etmek.

sylph

i. havada yaşadığı farz olunan peri: ince ve zarif kadın. sylphid i. küçük hava perisi. sylphlike s. hava perisine benzer; zarif, ince.

sylvan , silvan

s., i., (şiir) ormana ait; ormanlık, ağaçlık; ormanlara ait, ormanda yaşayan veya bulunan; i. ormanda yaşayan insan veya hayvan; orman perisi veya ilahı.

sylvatic

s. ormanlarda bulunan, orman böcekleri tarafından yayılan (hastalık).

sym-

(önek) ile (b, m, p harflerinden önce kullanılır).

symbiont

i., biyol. sembiyoz tarzında yaşayan canlı, ortak yaşar.

symbiosis

i., biyol. birbirinden farklı canlıların ortak yaşayışı, ortakyaşama, sembiyoz.

symbol

i. sembol, simge, remiz, timsal, alamet, belirti, işaret, nişan. symbol'ic(al) s. sembolik, simgesel, remzi, remiz kabilinden. symbol'ically z. sembolik olarak. symbolism i. simgecilik, sembolizm.

symbolize

f. sembolü olmak; simgelerle ifade etmek; mecazi yönden kullanmak.

symmetric ,- rical

s. bakışık, simetrik, mütenazır; muntazam, mütenasip; bot. simetrik, bakışık; mat. aynı sayıyla bölünebilir. symmetrically z. bakışık olarak.

symmetrize

f. bakışım sağlamak, simetrik hale getirmek, mütenasip kılmak, mütenazır kılmak.

symmetry

i. bakışım, simetri, tenasüp ve intizam, tenazur, ahenk.

sympathetic

, ical s. karşısındakinin hislerine katılan; sevgi ve acıma belirten; uygun, ahenkli; anat. sempatik. sympathetic heart başkasının duygularından veya halinden anlayan kimse. sympathetic ink yazarken görünmeyip ateşe gösterilince meydana çıkan yazı mürekkebi. sympathetic nerve sempatik sinir. sympathetic pain başkasının kederinden dolayı duyulan acı. sympathetic sound bir sesin etkisiyle titreşen bir cismin çıkardığı seda. sympathetically z. sempati ile, karşısındakinin hislerine katılarak.

sympathize

f. başkalarının hislerine katılmak, halden anlamak; yakınlık duymak; aynı şeyi hissetmek; başsağlığı dilemek.

sympathy

i. karşısındaki ile aynı şeyi hissetme, halden anlama, duygudaşlık, sempati, şefkat; his veya yaratılış uygunluğu; (tıb.) uzuvların birbirine olan tesiri; tesir; cisimlerde birbiri ile birleşme veya birbirini etkileme eğilimi. sympathy strike sempati grevi. be in sympathy with aynı düşüncede olmak, katılmak. I have no sympathy for you Sana acımam. The price of petroleum has risen in Turkey in sympathy with rising costs around the world Türkiye'de petrol fiyatlarındaki artış dünya piyasasının etkisinde kalmıştır.

symphonic

s., müz. senfoniye ait, senfonik, senfoni tarzındaki; ses uyumuna ait; aynı sesi veren symphonic poem müz. senfonik şiir.

symphony

i., müz. senfoni; senfoni orkestrası; seslerin uyumu; renk uyumu. sympho'nious s. uyumlu, ahenkli. symphonize f. ahenkli olmak, uygun gelmek.

symphysis

i. (çoğ. ses) biyol. bitişme, kaynaşma, irtifak (kemik); sabit mafsal.

symposiac

s., i., (eski) ziyafete ait; i. ziyafet; sofra başı sohbeti.

symposiarch

i. sofra veya ziyafette başkanlık eden kimse; ziyafette konuşma yapıp şerefe kadeh kaldıran kimse.

symposium

i. (coğ. -sia) sempozyum, şölen, belirli bir konunun tartışıldığı bilimsel toplantı; aynı konuda yazılmış bilimsel makale veya denemeler serisi.

symptom

i. alâmet, emare; (tıb.) belirti, araz.

symptomatic , -ical

s. araz olan, alamet olan; araza göre (tedavi) . symptomatically z. araz kabilinden. symptomatology i., tıb. araz bahsi.

syn

kıs. synonym.

syn-

(önek) ile, ile beraber, aynı zamanda.

synagogue

i. sinagog, havra.

synapse

i., biyot. iki nevronun birleştiği yer.

synapsis

i., biyol. kromozomların birleşmesi; bak. synapse.

synarthrosis

i (coğ. -ses) anat. kemiklerin sabit bir şekilde birleşmesi.

syncarp

i., bot. ayrı ayrı ufacık meyvalardan meydana gelen bileşik meyva (incir, böğürtlen gibi).

synchro

i. bileşik bir düzeni uzaktan ayarlamaya yarayan elektronik tertibat.

synchromesh

i. dişlilerin ses sizce ve kolay birleşmesini sağlayan tertibatlı vites.

synchronic

s. eşzamanlı. synchronic linguistics bir dilin belli bir zamandaki durumunu araştıran dilbilim kolu.

synchronism

i aynı zamana tesadüf etme, eşzamanlılık, tarih sırasına göre düzenleme; de/gıs/ik zamanlardaki olayların aynı resimde gösterilmesi

synchronize

, ing nise f aynı zamanda vaki olmak, birlikte hareket etmek ve işlemek; ayarlarını birbirine uy durmak (saatler); aynı tarihe tesadüf ettirmek synchronized shifting bak synchromesh

synchronous

s. aynı zamanda vaki olan; aynı gidişle isleyen; fiz. aynı frekansta olan; dünya ile aynı yörüngede hareket eden (suni peyk). synchronous motor değişik akımın frekansına göre hızını ayarlayan motor.

synchrotron

i., fiz. sinkrotron.

synclastic

s. eğrisi ya hep iç bükey yada hep dışbükey olan.

syncline

i., jeol. taş tabakaların v şeklinde olduğu yer.

syncopate

f., dilb. kelimeyi ortasından kısaltmak; müz. sinkop yapmak. syncopa'tion i., müz. sinkop; dilb. ortadan kısaltma.

syncope

i., dilb. kelimenin ortasında bir sesin kaybolması; (tıb.) beyne kan gitmemesinden ileri gelen baygınlık.

syncretism

i. birbirinden farklı prensip veya partilerin birleştirilmesi; dilb. birbirinden farklı iki kipin zamanla aynı şekli alması.

syncretize ,- ingtise

f. (farklı düşünceleri) birbirine uydurmaya çalışmak. syncretist i. iki tarafı birleştirmeye çalışan kimse.

syndactyl

s., anat. parmaklarının arası perdeli olan.

syndesmo-

(önek), anat. bağ, bağ zarına ait.

syndesmosis

i., anat. kemiklerin bağ dokusu ile birbirine bağlanması.

syndetic

s. bağlayıcı.

syndic

i. hükümet memuru; mutemet; vekil savunucu.

syndicalism

i. özellikle genel greve giderek üretim vasıtalarını işçi örgütlerine devretmeye çalışan siyasi hareket. syndical s. bu hareketle ilgili.

syndicate

i., f. sendika; yazıları gazetelere satan ajan; f. (bir yazı veya seriyi) toptan gazete veya mecmualara satmak; sendika teşkil etmek; sendika vasıtasıyla idare etmek.

syndication

i. bir yazı veya seriyi gazete veya mecmualara satma; sendikacılık.

syndrome

i., (tıb.) hastalık belirtilerinin bütünü.

syne

z., (edat), (bağlaç), iskoçden beri.

synecdoche

i., kon. san. bir kavramı daha dar veya daha geniş anlamda başka bir kavramla ifade etme usulü (msl. Türk ordusu yerine Mehmetçik, vişne şurubu yerine vişne demek gibi).

syneresis

i., gram. ulama, (tıb.) pıhtılaşma.

synergamy

i. grup evliliği.

synergetic

s. beraber çalışan; işbirliği yapan, birbirine kuvvet veren.

synergism

i., (tıb.) iki ilâcın birlikte daha kuvvetle tesir etmesi.

synergistic

s. birlikte çalışan.

synergy

i. birlikte çalışma, birbirini kuvvetlendirme.

synesis

i, gram manayı daha iyi ifade ettiği için uygun görülen gramer hatası.

synesthesia

i., biyol. sinestezi, duyum ikiliği, bir duyguyu başka bir duygu ile karıştırma.

syngamy

i., biyol. erkek ve dişi hücrelerin birleşmesi.

syngenesis

i., biyol. üreme.

synizesis

i. iki seslinin telaffuzundaki birleşme (msl ''saat'');(tıb.) gözbebeği küçülmesi.

synod

i. kilise meclisi; birkaç kilisenin birleşik kurulu; meclis, toplantı. Holy Synod Ortodoks kiliselerinin en yüksek ruhani meclisi. synodal, synodic(al) s. kilise meclisine ait.

synonym

i. eşanlam, anlamdaş kelime. synonym'ic s. anlamdaş, eşanlamlı.

synonymous

s. ortak anlamı olan, eşanlamlı, müteradif, anlamdaş. synonymously z. anlamdaş olarak.

synonymy

i. anlamdaşlık; bir araya getirilmiş eşanlamlı kelimeler; eşanlamlı kelimeleri inceleme.

synopsis

i. (çoğ. -ses) özet, hulâsa, icmal.

synoptictical

s. özet halinde olan; bir konuyu aynı yönden ele alan. Synoptics i., (çoğ.) Matta, Markos ve Luka incilleri. synoptically z. özet halinde.

synovia

i., anat. mafsallarda bulunan albüminli sıvı. synovial s. bu sıvıyla ilgili.

syntactic , tical

s., gram. sözdizimi kurallarına ait. syntactically z. sözdizimi yönünden.

syntax

i., gram. sözdizimi, sentaks, nahiv; sentaks kuralları.

synthesis

i. (çoğ. -ses) terkip, bireşim, sentez; kimyasal bileşim; ayrı ayrı. fikirleri birleştirip bir bütün meydana getirme, sentez. synthesist i. sentez yapan kimse.

synthesize

(İng.) -sise f. sentezle birleştirmek; sentez usulü ile husule getirmek.

synthetic ,ical

s. sentetik; suni; dilb. çekimli, yanaşık.

syntonize

f., elek. (frekans bakımından) birbirine uydurma. syntony i.,elek (iki tertibat) birbirine uyma; seselim.

sypher

f. yivli tahtaları kenar kenara bindirip düz bir yüzey meydana getirmek.

syphilis

i., tıb. frengi, sifilis. syphilit'ic s. frengili.

syphon

bak. siphon.

syria

i. Suriye. Syrian s., i. Suriyeli; Suriye Ortodoks kilisesine üye (kimse); Yakubiler kilisesine üye (kimse).

syriac

s., i. Süryanice ile ilgili; Süryanice; Süryanî.

syringa

i. ful, ağaç fulü, bot. Philadelphus cotonarius.

syringe

i., f. şırınga; f. şırınga etmek, şırınga ile yıkamak. fountain syringe lastik torba veya şişesi olan şırınga. hypodermic syringe ineli şırınga, enjeksiyon şırıngası.

syrinx

i. ((çoğ.) syringes) müz. bir çeşit basit flüt; kuşların ses organı; anat. östaki borusu; ark. Mısır mezarlarında kaya içinden açılmış geçit. syrin'geal s. östaki borusu ile ilgili; kuşların ötme borusuna ait.

syrup

i. şekerli sos. syrupy s. ağdalı, soslu.

syssarcosis

i., anat. iki kemiğin kaslarla birleşmesi.

systaltic

s., biyol. devamlı büzülüp açılan.

system

i. usul, düzen, nizam, kural, kaide, yol, sistem; intizam: âlem, evren, bütün kâinat; fels. dizge: uzuv; kibernetik. system of philosophy felsefe sistemi. system of pulleys makara takımı. mountain system sıradağlar, birkaç dağ silsilesinden ibaret takım. the system toplum düzeni. beat the system düzeni kendi çıkarına kullanmak. systems analysis yönetim sisteminin verimini artırmak için yapılan analiz.

systematic ,ical

s. usul ve kaideye göre veya uygun; usulüne göre iş gören, sistematik. systematic liar daima yalan söyleyen kimse. systematic worker düzenli çalışan kimse. systematically z. sistemli olarak.

systematize ,tise

(İng.)f. düzen vermek, usul veya kurallara uydurmak, sistematik hale koymak, sistemleştirmek. systematiza'tion i. düzene sokma, sistemleştirme.

systemic

s. bütün sisteme tesir eden; (tıb.) bütün vücuda tesir eden.

systole

i., biyol. yürekle damarların kasılması; gram. uzun bir heceyi kısaltma.

syzygy

i., gen. (çoğ.) astr. ay veya bir gezegen yörüngesinin güneşe en yakın veya en uzak olan noktası.

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL