NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

d ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: d
Bulunan Sonuç: 1788

d

(kıs). December, Department, Deus Doctor, Dutch.

d

(ing). pence eski ingiliz kuruşu; (fiz). density yoğunluk.

d

(kıs). date, daughter, day, days, dead, diameter, died; (tıb). da ver.

d a

(kıs). District Attorney.

d, d

(i). ingiliz alfabesinin dördüncü harfi. D Romen rakamlarında 500; (fiz). deuterium; (A.B.D). okullarda en alçak geçer not.

d-day

(i). ikinci Dünya Savaşında Fransa'ya asker çıkarma günü.

da

(kıs). daughter, day(s), deciare.

da capo

(müz). baştan tekrar. da capo al segno baştan işaret yerine kadar tekrar.

dab

(i). pisibalığına benzer bir balık.

dab

(f). hafifçe vurmak, dokunmak.

dab

(i). dokunma, hafif vuruş; yumuşak veya ıslak bir şeyin bir parçası.

dab

(i)., (k).dili uzman.

dabble

(f). su serpmek, hafifçe Islatmak; amatör olarak bir sanat veya işle uğraşmak. dabbler (i). sathi çalışan kimse, eğlence kabilinden bir işle uğraşan kimse.

dabchick

(i)., (zool). yumurta piçi gibi bir dalgıç kuşu.

dace

(i). bir çesit sazan, (zool). Leuciscus leuciscus.

dachshund

(i). kısa bacaklı bodur bir cins Alman köpeği.

dacron

(i)., (tic). (mark). Dakron, polyesterden imal edilmiş sentetik bir kumaş.

dactyl

(i). bir açık ve iki kapalı heceden meydana gelen eski bir Yunan ve Latin vezni: (--). dactyl'ic (s). bu vezinle yazılmış olan.

dactylography

(i). parmak izlerini inceleyen bilim dalı. dactyl'ogram (i). parmak izi.

dactylology

(i). sağırların el işaretleri ile konuşma sanatı.

dad, daddy

(i)., (k).dili baba babacığım.

daddy-longlegs

(i). çok uzun bacaklı bir örümcek, (zool). Phalangis.

dado

(i)., (mim). bir sütun için kürsü taşı; oda duvarının süslü alt kısmı, süpürgelik; bir tahtayı ikinci bir tahtanın kenarına tutturmak için oyulan oyuk.

daemon

(i). cin; koruyucu cin, himaye eden cin. daemon'ic (s). doğaüstü, insanüstü; esinli.

daffodil

(i). zerrin, fulya, nergis, (bot). Narcissus pseudo-narcissus.

daffy

(s)., (k).dili kaçık, deli, çatlak.

daft

(s). kaçık, deli.

dagger

(i). kama, hançer, bıçak. Iook daggers at someone bir kimseye öfke ile bakmak.

dago

(i)., (A.B.D)., (aşağ). ispanyol veya Italyan asıllı kimse.

daguerreotype

(i)., eski, (foto). gümüşlü levha üzerine çekilmiş fotoğraf.

dahlia

(i). dalya, yıldızçiçeği, (bot). Dahlia.

dahomey

(i). Dahomey.

dail

(i). irlanda millet meclisi.

daily

(s)., (z)., (i). gündelik, günlük; (z). her gün; (i). gündelik gazete; (ing). gündelikçi (hizmetçi). daily bread günlük ekmek, geçim, rızk, maişet. daily double at yarışlalarında çifte bahis.

dainty

(s)., (i). narin, zarif, nazik, sevimli; titiz, itinalı; nefis, lezzetli; (i). lezzetli şey. daintily (z). nazikâne, zarafetle. daintiness (i). zarafet, nezaket; titizlik.

daiquiri

(i). rom ve misket limonu suyundan yapılan bir içki.

dairy

(i). süthane, mandıra; sütçü dükkânı. dairy farm mandıra. dairymaid (i). sütçü kız. dairyman (i). sütçü. dairy products süthanede imal edilen ve satılan mallar.

dais

(i). kürsü.

daisy

(i). papatya, margarit, ilkbahar çiçeği, (bot). Bellis perennis; argo fevkalade şey. daisy chain papatyalardan yapılmış zincir.

dakar

(i). Dakar şehri, Senegal'in başkenti.

dal

(kıs). decaliter.

dal segno

(müz). tekrar işaretine dönünüz anlamına gelen işaret.

dalai lama

Tibet Budistlerinin baş rahibi ve başkanı Dalay Lama.

dale

(i). geniş vadi. up hill and down dale dere tepe.

dalliance

(i). oynaşma, eğlenme cilveleşme.

dally

(f). vakit öldürmek, oyalanmak; haylazlık etmek. dally away vakit öIdürmek. dally with oynaşmak.

dalmatia

(i). Dalmaçya. Dalmatian (i). Dalmaçyalı; arabaya koşulan bir cins köpek.

daltonism

(i)., (tıb). Dalton hastalığı, renk körlügü.

dam

(i)., (f). (-med, -ming) baraj, set, su bendi; (f). baraj yapmak; kapamak. dam in, dam up kapatmak, geri tutmak.

dam

(i). ana hayvan.

damage

(i)., (f). zarar, ziyan, hasar; (k).dili masraf, fiyat; (f). hasar yapmak bozmak, zarar vermek. damages (i)., (huk). tazminat.

damascene

(f). hareli çizgilerle süslemek, kakma iş ile süslemek.

damascus

(i). Şam; Şam çeliği.

damask

(i)., (s)., (f). Şam'da dokunan çiçekli ipek kumaş; damasko (kumaş); Şam çeliği; koyu pembe renk; (s). Şam çeliğinden yapılmış; Şam işi; gül renkli; (f).Şam işi gibi işlemek; damasko ile döşemek; gül rengi vermek.

dame

(i)., (ing). kadınlara verilen şövalyelik ayarında bir asalet unvanı; (eskiden) hanım, hatun, yaşlı kadın; (A.B.D)., argo kadın.

damn

(f)., (i). lanet etmek, takbih etmek; sövmek, Iânet okumak, beddua etmek; (i). Iânet. Damn!, Damn itl, Damn himl Allah belâsını versin. I damning evidence mahkum edici delil. damn with faint praise istemeyerek ve zorla birisini methetmek. damyankee (i)., (aşağ)., (A.B.D). Güney eyaletlerinde Kuzey eyaletlerinden bir kimse. He doesn't give a damn. Ona vız gelir. Aldırmaz. iplemez. I'll be damnedl Hay kör şeytanl Olur şey değill damnable (s). melun, Iânetli.

damnation

(i). Iânet, mahkumiyet, belâ; cehennem mahkumiyeti. Damnationl Lânet olsun.

damnatory

(s). takbih veya lanet if ade eden veya onlara sebebiyet veren.

damned

(s). melun; mahkum; Allahın belâsı. Damned if I know. Bilmem, Biliyorsam kahrolayım damnedest (s)., (i)., (k).dili en lânetli; çok şaşırtıcı; (i). en iyisi, en gayretlisi. He did his damnedest to please them. Onları memnun etmek için elinden geleni yaptı.

damocles

(i). Demokles. sword of Damocles Demokles'in kılıcı, her an tehdit eden bir tehlike.

damon and pythias

birbirine çok sadık iki dost.

damp

(s)., (i)., (f). nemli, rutubetli, yaş; (i). nem, rutubet; kömür ocaklarında hâsıl olan zararlı bir gaz; (f). boğmak, söndürmek; yavaşlatmak, durdurmak; ıslatmak, nemlendirmek. damp down ağır yansın diye ateş üzerine yaş kömür vb'ni dökmek, küllemek; sindirmek. damp off (bahç). bir mantar hastalığı ile çürüyüp dökülmek. dampness (i). rutubet, nem.

dampen

(f). nemlendirmek, az ıslatmak; nemlenmek, ıslanmak; (titreşim) azaltmak.

damper

(i). soba borusu anahtarı, sürgü, kapak; (müz). sindirici, pedal; çalgının sesini kesmeye mahsus bir çeşit yastık; (mak). ses titreşimini veya elektronik sinyalleri azaltan araç.

damsel

(i). genç kız, küçük hanım.

damson

(i). mürdümeriği, (bot). Prunus institia.

dance

(f). dans etmek, dans ettirmek, oynamak, oynatmak, sıçramak, sıçratmak. dance in attendance birinin etrafında dört dönmek.

dance

(i). dans, raks, oyun; balo; dans müziği. St. Vitus's dance (tıb). insan vücudunda bazı yerlerin istek dışında ve düzensiz olarak sıçraması, kore.

dancer

(i). dans eden kimse, dansör, dansöz. ballet dancer balerin; dansör. belly dancer oriyantal dansöz; rakkase.

dandelion

(i). kara hindiba çiçeği, (bot). Taraxacum officinale.

dander

(i)., (k).dili öfke, hiddet. get one's dander up kızmak, öfkelenmek; kızdırmak.

dandle

(f). hoplatmak, (çocuğu) diz üstüne oturtup oynatmak.

dandruff

(i). başta olan kepek, konak.

dandy

(s)., (i)., (k).dili âlâ mükemmel, iyi; (i). mükemmel kimse veya şey; züppe kimse, (colloq). çıtkırıldım kimse, hanım evladı; (den). bocurum dirsekli şalupa. dandy roller kâğıt filigran silindiri.

dane

(i). Danimarkalı. Great Dane Danua cinsi kopek.

danger

(i). tehlike, muhatara in danger tehlikede. out of danger tehlikeyi atlatmış.

dangerous

(s). tehlikeli, muhataralı. dangerously (z). tehlikeli bir şekilde.

dangle

(f). sarkmak, asılmak, asılı durup sallanmak; sarkıtmak, asıp sallamak.

danish

(s)., (i). Danimarka'ya ait; Danimarka dili.

dank

(s). yaş, nemli, rutubetli, Islak, küf kokulu.

danseuse

(i)., (Fr). dansöz.

danube

(i). Tuna nehri. Danu'bian (s). Tuna nehri havzasında bulunan yeni taş devri kalıntılarına ait.

dap

(f). yemi hafifçe suya atarak balık tutmak; hafifçe veya birdenbire suya dalmak.

daphne

(i). defne ağacı, (bot). Laurus nobilis.

dapper

(s). şık, zarif.

dapple

(s)., (f)., (i). benekli, nokta nokta, puanlı; (f). beneklenmek; (i). benekli hayvan. dapple gray bakla kırı, alaca kır (at).

dar

(kıs). Daughters of the American Revolution Amerika'da milliyetçi ve tutucu bir kadın derneği.

dardanelles

(i). Çanakkale Boğazı.

dare

(f)., (i). cesaret etmek, cüret etmek, kalkışmak; meydan okumak; (i). meydan okuma. daredevil (i). gözüpek kimse, haddinden fazla cesur kimse, yılmayan adam. Does he dare do it ? O işi yapmaya cesareti var mı ? I dare you. (ç). dili Haydi yap bakalım. I dare say. Zannedersem. Tahmin ederim. I double dare you. (ç).dili Yap da görelim. Sen yap ben de yaparım. take a dare başka bir kimsenin meydan okumasına karşı koymak. daring (i)., (s). cüret, cesaret, yiğitlik; (s). cüretkâr, yiğit.

dark

(s). karanlık, koyu, esmer; müphem, muğlak, çapraşık, kapanık; cehalet içinde olan; gizli, esrarlı; az sütlü (kahve). dark blue lacivert. dark-eyed (s). kara gözlü. dark horse (pol). beklenilmediği halde partisi tarafından aday gösterilen adam. dark lantern hırsız feneri. darkroom (i)., (foto). karanlık oda. dark star (astr). Işık vermeyen yıldız. a dark day karanlık gün; kötü gün. a dark saying kapalı söz. as dark as pitch zifiri karanlık. Keep it dark. Sakın kimseye söyleme. the Dark Ages Karanlık Devirler, Orta çağ. the Dark Continent Afrika. get dark akşam olmak, hava kararmak. darkly (z). ümitsizce; esrarengiz bir şekilde. darkness (i).karanlık.

dark

(i). karanllk, zulmet; akşam, hava kararması; koyu renk, gölge; muğlaklık, cehalet. dark of the moon gece olup da ayın görülmedigi zaman; mehtapsız gece. a leap in the dark körü körüne veya ne olduğunu bilmeden bir şeye atılma. at dark akşam olunca, hava kararırken. in the dark karanlıkta; habersiz.

darken

(f). karartmak, kararmak; anlaşılması zor hale getirmek; koyulaşmak, esmerleşmek. darken one's door birinin eşiğine ayak basmak.

darkle

(f). karanlıkta gözden kaybolmak; karanlık olmak.

darkling

(z). (s). karanlıkta; (s). karanlıkta olan.

darky

(i)., (aşağ). zenci.

darling

(i)., (s). sevgili, sevgilim; (s). sevgili; sevimli, cici hoş.

darn

(f)., (i). yamamak, iğne ile örerek tamir etmek; (i). örülerek tamir olunmuş yer. darning egg örgü yumurtası. darning needle örgü iğnesi; (zool). Odonata familyasından uzun gövdeli sinek.

darn

(f)., (i). Iânet etmek; (i). Iânetleme, damn'ın hafifletilmiş şekli. Darn itl Hey mübarekl I don't give a darn. Bana vlz gelir.

darnel

(i). delice otu, (bot). Lolium temulentum; karaçayır.

dart

(i)., (f). küçük ok; kargı, cirit; ani ve hızlı hareket; böceğin iğnesi; (terz) pens; fırlatma; (f). atmak, fırlatmak, ok gibi atmak veya atılmak; hela birkaç adım koşmak, etrafına bakmadan koşmak. dartboard (i). elle atllan küçük ok oyununda kullanılan ve mantardan yapılmış nişan tahtası.

darter

(i). fırlayan kimse veya şey; yılanboynu kuşu , kaz karabatağı, (zool). Anhinga rufa ; ufak tatlı su balığı.

dartle

(f). fırlatıp veya fırlayıp durmak.

darwinian

(s). Darvin veya onun evrim teorisine ait. Darwinism (i). Darvin nazariyesi, Darvincilik, doğal ayıklanma öğretisi.

dash

(f). hızlı koşmak; kısa mesafe koşmak; vurmak, çarpmak, kırmak, parçalamak; atmak, fırlatmak; sıçratmak; bozmak; karıştırmak, katmak; atılmak, kendini atmak, saldırmak, çarpmak; sıçramak. dash off acele gitmek, fırlamak. dash off a letter bir mektup karalamak. dash one,s hopes bir kimsenin ümitlerini klrmak, hayal kırıklığına uğratmak. dash to pieces çarpıp paramparça etmek.

dash

(i). kısa bir mesafeyi koşma; saldırma, fırlama, sıçrama; canlılık, enerji; tantana, gösteriş; çizgi, --- işareti, tire; herhangi bir şeye katılmış cüzi bir miktar, eser; iz, vuruş.

dashboard

(i)., (mak). arabada kontrol paneli.

dasher

(i). gösterişli insan; çarpma makinasında karıştırıcı araç.

dashing

(s). canlı, faal, atılgan; gösterişli, şık.

dastard

(i)., (s). alçak kimse; (s). alçak. dastardly (s). alçak, korkak, namert. dastardliness (i). alçaklık.

data

(i). (çoğ veya tek) bilgi, malumat, istatistik. data processing (özellikle elektronik makinalarla) bilgi toplayıp lüzumlu yere aktarma işlemi.

date

(f). tarih koymak, tarih atmak; tarih kararlaştırmak veya tahmin etmek, zamanını hesap etmek; tarihli olmak; randevuya çıkmak. It dates from a thousand (B.C). Milâttan bin sene evvelden kalma bir eserdir. dated (s). tarihli; modası geçmiş.

date

(i). tarih, zaman; randevu; flört edilen kız veya erkek. date line (coğr). gün değiştirme hattı. No date. Tarihi gösterilmedi. out of date modası geçmiş, demode; tarihi geçmiş. to date bugüne kadar. up to date günümüze uygun , çağdaş, modaya uygun. dateIess (s). tarihsiz.

date

(i). hurma. date palm hurma ağacı, (bot). Phoenix dactylifera.

dative

(s)., (i)., (gram). -e halinde olan; (i). datif, -e hali.

datum

(i). (ölçüde) başlangıç noktası veya hattı; malumat birimi.

datura

(i). tatula, tatala, (bot. ).Datura stramonium.

daub

(f). (i). sürmek, sıvamak, lekelemek, kirletmek; (i). harç, çamur, kireç lekesi; acemice yapılmış resim. dauber (i). acemi ressam.

daughter

(i). kız evlât, kız, kerime. daughter-in-law (i). gelin.

daughterly

(s). kız evlâda yakışır.

daunt

(f). yıldırmak, gözunü korkutmak. dauntless (s). gözüpek, yılmaz, korkusuz.

dauphin

(i). Fransa'da kralın en büyük oğlu.

davenport

(i). kanepe, sedir, divan; (ing). küçük yazıhane.

davit

(i)., (den). matafora; çapa kaldıran matafora.

davyjonesslocker

enginler, denizde ölenlerin kabri.

davylamp

eskiden madenciler tarafından kullanılan bir çeşit fener.

daw

(bak). jackdaw.

dawdle

(f). işini ağırdan alarak vakit kaybetmek, ağır davranmak, oyalanmak.

dawn

(i)., (f). tan, fecir, sabah, şafak sökmesi, gün ağarması, gün doğması; zuhur, ilk görünüş; (f). görünmeye başlamak, aydınlanmak, intikal etmek. dawn on anlaşılmak, sezilmek. It davvned on me. Kafama dank etti.

day

(i). gündüz; gün; zaman, devir. day after day, day by day günden güne. day camp gündüz kampı. day in, day out her gün. day labor gündelik iş. day laborer gündelikçi. day letter adi telgraf. day nursery gündüz bakımevi, kreş. day school derslerin gündüz yapıldığı okul, örencilerin gündüz devam ettiği okul, yatısız okul. days of grace borçluya borcunu ödemesi için fazladan tanınan üç gün. all day bütün gün. by day gündüzün. call it a day paydos etmek. Every dog has his day. Herkesin şanslı olduğu bir günü vardır. every other day gün aşırı, iki günde bir. from day to day günden güne. in days to come ilerde, gelecek günlerde. It has seen better days. Eskimiştir. judgment day kıyamet günü, mahşer günü. pay day maaş günü. solar day yirmi dört saat. some day bir gün, günün birinde. some fine day Allahın bir gününde. the last day kıyamet günü. the other day geçen gün, birkaç gün evvel. twice a day günde iki kere.

daybook

(i). yevmiye defteri, gündelik alışverişin yazıldığı defter; ajanda.

daybreak

(i). tan, şafak, seher.

daydream

(i)., (f). hayal; (f). hayal kurmak, dalmak.

daylight

(i). güneş ışığı, gün ışıgı; önce şaşırtıcı gelen bir şeyin sonradan anlaşılması; gösterme, teşhir etme. see daylight zorluklann sonuna gelmek. I will knock the daylights out of you. argo Canına okuyacağım.

daylight-savingtime

yaz aylarında saatlerin ileri alınması, yaz saati.

daylily

(i). sarı zambak.

daylong

(s)., (z). bütün gün boyunca devam eden; (z). bütün gün boyunca.

daytime

(i). gündüz.

daze

(f)., (i). göz kamaştırmak, büyülemek, (hayret, korku vb ile) afallatmak;(i). şaşkınlık dazed (s). yarı şuursuz; şaşkın.

dazzle

(f)., (i). gözünü kamaştırmak, hayran etmek; (i). kamaştırma.

dc

(kıs). da capo, direct current, District of Columbia.

dds

(kıs). Doctor of Dental Surgery diş tabibi diploması.

ddt

D.D.T.

de

önek -den, -dan, aşağı, tamamen, mahrum.

deacon

(i)., (f). diyakoz, kilise veya cemaat işlerinde gönüllü olarak papaza yardım eden kimse; (f)., (k). dili ilâhileri satır satır okumak; göz boyamak.

deactivate

(f). çalışamaz duruma getirmek.

dead

(s). ölü, öImüş, müteveffa; sönük; cansız, hareketsiz, ölü gibi; renksiz, solgun, tadı kaçmış, soğuk. dead ahead dosdoğru. dead and gone öImüş gitmiş. dead as a doornail öImüş, cansız. dead ball spor saha dışına çıkmış top, ölü top. dead beat çok yorgun, bitkin. dead center ölü nokta. dead end çıkmaz sokak; çıkmaz. dead hand (bak). mortmain. dead heat spor berabere biten yarış. dead language ölü dil. dead letter hükmü kalmamış kanun; sahibi bulunamayıp postanede kalan mektup. dead march (müz). cenaze marşı. dead nettle ısırganotu , ballıbaba, (bot). Lamium. dead reckoning (den). kaba kompas hesabı, parakete hesabı, pusula ile seyrüsefer hesabı. dead right tamamen haklı. dead set (k).dili kararlı. dead set against tamamen karşı, muhalif. dead tired bitkin, yorgun. dead water durgun su ; dümen suyu. dead weight geminin darası. come to a dead stop tamamen durmak. the dead ,(çoğ). ölüler. the dead of night gece karanlığı. the dead of winter kışın ortası. deadness (i). hissizlik, duygusuzluk.

deadbeat

(i)., (A.B.D)., argo borçlarını ödemekten kaçınan kimse; bedavacı, başkalarının sırtından geçinen kimse.

deaden

(f). kuvvetini kırmak hafifletmek, boğmak uyuşturmak (ağrı) kesmek (ses, ağrı); tatsızlaştırmak; parlaklığını gidermek, donuklaştırmak; ses geçmesini önlemek.

deadeye

(s). keskin nişancı.

deadeye

(i)., (den). boğata.

deadhead

(i)., (k).dili ücretsiz olarak kartla seyahat eden veya tiyatro v.b yerlere giden kimse; boş olarak kalkan tren, otobüs v.b; sıkıcı kimse.

deadlight

(i)., (den). Iomboz kapağı; lomboz.

deadline

(i). son teslim tarihi: cezaevlerinde hükümlülerin geçmemesi gereken yasak bölge sınırı.

deadlock

(i)., (f). çıkmaz iki taraflı karşı koymanın sonucu olarak her iki tarafın hareketsiz kalışı ; (f). çıkmaza sokmak, çıkmaza girmek.

deadly

(s). öldürücü; zehirli; ölüm derecesinde; ölüm gibi. deadly enemy can düşmanı. deadly nightshade güzelavratotu, (bot). Atropa belladonna. deadly sin ağır günah. the seven deadly sins yedi büyük günah.

deadpan

(i)., (s). (z)., (f)., (A.B.D)., argo anlamsız bir yüz; (s). boş ve anlamsız yüz ifadesi olan; (z). duygularını açığa vurmadan, anlamsızca; (f). duygularını belli etmeden hareketetmek veya konuşmak.

deadsea

Lut gölü.

deadwood

(i). ağacın kuru dalları, kurumuş dallar veya ağaçlar; (A.B.D). değersiz malzeme, faydasız kişi veya şey.

deaf

(s(. sağır; kulak asmayan. deaf-and -dumb alphabet sağır ve dilsizlere mahsus işaret alfabesi. deaf-mute (i). sağır ve dilsiz kimse. turn a deaf ear to dinlememek, kulak asmamak, aldırmamak.

deafen

(f). kulağını sağır etmek; kulağını tıkamak.

deal

(i). çam tahtası, çam kerestesi.

deal

(i). pazarlık, anlaşma, mukavele; iş; miktar; iskambil kâğıtlarını dağıtma. a good deal a great deal bir çok, bir hayli.

deal

(f). (dealt) alâkadar olmak, ilgilenmek, iş yapmak, davranmak; iskambil kâğıtlarını dagıtmak. deal in tüccarı olmak. deal with temas etmek, deginmek bahsetmek; işini görmek, icabına bakmak; müşterisi olmak ... ile alışveriş etmek. dealer (i). satıcı, tacir, tüccar; iş gören kimse; oyunda iskambil kâğıdını dağıtan kimse; argo esrar satıcısı. double-dealer (i). ikiyüzlü kimse, dalavereci kimse. plain dealer dürüst adam.

dealings

(i). iş, alışveriş; muamele, alaka.

dealt

(bak). deal.

deaminate

(f)., (kim). bir bileşikten amino gurubunu çıkarmak.

dean

(i). dekan; bir üniversite veya yüksek okulda idari görevi olan kimse; ingiliz kilisesinde bir papaz rütbesi; bir başkentte bulunan kordiplomatiğin en kıdemli üyesi. dean of students talebe meseleleriyle ilgili üniversite memuru. deanery (i). dekanın oturduğu ev, dekanın görevi; başpapazın evi.

dear

(i)., (s). sevgili; (s). aziz; sevgili; samimi; pahalı. dear John azizim John; bir kızın nişanlısına yazdığı ayrılma mektubu. Dear me I Aman I Canım I Yarabbi I Deme I for dear life canını kurtaracakmış gibi. dearly (z). sevgi ile, samimi olarak; pahalıya. deary (k).dili sevgili.

dearth

(i). yokluk, kıtlık.

death

(i). öIüm, öIme, vefat; katil, ölüme sebebiyet veren şey. deathbed (i). ölüm döşeği. deathblow (i). öIdürücü darbe. death certificate ölüm ilmuhaberi, defin ruhsatı. deathcup (i). çok zehirli bir çeşit mantar, (bot). Amanita. death duty (ing). veraset vergisi. deathless (s). baki, öIümsüz. deathlike (s). ölüm gibi. deathly (s). öIüm gibi, öldürücü. death mask ölmüş bir adamın yüzünden alçı ile alınmış maske. death rate vefiyat, bir senede ölenlerin binde nispeti. death rattle can çekişme hırıltısı. death's-head (i). fanilik sembolü olarak kullanılan kafatası şekli. death sentence idam hükmü. death stroke ölüm darbesi. death struggle can çekişme, ölüm kalım mücadelesi; can havliyle çabalama. deathtrap (i ).ölum tehlikesi olan yer (çürük bir bina gibi). death warrant (huk). idam hükmü. deathwatch (i). idam mahkumunu bekleyen gardiyan; (zool). Anobiidae familyasından bir böcek. at death's door öIümün eşiğinde, bir ayağı çukurda. be in at the death herhangi bir teşebbüsü sonuçlandırmak. be the death of öIümüne sebep olmak. catch one's death of cold fena halde nezle olmak. do to death öIdürmek. put to death öldürmek. the Black Death 14 yüzyılda Avrupa'yı kasıp kavuran büyük veba salgını. war to the death son nefesine kadar savaşma.

debacle

(i). birden çökme, kötü bir yenilgi; nehri tıkayan buz v.b,nin birden çözülmesi.

debar

(f). mâni olmak, engel olmak, menetmek, mahrum etmek, yoksun bırakmak. debar from menetmek.

debark

(f). gemiden çıkmak, karaya, çıkmak debarka tion (i). karaya çıkma, çıkarma.

debase

(f). kıymetini düşürmek, ayarını bozmak; şeref ve itibarına halel getirmek, tezlil etmek, alçaltmak, indirmek; bozmak. debased coinage içindeki gümüş veya altın miktarı azaltılmış madeni paralar.

debatable

(s). soruşturulması gereken, munakaşa edilebilir; şüpheli.

debate

(f)., (i). tartışmak, münakaşa etmek, müzakere etmek; çok düşünmek; (i). tartışma, münakaşa, müzakere, fikir mücadelesi. debating society münazaralar tertip eden kurum.

debauch

(f)., (i). ayartmak, baştan çıkarmak; (i). sefahat, sefahat âlemi.

debauchee

(i). sefih kimse, ayyaş kimse, zampara; (fig). çöplük horozu.

debauchery

(i). sefahat, ayyaşlık, uçarılık.

debenture

(i)., (tic). tahvil, senet, pusula. debenture bonds tahvilât.

debilitate

(f). takatini kesmek, kuvvetten düşürmek , zayıflatmak. debility (i). zayıflık, takatsizlik, kuvvetsizlik; anormal derecede halsizlik.

debit

(i)., (f). zimmet, borç; (f). zimmet kaydetmek; birinin zimmetine kaydetmek. debit an account bir hesabı zimmetine kaydetmek. debit balance zimmet bakıyesi. debit a person with a sum, debit a sum against a person, debit a sum to a person bir meblağı bir kimsenin hesabına zimmet olarak kaydetmek.

debonair

(s). nazik, tatlı, güler yüzlü, şirin, zarif, hoş.

debouch

(f)., (ask). dar ve kapalı bir yerden meydana çıkmak, çıkmak; açık bir yere çıkarmak.

debrief

(f). (bir asker, astronot v.b'ni) dönüşünde sorguya çekmek. debriefing (i). dönüşte yapılan soruşturma.

debris

(i). döküntü, yıkıntı, enkaz; (jeol). birikmiş parçalar.

debt

(i)., (tic). borç, alacak, matlup; suç, kabahat. debt of honor namus borcu. bad debt tahsil olunmayacak borç, tahsili kabil olmayan alacak. balance of a debt borç bakiyesi. be in anyone's debt bir kimseye borçlu olmak. consolidated debts muntazam borçlar. contract a debt borca girmek.discharge veya pay a debt borç vermek, tediye etmek. doubtful debts meşkuk matlubat, tahsili şüpheli borçlar. floating debt vadeli borçlar. funded debt senetlere bağlanmış borç. get out of debt borçtan kurtulmak. good debt sağlam borç, tahsili kati borç. national debt public debt devlet borcu. outstanding debt halen tahsili veya verilmesi lâzım gelen borç. run into debt borca girmek. transfer a debt alacağını başka birine havale etmek.

debtor

(i). borçlu kimse.

debug

(f). (bir odadan) gizli işitme cihazlarını sökmek; bir makina veya sistemin kusurlarını gidermek.

debunk

(f)., (k).dili. kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak.

debut

(i). başlangıç; (sahneye) ilk çıkış bir genç kızın sosyeteye ilk defa takdim olunması. make one's debut ilk defa olarak çıkmak, ilk konser v.b.'ni vermek; sosyeteye ilk defa takdim olunmak.

debutante

(i). sosyeteye ilk defa takdim olunan genç kız.

decade

(i). on sene, on senelik müddet, onlu grup veya takım.

decadence

(i). zeval, batma, çökme, çöküş, yıkılış, inkıraz, inhitat. decadent (s). inkıraz bulmuş, zeval bulmuş, batmış, çökmüş.

decaffeinate

(f). içinden kafeini çıkarmak.

decagon

(i)., (geom). on köşeli şekil.

decagonal

(s). on köşeli.

decagram

(i). dekagram.

decahedron

(i)., (geom). on yüzlü şekil. decahedral (s). on yüzlü.

decal

(i)., (güz). (san). kâğıttan cama veya tahtaya resim çıkarma sanatı, çıkartma.

decalcify

(f). kireçten mahrum etmek,(kemik v.b.'ni) kirecini çıkarmak.

decaliter

(i). dekalitre.

decalogue

(i). On Emir, Evamir-i Aşere.

decameter

(i). dekametre.

decamp

(f). ordu veya karargâhı kaldırmak, kampı bozup çekilmek: kaçmak, firar etmek, sıvışmak, ayrılıp gitmek.

decant

(f). sulu bir şeyi tortusundan ayırmak için dikkatlice dökmek, şarap v.b.'ni şişeden sürahiye boşaltmak. decanta'tion (i). bir kaptan bir kaba aktarma, boşaltma, dökme.

decanter

(i). sürahi.

decapitate

(f). başını kesmek, boynunu vurmak .decapita'tion (i). boynunu vurma.

decarbonize

(f). bir maddedeki karbonu ,çıkarmak.

decare

(i). dekar.

decasyllable

(i). on heceli kelime veya satır. decasyllab'ic (s). on heceli.

decathlon

(i). spor Olimpiyatlarda on çeşit oyundan ibaret bir müsabaka.

decay

(f). çürümek, zeval bulmak, inkıraz bulmak; azalmak, eksilmek; sıhhatçe düşmek, zayıflamak, bozulmak; çürütmek; (i). sıhhatçe düşme, zayıflama, bozulma; azalma, eksilme; harap olma.

decease

(f). öIüm, öIme, vefat; (f). öImek. the deceased merhum, rahmetli.

decedent

(i)., (huk). öImüş kimse, ölen kimse.

deceit

(i). hile, yalan; hilekarlık, dolandırıcılık, düzenbazlık. deceitful (s). hilekar, aldatıcı. deceitfully (s). hilekarlıkla, yalancılıkla. deceitfulness (i). hilekarlık, yalancılık.

deceive

(f). aldatmak, yalan söylemek. deceiver (i). aldatıcı kimse, hilekâr kimse.

decelerate

(f). yavaşlamak; sürati kesmek.

december

(i). aralık, birinci kânun, kânunuevvel. Decembrist (i). 1825 tarihinde Rusya'da meşrutiyet hükümeti kurmak isteyenlerden biri.

decemvir

(i). eski Roma'da on üyesi olan hükümet meclisi azalarından her biri; yetkili makamda bulunan on kişiden her biri.

decency

(i). terbiye, edep, nezaket; ıIımlılık, itidal; kanunlara uyma; iffet, namus; bu şekilde yapılan herhangi bir iş veya davranış.

decennial

(s)., (i). on senede bir olan; (i). onuncu yıldönümü.

decent

(s). terbiyeli, nazik, nezih, temiz, iyi. decently (z). terbiye ölçüsünde; nezih bir şekilde; yeteri kadar.

decentralization

(i). sorumluluğun dağıtılması,bir merkezden idare edilmeyiş.

decentralize

(f). sorumluluğu dağıtmak, bir merkezden idare etmemek.

deception

(i). aldatma, aldanma; yalancılık; hile, düzen, dolap. deceptive (s). aldatan, aldatıcı. deceptively (z). aldatarak, aldatıcı bir surette. deceptiveness (i). aldatıcılık, düzenbazlık, hilekarlık.

decerebrate

(f)., (tıb). beynini çıkartmak.

decertify

(f). bir belgeyi iptal etmek.

deciare

(i). bir arın onda biri, desiar.

decibel

(i)., (fiz). sesin şiddetini öIçme birimi, desibel.

decide

(f). karar vermek, kararlaştırmak, hüküm vermek. decide against (a). thing bir şeyin aleyhinde karar vermek. decide for a thing, decide in favor of a thing bir şeyin lehinde karar vermek.

decided

(s). kesin, kati, şüphesiz; kararlaştırılmış, mukarrer, muhakkak; sebatkar, inatçı. decidedly (z). kesinlikle, katiyetle.

deciduous

(s). belirli mevsimlerde dökülen, geçici.

decigram

(i). desigram.

deciliter

(i). desilitre.

decillion

(i)., (mat)., (A.B.D.). 33 sıfırla yazılan bir rakam; (ing). 60 sıfırla yazılan bir rakam; desilyon.

decimal

(i)., (s)., (mat). ondalık. decimal fraction ondalık kesir. decimal notation ondalık işaretleme veya notlama .decimal place ondalık hanesi. decimal point ondalık nokta. decimal system ondalık sistemi.

decimate

(f). büyük bir kısmını yok etmek; bir grup içinden her on kişide birini alıp öIdürmek. decima'tion (i). imha, katliam.

decimeter

(i). desimetre.

decipher

(f). şifre çözmek; yorumlamak . decipherable (s). halledilebilir, okunabilir; anlaşılır.

decision

(i). karar, hüküm; ilâm, emir, irade; sebat tereddütsüzlük. come to veya make a decision karar vermek, karar almak.

decisive

(s). kesin, kati. decisively (z). kesin olarak, katiyetle. decisiveness (i). kesinlik, katiyet.

deck

(i)., den. güverte; güverte gibi yer; iskambil kâğıt takımı, bir paket oyun kâğıdı; (argo). esrar paketi. deck chair şezlong. deck hand güverte tayfası. deck house üst güvertede yapılan kamara veya salon. below decks (den). palavra altına, ambarda, ambara. clear the decks gemiyi harbe hazırlamak, güvertenin kalabalığını boşaltmak; bir işe hazırlanmak. hit the deck (argo). yataktan kalkmak; yere çökmek; harekete geçmek. Iower deck (den). tavlun. main deck (den). palavra poop deck (den). kıç kasarası promenadedeck (den). gezinti güvertesi. quarterdeck (den). kıç güvertesi, kıç taraf .tape deck hoparlor ve amplifikatorü olmayan. teyp watch on deck (den). güverte nöbetçisi.

deck

(f). donatmak, süslemek. deck out donatmak, süslemek.

deckle

(i). kâğıt imalâtında kullanılan el kalıbı çerçevesi. deckle edge kâğıdın tırtıklı kenarı.

declaim

(f). belâgatle söz söylemek, inşat etmek; nutuk çekmek. declaim against şiddetle karşı koymak, bağırıp çağırmak.

declamation

(i). sööz söyleme, sanatı, hitabet, belâgat.

declamatory

( s). hitabete ait; tantanalı, heyecanlandırıcı (konuşma tarzı).

declaration

(i). ilân, takrir; demeç; ihbarname, tebliğ; beyanname; (huk). ifade; briç karar verilen oyun. Declaration of Independence Amerika Birleşik Devletlerinin istiklal beyannamesi. declaration of rights haklar beyannamesi.

declarativetory

(s). beyan eden, ifade eden.

declare

(f). ilân etmek, beyan etmek, ifade etmek, ortadan söylemek, alenen söylemek; bildirmek, haber vermek; iddia etmek; ispat etmek. Well, I declare I Aman I Acayip !

declension

(i)., gram isim çekimi, tasrif; çökme.

declination

(i). kuzey kutbu ile pusulanın kuzey yönu arasındaki açı; (astr). inhiraf, meyil; menfi cevap.

decline

(f). sapmak, meyletmek, inhirafetmek ; zevalbulmak; eksilmek, azalmak, düşmek; eğilmek, sarkmak; reddetmek, çekilmek, istememek; (astr). meyletmek; eğmek, saptırmak, eğdirmek, çevirmek, inhiraf ettirmek; -den çekilmek veya kaçınmak; (gram). çekmek, tasrif etmek declinable (s). çekilebilir.

decline

(i). meyil, iniş; gerileme; batma, zeval, inhitat, inkıraz, sapma, inhiraf; (tıb). hastalık ârazının zeval bulma devresi; (tıb). maddi ve manevi kuvvetten düşme. go into a decline kuvvetten düşmek. on the decline çökmekte, inkıraz bulmakta.

declivity

(i). iniş, meyil.

declutch

(f). debreyaj pedalına basmak, debreyaj yapmak.

decoct

(f). kaynatarak özünü elde etmek. decoction (i). kaynatma; bir şeyi kaynatarak elde edilen öz.

decode

(f). şifre çözmek, şifreli yazıyı okumak.

decolletage

(i). dekolte elbisenin yakası; açık elbise.

decolorant

(i). beyazlatıcı madde.

decolorize

(f). rengini açmak, soldurmak, ağartmak.

decommission

(f). (gemi v.b.'ni) yedeğe çekmek.

decompose

(f). ayrıştırmak, halletmek; çürütmek; çürümek. decomposi'tioni ayrışma, ayrışım; çürüklük, bozukluk, tefessüh.

decompress

(f). yeraltı işçisini hava basıncından kurtarmak. decompression chamber uçuşa hazırlık için normal basıncı azaltan kapalı hücre.

decongestant

(i)., (tıb). burundaki nemi azaltarak soluk almayı kolaylaştıran ilaç.

decontaminate

(f). bir cisim veya bölgeyi zararlı kimyasal maddelerden arıtmak.

decontrol

(f). kontrol altından çıkarmak, kontrolu kaldırmak.

decor

(i). dekor.

decorate

(f). süslemek, tezyin etmek; nişan vermek.

decoration

(i). süslemek; ziynet, tezyinat, süs; nişan, madalya.

decorative

(s). süsleyici, süslü, tezyini.

decorator

(i). dekoratör, tezyin eden kimse. interior decorator iç mimar.

decorous

(s). âdetlere uygun, alışılagelmiş,terbiyeli , rabıtalı decorously (z). alışılagelmiş şekilde.

decorticate

(f). kabuğunu soymak.

decorum

(i). edebe uygun olma, terbiyeli olma, rabıtalı olma; münasip surette hareket.

decoy

(f). tehlikeye atmak, tuzağa düşürmek.

decoy

(i). av hayvanlarını tuzağa düşürmekte kullanılan herhangi bir şey, yem; teşvikçi kimse, tuzakçı kimse.

decrease

(f). azalmak, eksilmek, küçülmek, çekilmek; azaltmak, eksiltmek decreasingly (z). gittikçe azalarak.

decrease

(i). eksilme, azalma, çekilme; küçülme; eksiklik, noksan on the decrease azalmakta.

decree

(i). resmi emir, irade, karar, hüküm, kararname. decree nisi huk altı ay zarfında aksi sabit olmadığı takdirde icra mevkiine giren boşanma kararı.

decree

(f). emretmek, buyurmak; hüküm vermek, karar vermek.

decrement

(i). eksilme, azalma; zayiat; eksiklik.

decrepit

(s). eskimiş, yıpranmış, hemenhemen işlemez hale gelmiş, ihtiyarlıktan zayıflamış, eli ayağı tutmaz.

decrepitate

(f). çatırdatarak ateşte kavurmak (tuz, maden vb)', ateşte çatırdamak .

decrepitude

(i). ihtiyarlıktan ileri gelen elden ayaktan kesilme, düşkünlük.

decrescendo

(s)., (z)., (müz). dekreşendo, diminuendo.

decrescent

(s). azalan, küçülen.

decretal

(i). resmi karar, Papa tarafından verilen emir ve hüküm.

decretory

(s). hüküm veya iradeye ait.

decrial

(i). kınama, takbih.

decry

(f). kötulemek, zemmetmek, kınamak, takbih etmek, batırmak.

decumbent

(s)., (bot). yatık; eğilmiş, uzanmış.

decurion

(i). eski Roma'da onbaşı.

decussate

(f)., (s). çaprazvari geçmek; X şeklinde geçmek; (s). X şeklinde, çaprazvari .

dedicate

(f). adamak, tahsis etmek, takdis etmek, vakfetmek; vermek, ithaf etmek. dedicated (s). ithaf olunmuş, verilmiş; tahsis edilmiş. dedica'tion (i). adama, tahsis veya takdis etme, tahsis olunma, ithaf .ded'icato'ry (s). ithaf kabilinden.

deduce

(f). anlamak, mantıki olarak sonuç çıkarmak, istihraç etmek, istintaç etmek.

deduct

(f). çıkarmak, tenzil etmek; istintaç etmek , sonuç çıkarmak deduction (i). istintaç, netice çıkarma; (man)., tümdengelim; sonuç, netice, istidlâl; hesaptan düşme, tenzil. deductive (s). istintaç ve istidlâl yolunda olan; tümdengelimli.

deed

(i)., (f). iş, fiil, amel, hareket; (huk). senet, tapu senedi, hüccet; (f). senetle devretmek. draw up a deed senet yazmak. in deed aslında, hakikatte title deed tapu senedi. witness a deed tanık olarak senede imza koymak; bir işe şahit olmak.

deem

(f). saymak, farz etmek, addetmek, zannetmek, kıyas etmek.

deemphasize

(f). önemini azaltmak, dikkati üzerinden çekmeye uğraşmak.

deep

(z). derin derin, derinde. deep laid schemes enine boyuna düşünülmüş. planlar, gizli ve geniş planlar.

deep

(i). derinlik, engin, deniz. the deep ,şiir enginler, deniz, derya. the deep of winter karakış.

deep

(s). derin; anlaşılmaz; şiddetli, ağır; koyu (renk) ; kalın, boğuk, pes (ses). deep -dyed (s). hakiki, tam. deep in debt borca batmış, gırtlağa kadar borç içinde. deep in thought derin düşünceye dalmış. deep -rooted (s). uzun köklü; kökleşmiş (inanç vb), sabit. deep sea okyanuslarda suyun en derin olduğu kısımlar. deep-seated (s). kaldırılması zor veya imkânsız, sabit. deep-set (s). derinde olan. deep sigh derin iç çekiş. Deep South Güney Carolina, Louisiana, Alabama, Georgia ve Mississippi eyaletleri. deep tone kalın perdeli ses, boğuk ses .deep trouble derin sıkıntılar. drawn up six deep altı sıra halinde, altı sıraya dizilmiş. go off the deep end (k).dili düşünmeden ve telaşla hareket etmek. in deep water başı dertte; şaşkınlık içinde.

deepen

(f). derinleşmek, derinleştirmek; artırmak; koyulaştırmak (renk); kalınlaşmak (ses).

deepfreeze

(i)., (f). dondurulmuş yemekleri muhafaza eden buzdolabı, dipfriz; dondurup saklama ; (f). dondurup saklamak.

deepfry

(f). bol miktar yağda kızartmak.

deer

(i). (çoğ. deer) geyik, karaca, (zool). Cervus. deer fly ufak yeşilimsi birkaç çeşit atsineği. deerhound (i). büyük cins tazı. deer park içinde geyik beslenilen koru. fallow deer alageyik, sığn, (zool). Dama dama musk deer misk keçisi, (zool). Moschus moschiferous red deer kızıl geyik, (zool). Cervus elaphus roe deer karaca, (zool). Capreolus capreolus.

deescalate

(f). (bilhassa harbin) kuvvetini azaltmak; azalmak, ehemmiyetini yavaş yavaş kaybetmek.

deface

(f). resim v.b'ni bozmak, tahrif etmek, şeklini bozmak, güzelliğine halel getirmek, silmek. defacement (i). bozma, tahrif.

defacto

(Lat). bilfiil, fiilen, hakikatte, edimli olarak.

defalcate

(f). emanet paradan çalmak, zimmetine geçirmek. defalca'tion (i). emanet paradan çalma, zimmetine geçirme, suiistimal.

defame

(f). zem ve iftira ile bir kimsenin itibarını zedelemeye çalışmak; namusuna leke sürmek. defamation (i). iftira; lekeleme. defamatory ri)( s) iftira olan, lekeleme kabilinden.

default

(i). ihmal; mahkeme, maç v.b.'ne gelmekten kaçınma; hazır bulunmayış, yokluk. in default of payment ödenmediği takdirde.

default

(f). emanet paranın açığını ödemekten kaçınmak, taahhütlerini yerine getirmemek; mahkemede ispatı vücut etmemek; spor karşılaşmasına zamanında gelmeyip hakkını kaybetmek ; ifa etmemek, ödememek;ispatı vücut etmediğinden mahkum etmek.

defaulter

(i). mahkemede ispatı vücut etmeyen kimse, gaip kimse; yiyici kimse, irtikâp yapan kimse, emanet edilen paranın hesabını vermeyen kimse, borçlarını ödemeyen kimse.

defeasance

(i)., (huk). iptal, lağvetme.

defeasible

(s). iptali mümkün, lağvolunabilir, feshedilebilir.

defeat

(f)., (i). yenmek, mağlup etmek; hezimete uğratmak; bozmak, iptal etmek, ıskat etmek; (i). bozgun, yenilgi, mağlubiyet, hezimet. defeatism (i). bozgunculuk. defeatist (i)., (s). bozguncu kimse; (s). bozguncu.

defecate

(f). dışkı boşaltmak; tortusunu çıkarmak. defeca'tion (i). dışkı boşaltma.

defect

(i)., (f). kusur, noksan, eksiklik; (f). terketmek; karşı tarafa iltica etmek.

defection

(f). bulunduğu veya mensup olduğu zümre, parti, taraf v.b.'nden çekilme, terketme.

defective

(s). kusurlu, sakat, eksik, noksan; (gram). bazı çekim şekilleri kullanılmayan. defectively (z). kusurlu olarak, noksan olarak. defectiveness (i). kusurluluk, noksanlık.

defector

(i). karşı tarafa kaçan kimse. defence (ing)., (bak). defense.

defend

(f). savunmak müdafaa etmek, muhafaza etmek, korumak, saklamak, himaye etmek.

defendant

(i)., (huk). müddeialeyh, davalı.

defender

(i). koruyucu kimse, savunucu veya müdafaa eden kimse, himaye eden kimse.

defenestration

(i). pencereden fırlatılma.

defense

(ing). defence (i). savunma, müdafaa, korunma, vikaye, himaye; muhafaza eden herhangi bir şey, koruyan şey. defenseIess (s). müdafaasız, korunmasız, muhafazasız, biçare.

defensible

(s). savunulabilir, müdafaa edilebilir , müdafaası kabil, hak verilir.

defer

(f). (-red, -ring) sonraya bırakmak, ertelemek, tehir etmek, tecil etmek.

defer

(f). (-red, -ring) to ile kararı başkasına bırakmak, başkasının fikrine uymak.

deference

(i). riayet, uyma; hürmet, ihtiram. out of deference to -e riayeten, -e uyarak.

deferent

(s)., (i). nakleden, taşıyan; (anat). ersuyu (sperma). kanalına ait; (i) yörünge.

deferential

(s). riayetkârane, hürmetkar. deferentially (z). hürmetkârca.

deferment

(i). erteleme, tehir; mecburi askerlik hizmetinin ertelenmesi.

deferred

(s). ertelenmiş; kâr hisseleri ertelenmiş; mecburi askerliği ertelenmiş.

defiance

(i). meydan okuma; karşı koyma, muhalefet mukavemet. in defiance of hiç bırakmayarak, zorluklara rağmen gözüne alarak.

defiant

(s). muhalif, karşı gelen; cüretkâr, küstah. defiantly (z). cüretle, küstahça.

deficiency

(i). eksiklik, noksanlık, kusur, yetersizlik, kifayetsiz!ik; hesap açığı. deficiency disease (tıb). gıda eksikliğinden ileri gelen hastalık.

deficient

(s). eksik, noksan; yetersiz, kifayetsiz, zayıf, açık (hesap). be deficient in -de eksik olmak. deficiently (z). yetersizce, kifayet etmeyerek.

deficit

(i). hesap açığı, zarar.

defier

(i). karşı gelen kimse; meydan okuyan kimse.

defilade

(f)., (i)., (ask). havale siperi yapmak; (i). havale siperi yapma.

defile

(f)., (i). sıra halinde yürümek; (i). sıra halinde yürüyüş; dağlar arasındaki uzun ve dar geçit.

defile

(f). kirletmek, pisletmek, bulaştırmak, bozmak. defilement (i). kirletme, bozma, pisletme.

define

(f). tarif etmek, tavsif etmek; sınırlamak, tahdit etmek, tayin etmek, ayırmak, tefrik etmek. definable (s). tarifi mümkün; ayırt edilebilir.

definite

(s). sınırlı, mahdut, belirli, muayyen, kararlaştırılmış, mukarrer; kesin, kati. definite article İngilizcede isimden önce kullanılan ve nitelediği ismi belirleyen kelime, yani the. definitely (z). kesinlikle, tamamen, kati surette. definiteness (i). kesinlik, katiyet.

definition

(i). tarif, tanımlama, izah, tavsif; berraklık, vuzuh.

definitive

(s). kesin, kati, nihai, son, tam ve eksiksiz; tayin eden, sınırlandıran, tahdit eden, mukarrer. definitively (z). kesinlikle; nihai olarak.

definitude

(i). kesinlik.

deflagrate

(f). ateş alıp birden parlamak. deflagra'tion (i). birden ateş alma.

deflate

(f). hava veya gazı boşaltmak; gururunu kırmak, informal burnunu sürtmek; fiyatları duşürmek. deflation (i). hava veya gazı boşaltma; fiyatların düşmesi, deflasyon. deflationary (s). fiyatların düşmesine sebep olan.

deflect

(f). yoldan saptırmak, inhiraf etmek veya ettirmek, çevirmek; dönmek. deflector (i). yana saptıran alet.

deflection

(i). yoldan sapma, inhiraf, dönme.

defloration

(i). kızlığını bozma, bikrini izale etme; bir şeyin tazeliğini ve taravetini bozma.

deflower

(f). kızlığını bozmak, bikrini izale etmek; çiçeğinden mahrum etmek.

defluxion

(i)., (tıb). sıvıların boşalması (nezle).

defoliate

(f). yapraklarını dökmek veya düşürmek; düşmanın mevzilenmesini önlemek için bitkileri tahrip etmek. defolia'tion (i). , (bot). yaprakların dökülmesi veya düşürülmesi. defoliator, defoliant (i). yaprakları döken ilâç veya zehir.

deforce

(f)., (huk). zorla alıkoymak (başkasının malını), zorla geri tutmak.

deforest

(f). ormandan mahrum etmek.

deform

(f). şeklini bozmak, biçimini bozmak; sakat etmek; çirkinleştirmek.

deformation

(i). şeklini veya biçimini bozma, çirkinleştirme; sakatlık; (fiz). tazyik altında şekil değişimi.

deformity

(i). biçimsizlik, sakatlık, çirkinlik; sakat kimse veya şey.

defraud

(f). dolandırmak, aldatmak, hakkını yemek, gadretmek; (slang). üç kâgıda getirmek.

defray

(f). ödemek, tediye etmek, vermek, tesviye etmek. defrayment (i). ödeme tediye.

defrock

(f). (papaz) rütbesinden mahrum etmek ; cüppesini çıkartmak.

defrost

(f). buzlarını çözmek veya eritmek. defroster (i). buzdolabı v.b.'nde buzları çözme veya eritme tertibatı.

deft

(s). becerikli, eli işe yatkın, marifetli. deftly (z). beceriklilikle. deftness (i). beceriklilik, yatkınlık.

defunct

(s). öIü; feshedilmiş, ilga edilmiş, yürürlükten kaldırılmış. the defunct kaba ölü, ölmüş.

defuse, defuze

(f). (bombadan) fitili sökmek.

defy

(f). meydan okumak, karşı gelmek, karşı koymak.

degas

(f). (-sed, -sing) zehirli gazlardan arıtmak; (radyo tüplerini) bütün gazlardan arıtmak.

degauss

(f). bir şilebin manyetik alanını siper edip manyetik mayınlardan korumak.

degeneracy

(i). yozlaşma, soysuzlaşma, bozulma, dejenere olma.

degenerate

(s). yozlaşmış, soysuzlaşmış,alçalmış, dejenere. degenerately (z). (z). yozlaşarak, soysuzlaşarak. degenerateness (i). yozlaşma, soysuzlaşma, bozulma.

degenerate

(f). bozulmak, yozlaşmak, soysuzlaşmak, dejenere olmak; düşmek sukut etmek; (biyol). cinsi bozulmak, daha alçak bir duruma düşmek . degenera'tion (i). yozlaşma, soysuzlaşma, bo

deglutition

(i)., (biyol). yutma.

degradation

(i). tenzil, indirim, indirme; rütbe tenzili; rezalet; düşme, sukut; (güz). (san). uzak görünmesi için tonu hafifletme.

degrade

(f). alçaltmak, rezil etmek; rütbesini indirmek; derece itibariyle alçalmak, bozulmak. degrading (s). alçaltıcı, haysiyet kırıcı.

degree

(i). derece, mertebe; paye; tabaka, sınıf; rütbe, mevki, seviye .degree of latitudeparalel derecesi degree of longitude meridyen derecesi. by degrees yavaş yavaş, derece derece, gittikçe. comparative degree (gram). mukayese derecesi, üstünlük derecesi. murder in the first degree (huk). kasıtlı öIdürme, taammüden adam öIdürme. positive degree (gram). eşitlik derecesi. superlative degree (gram). mübalâğa derecesi, enüstünlük derecesi. third degree (k).dili; suçluyu konuşturmakiçin işkence yapma. to a degree bir dereceye kadar, biraz. to the last degree son dereceye kadar. university degree yüksekö ğrenim diploması.

dehisce

(f)., (bot). (bitki tohumları kabuğu) kendi kendine açılmak, yarılıp açılmak, çatlamak.

dehumanize

(f). insanlıktan çıkarmak, canavarlaştırmak; şahsiyetsizleştirmek, makinalaştırmak, robot yapmak.

dehumidify

(f). rutubetini gidermek. dehumidifier (i). rutubeti gideren alet.

dehydrate

(f). suyunu çıkarmak; suyu çıkmak.

deice

(f). buz tutmasına engel olmak, buzlarını temizlemek, eritmek. deicer (i). buz eritici tertibat, buz çözücü.

deictic

(s). işaret eden, gösteren; (man). aracısız ispat eden.

deification

(i). ilah derecesine çıkarma, tanrılaştırma, yüceltme.

deify

(f). tanrılaştırmak, ilah derecesine çıkarmak; Allah gibi tapmak.

deign

(f). tenezzül etmek, inayet etmek, Iütfetmek.

deigratia

(Lat). Allahın inayeti ile ; (kıs). D.G.

deism

(i). vahyi inkar etmekle beraber Allahın varlığına inanma, deizm; bu itikadın mezhebi felsefesi; dinitabii deist (i). bu itikadı kabul eden kimse. deistic (s). bu itikada ait.

deity

(i). tanrı, ilah, mabut; ilahi varlık. the Deity Allah, Cenabı Hak, Ulu Tanrı.

dejàvu

bayat konu; bunu evvelden görmüştüm duygusu.

deject

(f). meyus etmek, mahzun etmek, kederlendirmek; hevesini kırmak. dejected (s). meyus, kederli, mahzun. dejection (i). neşesizlik, keder, can sıkıntısı, yeis; (çoğ)., (tıb). defi tabii, dışkı.

dejecta

(i)., (çoğ) dışkı.

dejure

(Lat). haklı olarak, meşru olarak, kanunen.

dekagram

(i). dekagram.

dekaliter

(i). dekalitre.

dekameter

(i). dekametre.

delaine

(i). yünlü veya yün ile pamuk karışık ince elbiselik kumaş.

delate

(f). yaymak. delator (i). iftiracı.

delay

(f)., (i). ertelemek, tehir etmek, sonraya bırakmak, alıkoymak, geciktirmek, maniolmak; gecikmek, geç kalmak; (i). tehir, gecikme, geç kalma; muhlet, vade.

dele

(f)., (matb). ,Çıkarınız.

delectable

(s). hoş, latif, nefis, leziz.

delectation

(i). Iezzet, haz, büyük zevk.

delegacy

(i). elçilik, murahhaslık; murahhaslar heyeti; delegasyon; delegasyona verilen yetki.

delegate

(i)., (f). (del'ıgeyt) temsilci, murahhas, delege, mümessil, elçi, vekil; (f). delege göndermek; delegeye yetki vermek; havale etmek, emanet etmek. delega'tioni delegasyon, mümessil heyeti; veka1et verme, yetki verme; murahhaslık.

delete

(f). silmek, bozmak, çizmek, çıkarmak. deletion (i). silme, bozma; yazıdan çıkarılan parça.

deleterious

(s). sağlıga zararlı, muzır, fena.

delft, delfware

(i). Hollanda'nın Delft şehrinde yapılan çini işi.

delhi

(i). Delhi.

deliberate

(s). kasti, önceden düşünülmüş,mahsus ; düşünceli, ihtiyatlı, tedbirli, telaşsız, aklı başında, ağır. deliberately (z). kasten, düşünerek, mahsus.

deliberate

(f). düşünmek, ölçünmek, üzerinde durmak, tartmak, mütalaa etmek, istişare etmek. delibera'tion (i). üzerinde düşünme, kafa yorma, mütalaa; müzakere; tartışma; karar vermekte ihtiyat. deliberative (s). düşünceli, ihtiyatlı; düşünen, müzakere eden, karar vermede acele etmeyen.

delicacy

(i). Iezzetli şey; incelik, nezaket, zarafet, hassasiyet, kibarlık.

delicate

(s). nazik, narin, ince, zayıf, kolay kırılır; hassas,(aletler) dakik, titiz; en ufak değişiklikleri kaydeden , hassas; nefis, leziz; güzel, zarif, kibar; açık (renk). delicately (z). nazikane, zarif bir şekilde, incelikle delicateness (i). incelik, zarafet, nezaket.

delicatessen

(i). mezeci dükkânı,şarküteri.

delicious

(s). Ieziz, lezzetli, nefis, güzel, tatlı. deliciously (z). nefis bir şekilde.

delict

(i)., (huk). haksız fiil, suç.

delight

(f)., (i). memnun etmek, sevindirmek; memnun olmak, sevinmek; hazzetmek, zevk almak, eğlenmek; (i). sevinç, zevk, keyif, haz; sevinç verme hassası; füsun, sihir. be delighted with -den memnun olmak. delightful (s). hoş, latif, güzel, şirin. delightfully (z). zevkle, hazla, memnuniyetle.

delimit

(f). tahdit etmek, sınırlamak, hudut tayin etmek.

delineate

(f). şeklini çizmek, resmetmek, portresini çizmek, tasvir etmek, tarif etmek. delinea'tion (i). resmetme, çizme; resim, şekil, kroki; tarif, vasıflandırma, nitelendirme.

delinquent

(s)., (i). kabahatli, vazifede ihmalkâr olan, suçlu, mücrim; zamanı geldi- ği halde ödenmemiş; (i). görevini ihmal eden kimse, kabahatli kimse, suçlu kimse. juvenile delinquent (huk). çocuk suçlu. delinquency (i). kabahat, kusur, hata; ihmalcilik.

deliquesce

(f). kendi kendine havadan rutubet kapıp yavaş yavaş erimek. deliquescent (s). havadan çektiği su ile eriyebilen. deliquescence (i). havadan çektiğisu ile eriyebilme.

delirium

(i). hezeyan, sayıklama; çılgınlık; taşkınlık. delirium tremens içki iptilâsından gelen titremeli hezeyan.

deliver

(f). tevdi etmek, teslim etmek, bırakmak, vermek; kurtarmak, serbest bırakmak; çocuğu almak, doğurtmak; irat etmek, söylemek (nutuk); atmak (tokat); hüküm vermek. deliver oneself of konuşma haline dökmek. be delivered of doğurmak.

deliverance

(i). teslim etme, verme; kurtarma, kurtuluş; fikrini açıklama.

deliverer

(i). kurtaran kimse, kur tancıkimse ; teslim eden kimse; dağıtıcı,evlere tevzi eden kimse.

delivery

(i). kurtarma, kurtuluş; teslim, postadan mektupların dağıtılması, tevzi; doğum; konuşma tarzı; topa vuruş, servis (beysbol). deliveryman (i). satılan malı eve kadar götüren kimse.

dell

(i). kuytu yer, küçük vadi, korulu vadi.

delouse

(f). bitlerini ayıklamak.

delphic

(s). eski Yunanistan'daki Delfi'yle ilgili; Delfi mabedinin gaipten haber veren kâhinine ait; muğlak, meçhul, anlaşılmaz.

delphinine

(i)., (kim). birkaç çeşit hezaren çiçeğinden çıkarılan zehirli billursu bir alkaloit.

delphinium

(i). hezaren, (bot). Delphinium.

delta

(i). Yunan alfabesinin dördüncu harfi; delta şeklinde herhangi bir şey; üçgen; (coğr). delta; (elek). trifaze akımda üçgen bağlantı .delta -wing (airplane) kanatları üçgen şeklinde olan jet uçağı.

deltoid

(s)., (i). delta şeklinde, üçgen, üç köşeli; (i)., (tıb). deltakası.

delude

(f). aldatmak, yanlış yola sevketmek.

deluge

(i)., (f). tufan, büyük sel, çok şiddetli yağmur; (f). suya boğmak, su basmak. the Deluge Hazreti Nuh tufanı.

delusion

(i). hile, oyun; hayal, hulya, vehim, kuruntu; bir çeşit delilik. Iabor under a delusion bir durumu yanlış anlayarak hareket etmek. delusive, delusory (s). aldatıcı,asılsız, hayale dayanan, hayali.

deluxe

(s)., (Fr). Iüks, ihtişamlı.

delve

(f). araştırmak, bellemek.

demagnetize

(f)., (elek). mıknatıs hassasını gidermek.

demagogue

(i). demagog, halk avcısı. demagogic (s). demagojiye dayanan.

demand

(f). talep etmek, istemek; emretmek, ısrar etmek, icbar etmek; sormak, zorla istemek; muhtaç olmak; (huk). mahkemeye celbetmek , bir hak talep etmek.

demand

(i). talep, istek; ihtiyaç; (huk). talep, dava. in great demand çok revaçta, çok aranan, büyük rağbet gören, tutulan. Iaw of supply and demand arz ve talep kanunu. on demand talep vukuunda, istenilince.

demarcate

(f). hudut çizmek; ayırmak.

demarcation

(i). hudut tayini, sınır çekme. Iine of demarcation sınır çizgisi.

demarche

(i)., (Fr). diplomatik hareket, siyaseti değiştiren adım.

deme

(i). eski Atina'da ve bugünkü Yunanistan'da nahiye.

demean

(f). alçaltmak, küçültmek. demean oneself kendini küçültmek.

demeanor

(i).davranışlar, hal, tavır.

demented

(s). deli, kaçık, çıldırmış.

dementia

(i)., (tıb). bir çeşit akıl hastalığı,şahsiyetin bölünmesi, had derecede bunaklık. dementia praecox erken bunama, demans prekos.

demerit

(i). ihtar, tembih (okullarda).

demesne

(i)., (Fr). mülk, emlâk; malikâne; bir malikâneye ait bölge, mıntıka, havali. royal demesne hükümdara ait mülk, miri arazi.

demigod

(i). yan ilâh yan insan bir varlık; tanrısal özellikleri olan insan.

demijohn

(i). etrafına hasır örülmüş büyük şişe, damacana.

demilitarize

(f). askeri teşkilâtı ilga etmek, ordu teşkiline müsaade etmemek. demilitarized zone askeri donanmadan tecrit edilmiş mıntıka.

demimonde

(i). toplumca lekelenmiş kadınlar ve bunların mensup oldukları alem.

demise

(i)., (f). irtihal, vefat, öIüm; (huk). terk, feragat; intikal; hükümdar tacının halefe intikali; (f). mülkü vasiyetle ferağ etmek, icar etmek, bilhassa hükümdarlığı vârise veya halefe intikal ettirmek.

demission

(i). tahttan feragat.

demitasse

(i). küçük kahve fincanı; küçük bir fincan kahve.

demiurge

(i). demiurgos, Eflatun felsefesinde dünyayı yaratan etmen, kainatın yaratıcısı.

demobiliza,tion

(i). seferberliğin bitmesi, asker terhisi.

demobilize

(f)., (ask). terhis etmek.

democracy

(i). demokrasi, elerki; demokrasi rejimi.

democrat

(i). demokrat kimse. democrat'ic (s). demokrasiye ait, demokratik, halkçı. Democratic Party Demokratik Parti. democrat'ically (z). demokratik olarak.

demode

(s)., (Fr). modası geçmiş, demode.

demography

(i). demografi, nüfus sayımı ve toplumsal istatistik bilgisi. demograph'ics bu bilgiye ait.

demoiselle

(i). evlenmemiş kadın, kız; telli turna, (zool). Anthropoides virgo; yusufçuk.

demolish

(f). yıkmak, tahrip etmek. demoli'tion (i). yıkma, tahrip; yıkılma, harap olma.

demon

(i). cin, kötü ruh, şeytan, ifrit; kötü adam, iblis herif; (k).dili çok enerjik kimse.

demonetize

(f). paranın değerini düşürmek; parayı tedavülden kaldırmak. demonetiza'tion (i). paramn değerini düşürme; tedavülden kaldırma.

demoniac

(i)., (s). kötü ruhların etkisi altında olan kimse; deli kimse; (s). mecnun, deli, cinli, kötü ruhların etkisi altında olan.

demonic

(s). cin veya şeytanlara ait.

demonism

(i). cin ve şeytanların varlığına inanış; şeytanlara olan itikadı tetkik eden ilim.

demonology

(i). cin ve şeytanların varlığına olan itikadı tetkik eden ilim dalı, demonoloji.

demonstrable

(s). gösterilebilir, ispatı mümkün.

demonstrate

(f). ispat etmek, göstermek, açımlamak, tatbikatla izah etmek; nümayiş yapmak, gövde gösterisinde bulunmak; göstererek ders vermek. demonstra'tioni ispat, delil; nümayiş, gösteri; sergi, tatbikat dersi. demonstrative (diman'strıtiv) (s)., i ispat eden, gösteren, izhar eden, tasrih eden; (i)., (gram). işaret zamiri. demonstrative adjective (gram). işaret sıfatı. demonstrative pronoun (gram). işaret zamiri. dem'onstrator (i). ispat eden şey veya kimse, tatbikat öretmeni; nümayişçi.

demoralize

(f). ahlakını bozmak, ifsat etmek; cesaretini kırmak, moralini bozmak, maneviyatını bozmak, gözünü korkutmak, yıldırmak. demoraliza'tion (i). maneviyatın bozulması, ahlakın bozulması.

demos

(i). eski Yunanistan'da halk.

demote

(f). aşağı dereceye indirmek, rütbesini indirmek. demotion (i). indirme.

demotic

(s). halka ait; ammeye ait. demotic characters hiyeroglifin el yazısı şekli. demotics (i). geniş anlamda sosyoloji.

demount

(f). parçalara ayırmak, yerinden çıkarmak, sökmek; dağıtmak. demountables kolayca takılıp çıkarılabilir.

demulcent

(s)., (i). teskin edici, yatıştırıcı, müsekkin; (i)., (tıb). teskin edici veya koruyucu ilâç .

demur

(f). (-red, -ring) (i). kabul etmemek, itiraz etmek, karşı koymak; tereddüt etmek; (huk). davada bir maddeye itiraz etmek; (i). itiraz, tereddüt. without demur tereddüt etmeden.

demure

(s). uslu, yumuşak başlı, kuzu gibi; alçak gönüllü, mütevazı; ağır başlı, ciddi; cilveli; sahte vakarlı. demurely (z). ağır başlılıkla alçak gönüllülükle. demureness (i). ciddiyet, vakar; alçak gönüllülük, tevazu .

demurrage

(i)., den. kuntra istalya; gemi veya vagonun yük almak veya boşaltmak için tayin olunan müddetten sonra alıkonulması;bunun için verilen para, tazminat.

demurrer

(i)., (huk). davada resmen yapılan itiraz; davada itiraz eden kimse.

demy

(i). bir kâğıt boyutu (İng 44,5 cm x 57 cm; A.B.D. 406 cm x 53,3 cm).

den

(i). in, mağara; sığınak; küçük oda; çalışma odası. den of thieves haydut yatağı. den of vice batakhane Iion's den aslan ini.

denarius

(i). (çoğ. denarii) eski Roma'da gümüş para veya para birimi, dinar.

denationalize

(f). ulusal haklardan mahrum etmek; milli vasıflarını yitirmek; devlet kontrolundan çıkarmak.

denaturalize

(f). tabii halinden çıkarmak.

denature

(f). tabii özelliklerinden uzaklaştırmak; diğer hassalarına dokunmak sızın içilmez hale koymak (alkol). denaturedalcohol mavi ispirto.

dendrite

(i)., (jeol). taş veya maden üstünde bulunan ağaç veya yosun şekli; üzerinde ağaç veya yosun şekli olan taş veya maden parçası; (tıb). sinir hücresine giden ince bir lif.

dendrology

(i). ağaçlar ve çalılar ile uğraşan biyoloji dalı.

dene

(i)., (ing). deniz kenarında bulunan kumlu yol veya tepe.

denegation

(i). inkâr, yadsıma, tekzip.

dengue

(i)., (tıb). dang, şiddetli mafsal ve adale ağrıları veren bulaşıcı bir humma.

deniable

(s). yadsınabilir, inkârı mümkün, inkâr olunabilir.

denial

(i). inkâr, yalanlama ret, tekzip; feragat. a flat denial tam inkâr, katiyetle reddetme. self-denial (i). nefsinden feragat etme.

denier

(i). inkâr eden kimse, yalanlayan kimse.

denier

(i). ipek, rayon, naylon gibi ipliklerin kalitesini göstermek için kullanılan bir ağırlık ölçü birimi.

denigrate

(f). iftira etmek, leke sürmek; informal çamur atmak. denigra'tion (i). iftira.

denim

(i). pamuklu döşemelik kumaş; işçi tulumu yapımında kullanılan kaba pamuklu kumaş, blucin kumaşı.

denizen

(i)., (f). ikamet eden kimse, oturan kimse; vatandaş; (ing). muayyen vatandaşlık haklarına sahip olarak bir memlekette ikamet eden yabancı; yeni şartlara veya bir yere intibak etmiş hayvan veya bitki; bir yeri devamlı ziyaret eden kimse; (f)., (ing). yurttaşlık haklarını kabul etmek.

denmark

(i). Danimarka.

denominate

(f). isim koymak, ad vermek, demek, nam vermek; tefrik etmek, ayırmak, belirtmek, göstermek.

denomination

(i). isimlenlendirme, ad verme; isim, unvan; sınıf, mezhep; belli bir öIçü birimi. denominational (s). isme ait; mezheplere ait.

denominative

(s). (i). ad veren, tesmiye eden; (gram). isim veya sıfattan türemiş; (i)., (gram). isim veya sıfattan türemiş fiil.

denominator

(i)., (mat). payda, bir sayının kaça bölündüğünü gösteren rakam. Ieast common denominator (bak). Ieast.

denotation

(i). bir kelimenin sözlük anlamı, anlam, mana; tarif, tefrik etme, belirtme, ayırma; işaret, alâmet. deno'tative (s). işaret ve delil teşkil eden, tefrik eden, ayırt eden, gösteren.

denote

(f). delâlet etmek, göstermek, belirtmek, iş'ar etmek, ifade etmek.

denouement

(i). sonuç, netice, akıbet, son.

denounce

(f). ihbar etmek, haber vermek, ifşa etmek; mukavele veya anlaşmanın fesholunacağını haber vermek; suçlamak, itham etmek, bir kimsenin kusurlarını açığa vurmak.

denovo

(Lat). baştan, yeniden.

dense

(s). sık, ağır, koyu, kesif, kalın, kalabalık; kalın kafalı, ahmak; (fiz). kırılma kuvveti çok olan (mercekcamı); şeffaf olma; kesif densely (z). kesif bir surette.

density

(i). yoğunluk, kesafet, koyuluk, sıkılık; aptalık; foto şeffaf olmama derecesi kesafet; (elek). alan birimine göre elektrik miktarı, kesafet.

dent

(i)., (f). bir yere çarpmaktan meydana gelen ufak çukur veya çentik, çöküntü, girinti, ufak oyuk; (f). çentmek, çöküntü yapmak, göçmek.

dent

(i). tarak veya vites dişi.

dental

(s)., (i). dişlere veya diş hekimliğine ait ; (dilb). dişsel; (i). (t, d gibi) dişsel ünsuz. dental arch diş kavsi. dental nerve (anat). diş siniri. dental plate takma diş. dental surgery diş cerrahisi.

dentate

(s). dişli, tarak şeklinde.

dentex

(i). sinarit ballğı, (zool). Dentex vulgaris.

denticle

(i). ufak diş.

denticular

(s). dişleri olan. denticulated (s). diş1i.

dentifrice

(i). diş macunu veya tozu, dişleri temizlemekte kullanılan herhangibir preparat.

dentil

(i)., (mim). dendane, pervaz altındaki dişlerin her biri.

dentine

(i). dişi meydana getiren kemikten daha sert madde, diş kemiği, dentin.

dentist

(i). diş tabibi, diş hekimi. dentistry (i). diş hekimliği.

dentition

(i). diş çıkarma, diş bitmesi; bir insan veya hayvanın bütün dişleri veya bu dişlerin cinsi, sayışı ve tertibi.

denture

(i). takma diş, damak, protez.

denude

(f). soymak, açmak; (jeol). aşındırarak çıplak bırakmak; tamamen mahrum etmek. denuda-tion (i). soyulma, çıplak kalma, açılma.

denunciate

(f). açıklamak, ifşa etmek, suçlamak itham etmek; bir kimsenin kusurlarını açığa vurmak. denuncia'tion (i). açıklama, ifşa ihbar, itham uyarma, ikaz. denunciative, denunciatory (s)., ihbar kabilinden. denunciator (i). ihbar eden kimse muhbir kimse; itham eden kimse, suçlayan kimse.

deny

(f). inkâr etmek; tekzip etmek, reddetmek; mahrum etmek; esirgemek, vermemek; yalanlamak; kaçınmak, imtina etmek kırmak. deny oneself feragat etmek.

deodar

(i). Himalaya dağlarına mahsus bir çeşit sedir ağacı, cin ağacı, (bot). Cedrus deodara.

deodorant

(i). koku giderici madde; deodoran.

deodorize

(f ).kokusunu gidermek. deodorizer (i). koku giderici şey.

deontology

(i). deontoloji, ahlak bilgisi.

deoxidize

(f). bir bileşimdeki oksijeni çıkarmak. deoxida'tion (i). deoksidasyon.

depart

(f). ayrılmak, gitmek; hareket etmek; ölmek, göçmek vefat etmek; from ile sapmak, inhiraf etmek ayrılmak; bir yeri terketmek.

departed

(s). geçmiş, müteveffa, vefat etmiş. the departed ölmüşler. ölmüş kimse.

department

(i). kısım bölüm şube, daire, kol; vekâlet, bakanlık .departmentstore her şeyi satan büyük mağaza, bonmarşe. departmen'tal (s). kısımlara ait; bölüme ait, daireye ait. departmen'talize (f). şubelendirmek.

departure

(i). hareket, gidiş ayrılış, terk; kalkış (vapur, tren); yenilik; dönüşme; sapma, ayrılma, inhiraf; vazgeçme, feragat; den bir geminin doğuya veya batıya doğru kestiği mesafe; bir geminin yola çıkmadan evvelki boylam ve enlem derecesi.

depend

(f). on veya upon ile güvenmek, itimat etmek; bağlı olmak, tabi olmak, mütevakkıf olmak; ihtiyacı olmak; from ile asılmak, sarkmak; sallantıda kalmak mualIâkta kalmak. Depend upon it Emin olunuz. dependable (s). güvenilir, emniyet edilir, itimada layık.

dependence

(i). bağlı olma; taalluk; itimat, güven; bir kimsenin eline bakma; dayanma; muallâkıyet, sarkma, asılma; tabi oluş, bağlılık, emir kulluğu.

dependency

(i). bağlı olma, tabi olma; sömürge, müstemleke; müştemilat, ek bina.

dependent

(s). asılı sarkan; bağlı, tabi; ait; (gram). bağlı, merbut dependent variable (mat). bağlı değişken dependently (z). bağlı olarak, tabi olarak.

dependent

(i). başkasının yardım veya desteğine ihtiyacı olan kimse; bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu şahıs.

depersonalize

(f). kişisel ilişkilerini kesmek.

depict

(f). resmetmek, çizmek portresini çizmek; anlatmak tasvir etmek tanımlamak; tarif etmek. depiction (i). çizme; tarif, tasvir, tanımlama.

depilate

(f). tüylerini veya kıllarını almak; tüylerini veya kıllarını yok etmek. depilatory (s)., (i).kıl döken (ilaç).

deplete

(f). tüketmek bitirmek; boşaltmak; (tıb). kan almak suretiyle beden dolgunluğunu izale etmek. depletion (i). tüketme, azaltma.

deplore

(f). den dolayı kederlenmek, teessüf etmek, acımak; beğenmemek, taraftar olmamak. deplorable (s). müessif, acınacak halde, acıklı. deplorably (z). acınacak surette.

deploy

(f). plana göre yerleştirmek; sağa sola yaymak veya yayılmak. deployment (i). acılma, yayılma.

deplume

(f). tüylerini yolmak; soymak.

depolarize

(f). depolarize etmek, kutbiyeti izale etmek. depolariza'tion (i). kutuplarını yoketme, kutupengellik.

deponent

(s)., (i). yeminle şahitlik eden; (i). tanık.

depopulate

(f). nüfusunu azaltmakveya boşaltmak. depopula'tion (i). halkın başka yere gitmesi veya afet sonucu nüfusun azalması veya tükenmesi.

deport

(t). hudut harici etmek. deport oneself davranmak, hareket etmek. deporta'tion (i). hudut harici etme. deportee' (i). hudut harici edilen kimse.

deportment

(i). tavır, davranış hareket.

depose

(f). tahttan indirmek, hal'etmek, azletmek; yeminle yazılı ifade vermek.

deposit

(i). emanet; depozito; pey, rehin; mevduat; teminat akçesi; tabaka,tortu; döküntü, birikinti, sel kumu; (mad). birikinti, maden yatağı; depo. deposit account mevduat hesabı. demand deposits vadesiz mevduat money on deposit bankadaki para, mevduat. time deposits vadeli mevduat.

deposit

(f). koymak; dibine çökmek, tortu bırakmak döküntu bırakmak; emanet etmek, depozito etmek tevdi etmek; bankaya yatırmak; paranın bir kısmını vermek.

depositarytory

(i). emanetçi, depo, ambar.

deposition

(i). tahttan indirme, hal', azil; yeminle yazılı ifade, ifade, delil; depozito verme; tortu veya dökuntü bırakma; tortu, döküntü, sel kumu. make one's deposition yeminle yazılı ifade vermek.

depositor

(i). tevdi eden kimse, mudi, para yatıran kimse; tortu bırakan şey, birikinti bırakan şey.

depot

(i). depo, ambar; (A.B.D.). istasyon; (ask). cephanelik.

deprave

(f). baştan çıkarmak, bozmak, ayartmak.

depravity

(i). ahlak bozukluğu azgınlık; fesat, doğru yoldan ayrılma dalalet; günahkar olma.

deprecate

(f). karşı koymak, şiddetle itiraz etmek, protesto etmek: küçümsemek, yukarıdan bakmak; eski kötülüklerden korunmak için dua etmek. depreca'tion (i). karşı koyma protesto, itiraz. deprecatory (s). küçümseyen, karşı koyan, itiraz eden.

depreciate

(f). fiyatını kırmak, kıymetten düşürmek, (paranın) satın alma gücünü düşürmek; ucuzlatmak; amortize etmek. deprecia'tion (i). kıymetten düşme veya düşürme; aşınma payı, amortisman.

depredation

(i). soygunculuk, yağma; hasara uğratma, tahribat.

depress

(f). üzmek, kasvet vermek, canını sıkmak, moralini bozmak; kuvvetten düşürmek, zayıflatmak; k.dili kolunu kanadını kırmak; değerini veya miktarını azaltmak; mevki veya rütbesini indirmek; bastırmak; meyus etmek. depressible (s). şevki kırılır, bastırılabilir. depressingly (z). can sıkıntısı vererek; üzerek.

depressant

(s)., (tıb). faaliyeti azaltan, müsekkin, yatıştırıcı.

depressed

(s). basılmış, bastırılmış, indirilmiş; canı sıkılmış, kederli, üzüntülü; miktarı azaltılmış, değeri düşürülmüş.

depression

(i). kasvet, keder, hüzun, can sıkıntısı; piyasada durgunluk, buhran, buhran devresi; (tıb). düşkünlük, dermansızlık; alçak basınç alanı.

depressive

(s). kasvet verici, kasvetli; durgunluk sebebi olan.

depressor

(i). sıkan şey veya kimse; indiren şey; (anat). aşağı çeken (kas). tongue depressor (tıb). dili aşağıda tutan pens.

deprivation

(i). yoksunluk, mahrumiyet, mahrum olma, ihtiyaç; kayıp.

deprive

(f)., (gen). of ile mahrum etmek, yoksun bırakmak, kaybettirmek. deprivali yoksunluk, mahrumiyet.

deprofundis

(Lat). içten gelen (feryat), bazı Hıristiyan mezheplerinde cenaze merasiminde okunan bir mezmur dept. (kıs). department.

depth

(i). derinlik, derin yer, engin. depth charge su altındaki herhangi bir hedefe özellikle denizaltılara atılan patlayıcı madde. depth of winter kışın ortası, karakış. depths (i). denizin derinlikleri, umman; öz nüve depths of degradation. rezalet, kepazelik beyond veya out of one-s depth boyunu aşan, bilgi ve kabiliyet dışında.

depurate

(f). tasfiye etmek, arıtmak, temizlemek, temizlenmek.

deputation

(i). temsilciler heyeti, murahhas heyet; bir kimse veva heyeti temsilcitayin etme.

depute

(f). vekil tayin etmek, temsilci olarak atamak, yerine seçmek; vekile yetki vermek.

deputize

(f). vekil olarak tayin etmek; for ile bir kimsenin yerini doldurmak.

deputy

(i). vekil; yardımcı, muavin; bir polis rütbesi; mebus, milletvekili. deputychief asbaşkan, başkan yardımcısı.

deracinate

(f). kökünden çıkarmak, (bir kimseyi veya toplumu) çevresinden yoksun bırakmak; ayırmak.

derail

(f). treni raydan çıkarmak. derailingswitch raydan çıkarmaya mahsus makas derailment (i). raydan çıkma (tren).

derange

(f). düzenini bozmak, karıştırmak, ihlâl etmek; ifsat etmek; çıldırtmak, delirtmek; rahatsız etmek, işine engel olmak. derangement (i). düzensizlik; delilik, akli muvazenesizlik.

derby

(i). İngiltere'de her yıl tekrarlanan geleneksel at yarışı; (k).(h). melon şapka.

derelict

(s)., (i). terkedilmiş, metruk, sahipsiz; kayıtsız, ilgisiz, ihmalkâr; (i)., (huk). sahipsiz mal, emvali metruke; toplumca terkedilmiş kimse; den tayfası tarafından terkedilmiş harap gemi.

dereliction

(i). terk, terkediliş; ihmal, görevi yerine getirmede kusur; (huk). deniz veya suyun çekilmesiyle toprak kazanma.

deride

(f). istihza etmek, sakalına gülmek, alay etmek.

derigueur

(Fr). mecburi, toplumun öngördüğü.

derision

(i). istihza, alay. hold in derision alay etmek. derisive, -sory (diray'siv, -sıri) (s). alaylı, istihza kabilinden. derisively (s). alay edercesine.

derivation

(i). asıl, memba, köken, menşe; türetme, iştikak.

derivative

(s)., (i). türemiş, iştikak etmiş, müştak; (i). türev.

derive

(f). çıkarmak, almak; istihraç etmek; gram türemek, müştak olmak; kökünü araştırmak; sâdır olmak, hâsıl olmak.

derma

(i)., (anat). cildin ikinci tabakası, derma, altderi.

dermal, dermic

(s).deriye ait, cildi, bilhassa dermaya ait, derisel.

dermatitis

(i)., (tıb). deri iltihabı.

dermatology

(i). cildiye, dermatoloji, ciltten ve deri hastalıklarından bahseden ilim. dermatologist (i). cilt hastalıkları mütehassısı dermatolog.

dermatophyte

(i)., (bot). cilt hastalığına sebep olan mantar.

dermatoplasty

(i)., (tıb). tahrip olmuş cildi düzeltmek için vücudun başka bir yerinden deri parçası kesip bu yere yapıştırma ameliyatı, dermatoplasti.

dermatosis

(i)., (tıb). herhangi bir cilt hastalığı.

dernier

(s). son, nihai.

derogate

(f)., from ile azaltmak, eksiltmek, almak; alçalmak, aykırı bir davranışta bulunmak ; dejenere olmak. derogative (s). aykırı, karşı, zıt, ihlâl eden; küçültücü.

derogation

(i). küçültme, azaltma, zillet, zarar.

derogatory

(s). küçültücü, aykırı, karşı, zıt.

derrick

(i)., (mak). maçuna, vinç, dikme; petrol kuyusu açma işinde kullanılan makina takımını tutan iskele.

derringdo

(i). maceraperestlik; cüretkârlık, gözüpek oluş.

derringer

(i). kısa namlulu eski tip cep tabancası.

dervish

(i). derviş.

desalinization, desalination

(i). deniz suyunun tuzunu çıkarıp kullanılır hale getirme.

desalt

(f). (deniz suyundan) tuzu çıkararak içilebilir hale getirmek.

descant

(i). hararetli konuşma; (müz). melodi, beste; birkaç sesle söylenen bestede en yüksek ses, asıl melodinin yanısıra söylenen üst ses.

descant

(f). hararetli konuşmak: en yüksek sesle şarkı söylemek.

descend

(f). inmek, alçalmak, çökmek; kendini küçültmek, düşmek; baskın yapmak, çullanmak; üşüşmek, başına toplanmak; genelden özele geçmek; ( bir tartışmada); intikal etmek, soyundan gelmek.

descendant

(i)., (s). torun; (s). neslinden olan , ahfadlndan.

descendent

(s).inen, düşen;neslinden olan.

descent

(i). iniş, çökme, düşüş, sukut; çullanma, baskın; nesil, zürriyet, nesep, soy, asll, ahfat, evlât; (huk). tevarüs, miras kalma; bayır, yokuş aşağı yer.

describe

(f). tarif etmek, tanımlamak, vasıflandırmak, tavsif etmek, tasvir etmek, resmetmek. describable (s). tarif edilebilir, tavsifi mümkün.

description

(i). tarif, tanımlama, tavsif, vasıflandırma, beyan; cins, nevi, çeşit. answer to the description tavsif edilmiş olan özelliklere sahip olmak, tarif edildiği gibi olmak. be beyond description veya beggar description kelimelerle tarif edilemez olmak.

descriptive

(s). tanımlayıcı, tanıtımsal, tavsif edici, resmedici. descriptive geometry tasarı geometri.

descry

(f). uzaktan görüp seçmek, çıkarmak, keşfetmek.

desecrate

(f). kutsal bir şeye karşı hürmetsizlikte bulunmak, kutsal bir gayeden çevirmek, uzaklaştırmak. desecra'tion (i). mukaddesata hürmetsizlik , tecavüz.

desegregate

(f). ırk ayrımını kaldırmak. desegrega'tion (i). ırk ayrımının kaldırılması.

desensitize

(f). hassasiyetini azaltmak; (tıb). hassaslığını azaltmak veya ortadan kaldırmak.

desert

(i)., (s). çö1, sahra, bozkır; (s): çöl halinde olan, boş, ıssız. desert fauna çöl direyi. desert flora çöl biteyi.

desert

(f). terketmek, ayrılmak, bırakmak; (ask). vazifeden kaçmak; kaçmak, firar etmek. deserter (i). firari, kaçak. desertion (i). firar, terk; terkedilmişlik.

desert

(i). liyakat, istihkak, pay, hisse; mükafatı hak etme. He got his deserts. Hak ettiğini buldu.

deserve

(f). müstahak olmak,layık olmak; hak kazanmak, mükafata 1ayık olmak. deservedly (z). hakkıyla, haklı olarak.

deserving

(s). mükafata 1ayık, değerli. deserving of praise övülmeye layık değerli deservingly (z). övülmeye lâyık olarak.

deshabille

(bak). dishabille.

desiccate

(f). kurutmak, kurumak. desicca'tion (i). kuruluk, kurutma, kuruma. desiccative (s). kurutucu. desiccator (i). kurutucu şey, kurutucu araç.

desiderate

(f). arzulamak, istemek, özlemek; eksikliğini duymak, yokluğunu hissetmek.

desiderative

(s)., (i). istek belirten, arzu ifade eden; (i). dilek, istek; (gram). istek belirten fiil.

desideratum

(i)., (Lat). (çog -ata) aranılan vasıf.

design

(i). plan, taslak, proje; gaye, amaç, maksat, hedef; fikir; entrika, desise; (güz). (san). resim taslağı, kompozisyon, model, motif. have designs on someone veya something birisinde veya bir şeyde gözü olmak.

design

(f). zihninde kurmak niyet etmek, kastetmek; resmetmek, çizmek; plan yapmak, proje yapmak, tertip etmek, icat etmek; yaratmak. designedly (z). kasten, mahsus. de signeri tertip eden kimse, icat eden kimse,plan kuran kimse; modacı. designing (i)., (s). plan yapma, çizme, yaratma; (s). entrikacı, düzenbaz, kurnaz; düşünceli.

designate

(f). göstermek, işaret etmek, belirtmek, tasrih etmek; isimlendirmek, ad vermek, demek; to veya for ile tayin etmek; seçmek, uygulamak, tatbik etmek, düzenlemek, tertip etmek.

designate

(s). (gen nitelendirdiğiisimden sonra) atanmış, tayin edilmiş veya seçilmiş (fakat henüz memuriyete başlamamış).

designation

(i). atama, tayin, tahsis; atanma, tayin edilme, seçilme; isim, ünvan, lakap.

desirable

(s). arzu edilen, istek uyandıran, çekici, cazip. desirabil ity (i). cazibe, arzu edilir olma, hoşa gitme. desirably (z). arzu edilir şekilde, cazip olarak.

desire

(f). arzu etmek, istemek, özlemek; rica etmek, talep etmek, arzulamak.

desire

(i). arzu, istek, emel, iştiyak, rağbet, eğilim, meyil; rica, dilek, temenni; hırs, heves, şehvet.

desirous

(s). istekli, arzu eden, talip.

desist

(f). (gen). from ile vaz geçmek, çekilmek, bırakmak, ayrılmak.

desk

(i). yazı masası, yazıhane; daire, şube, masa.

desolate

(f). boş bırakmak, harap etmek, viran etmek, perişan etmek; yalnız bırakmak, kimsesiz bırakmak; kederlendirmek, meyus etmek.

desolate

(s). terkedilmiş, metruk, ıssız, tenha, boş, perişan, harap; kimsesiz, yalnız. desolately (z). terkedilmiş olarak.

desolation

(i). haraplık, perişanlık, viranlık; virane, harabe; kimsesizlik, yalnızlık; keder, yeis.

despair

(i)., (f). yeis, üzuntü, keder, ümitsizlik; (f)., sık sık of ile ümitsiz olmak, meyus olmak. despairingly (z). üzüntüyle, kederle.

desperado

(i). gözü dönmüş haydut.

desperate

(s). ümitsiz; çaresizlikten deliye dönmüş; vahim, müthiş, korkunç, tehlikeli; dehşetli; aşırı despera'tion (i),. yeis, ümitsizlikten ileri gelen akıl dengesizliği.

despicable

(s). adi, alçak, değersiz, küçümsenen. despicably (z). alçakça.

despise

(f). hakir görmek, küçümsemek, yukarıdan bakmak, adam yerine koymamak, hor görmek; nefret etmek.

despite

(i)., edat nefret, kin, garez; edat -e rağmen. in despite of -e rağmen, bununla beraber, yine de; karşı koyarak.

despoil

(f). soymak, malını yağma etmek, mahrum etmek. despolia'tion (i). yağma, soygun, soygunculuk.

despond

(f). ümidini kaybetmek, morali bozulmak. despondency (i). yeis, keder, ümitsizlik. despondent (s). ümitsiz, kederli, bedbin, meyus. despondently (z). ümitsizce.

despot

(i). despot, müstebit hükümdar. despotical (s). despotça, müstebitçe despot'ically (z) despotlukla.

despotism

(i). mutlakiyet, hakimiyete dayanan idare; despotizm, istibdat.

desquamate

(f)., (tıb). pulları dökülmek, pul pul olup dokülmek.

dessert

(i). yemeğin sonunda yenen tatlı, yemiş soğukluk. dessert spoon tatlı kaşığı.

destination

(i). gidilecek yer; gönderilen yer; hedef.

destine

(f)., to veya for ile nasip etmek, tahsis etmek, tayin etmek, ayırmak; belirli bir gayeye doğru yöneltmek.

destiny

(i). kader, nasip, kısmet, mukadderat, alın yazısı.

destitute

(s)., gen of ile yoksul, yoksun, mahrum, muhtaç, fakir. destitu'tion (i). yoksulluk, mahrumiyet.

destroy

(f). harap etmek, mahvetmek, yıkmak; yok etmek, imha etmek, vücudunu ortadan kaldırmak, öIdürmek; iptal etmek, bertaraf etmek.

destroyer

(i). yok edici şey veya kimse, telef edici şey veya kimse; den torpido muhribi; muhrip, destroyer.

destruct

(f). (fırlatılan roket veya bombayı) hedefe ulaşmadan imha etmek. destructor (i). roket imha cihazı; (ing)., çöp fırını.

destructible

(s). yok edilebilir, imhası mümkün.

destruction

(i). harap etme, mahvetme, yok etme, helâk, yıkılma; yıkım; belâ; afet.

destructive

(s). yıkıcı, zararlı, tahrip edici. destructive criticism yıkıcı eleştiri. (edebiyatta)

desuetude

(i). kullanılmayış, yürürIükten kalkma.

desultory

(s). devamslı, istikrarsız, birbirini tutmayan; tertipsiz, düzensiz, aralannda bağlann olmayan, rabıtasız, dağmık rasgele.

detach

(f). ayırmak, çözmek, çıkarmak, koparmak, sökmek; çıkmak, kopmak, ayrılmak. detachable (s). çıkarılabilir, yerinden sökülebilir detachment (i). ayırma, aynlma, çıkarma; müfreze; ayrılık; dalgınlık; tarafsızlık; (ask). kol.

detail

(i)., (f)., (çoğ). teferruat, ayrıntılar; tafsilât; ayrıntılı plan; (ask). müfreze, hususi bir işe ayrılan asker takımı; (f). tafsilatıyla anlatmak; hususi bir işe tahsis etmek. in detail tafsilatıyla, teferruatıyla, mufassalan, ayrı ayrı, ayrıntılarıyla.go into detail teferruata girmek.

detain

(f). alıkoymak; engellemek, mani olmak, durdurmak; geciktirmek; gözaltma almak. detainment (i). engelleme, alıkoyma; geciktirme.

detainer

(i)., (huk). başkasının malına alıkoyma; mevkufiyetin uzatılması emri.

detect

(f). meydana çıkarmak; keşfetmek, sezmek, tutmak. detectable (s). keşfi mümkün. detection (i). keşif, meydana ,çıkarma, bulma.

detective

(i)., (s). dedektif, polis hafiyesi, sivil polis; (s). dedektiflikle ilgili. private detective özel dedektif. detective story polis romanı.

detector

(i). bulan şey veya kimse; (elek). dedektör.

detensive

(s)., (i). müdafaa eden; (i). saldırıya uğrayanın durumu, kendini koruyucu harekette bulunma. defensive alliance (ask). savunma anlaşması. on the defensive kendini savunma lüzumunu duyan. defensively (z). savunarak.

detent

(i)., (mak). çalar saatin tetiği, tetik, kol, düğme.

detente

(i)., (pol). uluslararası gergin havanın yumuşaması.

detention

(i). alıkoyma, engelleme, tutma, mani olma; gecikme; tevkif, hapis. detention camp tevkif kampı. place of detention hapishane.

deter

(f). (-red, -ring) niyetinden vazgeçirmek, caydırmak; yıldırmak. determent (i). engel, mani; menolunma.

detergent

(i). deterjan, temizleyici madde.

deteriorate

(f). fenalaşmak, bozulmak, alçalmak, gerilemek. deteriora'tion (i). fenalaşma, gerileme, bozulma, çürüklük, çürüme.

determinant

(s)., (i). tayin eden, tarif eden; hükmeden, galebe çalan; (i). etkileyen veya tayin eden şey; (mat). determinant.

determinate

(s). belirli, muayyen, hudutlu, mahdut, kesin, kati; kararlaşmış, mukarrer.

determination

(i). azim, sebat, metanet, inat, kararlı oluş; hüküm, tespit, tayin; niyet, kasıt; sınırlama, tahdit.

determinative

(s)., (i). tahdit eden, tayin eden, tahsis eden; (i). tayin eden şey.

determine

(f). karar vermek, azmetmek; niyetlenmek, kesmek; tayin etmek, kararlaştırmak, belirlemek; bitirmek; belirtmek; sınırlamak, tahdit etmek; tanımlamak, tarif etmek; yön vermek.

determined

(s). kesin, kati, azimkâr, metin, niyetinden şaşmaz. determinedly (z). metanetle, azimle.

determinism

(i)., (fels). determinizm, gerekircilik. determinist (i). determinist, gerekirci.

deterrent

(s)., (i). engel olan, mâni olan, meneden, caydıran; (i). engel olan şey veya kimse, caydıran şey veya kimse. deterrence (i). engel oluş; caydırma.

detest

(f). nefret etmek, iğrenmek, tiksinmek. detestable (s). nefret uyandıran, iğrenç, tiksindirici. detestably (z). iğrenilecek bir şekilde, tiksindirerek.

detestation

(i). nefret, tiksinme, iğrenme.

dethrone

(f). tahttan indirmek, halletmek. dethronement (i). tahttan indirilme.

detonate

(f). patlamak, patlatmak, infilâk etmek. detona'tion (i). patlama, infilak.

detonator

(i). kapsül, fitil, patlayıcı maddeyi ateşleyen şey, funya.

detour

(i)., (f). sapma, dolambaçlı yol, geçici yol; (f). dolambaçlı yoldan gitmek veya göndermek. make a detour dolambaçlı yoldan gitmek.

detract

(f). eksiltmek, kıymetten düşürmek; itibarını zedelemek; kötülemek, aleyhinde bulunmak. detraction (i). eksiltme; itibarını zedeleme, kötüleme.

detrain

(f)., (ing). trenden inmek.

detriment

(i). zarar, ziyan, hasar. detrimen'tal (s). zarar veren, zararlı, muzır.

detrition

(i). molozların aşınması.

detritus

(i)., (jeol). aşıntı, kum ve moloz gibi birikim. detrital (s)., (jeol). aşıntıya ait.

detrop

(Fr). lüzumundan fazla, fazla.

detruncate

(f). ucunu keserek kısaltmak, budamak, kesmek. detrunca'tion (i). ucunu kesme.

deuce

(i)., iskambil ikili; zarda dü; teniste düs, berabere; (k).dili kör talih, kör şeytan. deuce of a time sıkıntılı zaman. deuce point tavlada dü hanesi. the deuce melun; şeytan; aman, deme! Who the deuce is he? Bu herif de kim ?

deusexmachina

(Lat). klasik dramda zor bir durumu halletmek için mekanik bir yolla sahneye indirilen tanrı; (edeb). buhranlı bir anda beklenilmeyen şekilde yetişen yardım.

deuterocanonical

(s). kilisece sonradan veya ikinci derecede muteber sayılan mukaddes kitaplara ait.

deuterogamy

(i). ikinci evlilik.

devaluate

(f). değerini düşürmek.

devaluation

(i)., (ikt). devalüasyon, para değerinin düşürülmesi.

devastate

(f). harap etmek, viran etmek, mahvetmek; (k).dili utandırmak. devasta'tion (i). harap etme, viran olma.

develop

(f). geliştirmek, tekâmül ettirmek, inkişaf ettirmek; genişletmek, açmak; harekete geçirmek, husule getirmek; (foto). develope etmek, banyo etmek, yıkamak; gelişmek, tekâmül etmek, inkişaf etmek; genişlemek; olgunlaşmak; hâsıl olmak, meydana çıkmak; peyda etmek, kespetmek (alışkanlık).

developer

(i). geliştiren şey veya kimse, tekâmül ettiren şey veya kimse; (foto). develope eden ilaç, revelatör.

development

(i). gelişme, inkişaf, tekâmül, ilerleme, terakki; meydana çıkma, zuhur; (biyol). açılma, gelişme; (A.B.D). site. developmen'tal (s). gelişim ile ilgili.

devest

(f)., (huk). mahrum etmek, elinden almak.

deviant devıate

(i). toplum düzenine aykırı olarak düşünen ve hareket eden kimse; cinsel sapık.

deviate

(f). sapmak, yoldan çıkmak, şaşırmak, dönmek, yanılmak.

deviation

(i). sapma, inhiraf, yoldan çıkma; (den). pusulanın şaşması. deviation clause (den). geminin boşaltma limanından başka yerlere uğramasına izin veren anlaşma maddesi. deviationist (i). komünist öğretilerini ayrı bir şekilde tefsir eden kimse.

device

(i). cihaz, aygıt, alet; icat; tertip: hile, oyun, desise; resim, nisan, işaret (arma). Ieft to his own devices kendi haline bırakılmış.

devil

(i). şeytan, iblis; cin, ifrit; habis kimse; delicesine cesur veya öfkeli kimse; Allah'ın belâsı; kör şeytan; zavallı kimse; matbaacı çırağı. devil's advocate Katolik Kilisesinde aziz adayı aleyhinde münakaşa eden savcı; karşı tarafı tutarak münakaşa eden kimse. devilfish (i). ahtapot; (zool). Mobulidae familyasından yassı ve kuyruklu çok büyük tropikal bir balık. devil's-food cake çikolatalı pasta. devil-may-care (s). pervasız; başıboş. between the devil and the deep blue sea iki tehlike arasında. give the devil his due kötü veya sevilmeyen bir adama bile hakça muamele etmek. Go to the devil ! Kahrol ! Cehenneme kadar git! like the devil şeytan gibi; çok çabuk, ayağına tez. raise the devil argo kıyameti koparmak. she-devil (i). şirret kadın, cadaloz kadın. The devil ! Aman ! Vay canına ! Hay kör şeytan ! the devil's own time kötü günler. The devil take the hindmost. Altta kalanın canı çıksın. There will be the devil to pay. Kıyamet kopacak.

devil

(f). yemeği çok biber ve baharatla hazırlamak veya kızartmak; makinada ezip parçalamak (paçavra); (k).dili canını sıkmak, üzmek. deviled ham bir çeşit ezme jambon, krakova.

devilish

(s). şeytanî, şeytan gibi; melun; pervasız; (k).dili çok, fazla, aşırı. devilishly (z). şeytanca. devilishness (i). şeytanlık.

devilment

(i). şeytanlık, yaramazlık, kurnazlık.

devilry

(bak). deviltry.

deviltry

(ing). devilry (i). şeytanlık; sihirbazlık; kötülük, zalimlik; yaramazlık, haylazlık.

devious

(s). dolaşık, eğri büğrü, dolambaçlı; çapraşık, sapa; sapmış, avare, başıboş. deviously (z). çapraşık olarak, dolambaçlı. deviousness (i). çapraşıklık, dolambaçlı oluş.

devise

(f)., (i). tasarlamak, plan yapmak; akıl etmek, tertip etmek; kurmak, icat etmek; (huk). bilhassa gayri menkul mülkü vasiyet etmek; (i). vasiyet, vasiyet yoluyla bırakılan mülk. devisable s vasiyet olunabilir; tertip edilebilir devisee' i vasiyetle kendisine emlak bırakılan kimse, mirasçı, vâris

devitalize

(f). cansızlaştırmak; hevesini kırmak.

devoid

(s)., of ile boş, hali; yoksun, mahrum.

devolution

(i). nakil, devir, intikal, hak intikali, havale, terk; gerileme.

devolve

(f). intikal ettirmek, devretmek, havale etmek, bırakmak, terk etmek; (gen). on, upon veya to ile geçmek, intikal etmek, kalmak.

devonian

(s)., (jeol). devonik devre ait, balıklar çağına ait.

devote

(f). adamak, tahsis etmek, hasretmek, vakfetmek; oneself ile kendini adamak.

devoted

(s). sadık, bağlı, merbut, vakfedilmiş. devotedly (z). fedakârcasına, sadakatle.

devotee

(i). düşkün kimse, müptelâ kimse; sofu kimse, dindar kimse.

devotion

(i). bağlılık, düşkünlük, iptila; (gen). (çoğ). ibadet, dua; tahsis, adama, vakfetme. devotional (s). bağlılıkla ilgili; ibadete ait.

devour

(f). hırsla yemek, yutmak, informal gövdeye indirmek; yok etmek, bitirmek; hırs ve istekle bir nefeste okumak, informal yutmak (kitap). devoured by fear korkudan bitmiş, eli ayağı titrer vaziyette.

devout

(s). dindar, sofu; samimi, ciddi. devoutly (z). imanla. devoutness (i). dindarlık.

dew

(i)., (f). çiy, şebnem; gençliğin baharı ; (f). çiyle ıslatmak. dewberry (i). böğürtlen, (bot). Rubus caesius. dewdrop (i). çiy damlası. dew point çiy düşmesi için gerekli ısı derecesi. dewworm (i). solucan. mountain dew kaçak imal edilen viski, alkollü içki.

dew line

Kuzey Amerika'da 70 paralelde bulunan radar istasyonları.

dewarflask

termos.

dewlap

(i). özellikle büyükbaş hayvanların boynu altındaki sarkık deri gerdan.

dewy

(s). çiye ait, çiyle ıslanmış, rutubetli, nemli. dewiness (i). Islaklık, nem.

dexedrine

(i). bir cins amfetamin.

dexterity

(i). hüner, maharet, el çabukluğu, beceriklilik, ustalık.

dexterous

(s). eli çabuk, eline iş yakışır, usta, marifetli, hünerli. dexterously (z). hünerle, ustalıkla, el çabukluğu ile. dexterousness (i). hüner, ustalık, marifet, el çabukluğu.

dextrin

(i). dekstrin, nişastadan yapılmış yapışkan bir madde.

dextrose

(i). üzüm şekeri.

dey

(i). Cezayir dayısı; 16 yüzyılda Trablusgarp veya Tunus hükümdarı.

dhahran

(i). Dahran.

dharma

(i)., Sanskrit doğruluk, hakkaniyet, erdem.

di

önek iki defa, iki, çift.

dia

önek arasından; baştan başa.

diabetes

(i). şeker hastalığı, diyabet. diabetic (s)., (i). şeker hastalığına ait; şeker hastası.

diabolic ,cal

(s). şeytani, şeytanca, iblisane, insaniyete aykırı. diabolically (z). şeytanlıkla. diabolicalness (i). şeytanlık.

diabolism

(i). şeytanlık; şeytanca hareket; şeytana inanma veya tapma.

diabolo

(i). iki ucu çubuklu bir iple havaya fırlatılan makara şeklindeki oyuncak, makara oyunu.

diaconate

(i)., (kil). diyakozluk, şemmaslık; diyakozlar heyeti.

diacritic ,ical

(s)., (i). ayıran, belirten, tefrik ve temyiz eden; (i). fonetik işaret. diacritical mark harfin fonetik değerini belirten herhangi bir işaret.

diadem

(i)., (f). taç, ufak taç; hüküm darlık alameti olarak başa bağlanan kumaş parçası; hükümdarlık; (f). taç giydirmek. diademed (s). taçlı.

diaeresis

(bak). dieresis.

diagnose

(f). hastalığı teşhis etmek. diagno'sis (i). teşhis; bilimsel tetkik veya karar. diagnostic (s)., (i). teşhise ait; (i). teşhis. diagnostician (i). teşhis mütehassısı, teşhisçi.

diagonal

(s)., (i). köşegen, diyagonal. diagonally (z). diyagonal olarak. diagonally opposite karşılıklı iki köşede bulunan.

diagram

(i)., (f). diyagram; çizge; plan, şema, resim, şekil; (f). diyagram çizmek. diagrammatic (s). diyagrama ait, diyagram halinde, ayrıntıları olmayan.

diagraph

(i)., (foto). diyagraf.

dial

(i)., (f). (ed veya led, ing veya ling) kadran, saat minesi; (telefonda) kadran, üzerinde rakamların yazılı olduğu daire; (f). kadran ile ölçmek, göstermek veya işletmek; telefon numaralarını çevirmek. dialing (i). telefon numaralarını çevirme; Güneş saati ile zamanı ölçme; kadran ile maden ocağında harita çıkartma. dial plate kadran, saat minesi. dial telephone otomatik telefon, direkt telefon. dial tone telefon ahizesini kaldırınca numara çevrilebileceğini belirten ses, çevir sesi.

dialect

(i). Lehçe, diyalekt, ağız, dil, lisan. dialectal (s). Lehçeye ait.

dialectic,dialectics

(i)., (fels). diyalektik, eytişim; mantığın esasları; münazara ilmi; fikirlerin tenkitli tahlili. dialecti'cian (i). mantık âlimi. dialectical (s). mantık ve münazaraya ait; lehçeye ait. dialectical materialism (fels). diyalektik materyalizm. dialectically (z). diyalektik olarak.

dialogue

(i). diyalog; karşılıklı konuşma ve tartışma; diyalog tarzında edebi eser.

dialysis

(i). ayırma; (kim). diyaliz, parşömen zarı vasıtasıyla koloit içinde çözülmüş maddeleri ayırmak. dialy'tic (s). diyalize ait.

diamagnetic

(s)., (fiz). diyamagnetik, mıknatıs geçirme hassası düşük olan. diamag'netism (i). diyamagnetizm, mıknatıs geçirme hassası düşüklüğü.

diameter

(i). çap, kutur. diamet'rical (s). çapla ilgili, kutra ait. diamet'rically (z). çap boyunca; tamamen. diametrically opposite taban tabana zıt.

diamond

(i)., (s). elmas; baklava biçimi; iskambil karo; beysbol main, beysbol sahasının iç meydanı; (matb) 4 1/2 puntolu ufak harf. diamond anniversary altmışıncı veya yetmiş beşinci yıldönümü. diamondback (i). baklava şeklinde benekli sırtı olan kaplumbağa veya yılan. diamond cutter elmas keski. diamond drill elmaslı matkap. diamond point elmaslı pikap iğnesi; baklava biçimindeki demiryolu geçidi. diamond shaped baklava biçiminde. diamond wedding altmışıncı veya yetmiş beşinci evlilik yıldönümü. black diamond siyah elmas; maden kömürü. cut diamond işlenmiş elmas. rose diamond roza, gül biçiminde işlenmiş elmas; Felemenk taşı. rough diamond işlenmemiş elmas; değerli fakat yontulmamış adam.

diana

(i). Diana, eski Roma'da av tanrıçası; kadın avcı; evlenmek istemeyen kadın; ay, kamer.

dianetics

(i). doğum öncesi meydana geldiği farz olunan ruh hastalılıklarını teşhis ve tedavi sistemi.

dianoetic

(s). düşünme kabiliyeti olan; düşünme ile ilgili.

dianthus

(i). karanfil familyasından herhangi bir çiçek.

diapason

(i)., (müz). ahenk; bir çalgı veya sesin en ince perdeden en kalın perdeye kadar olan sesleri; iki kollu çelik ses öIçüsü, diyapazon.

diaper

(i)., (f)., (A.B.D). çocuk bezi; (f). çocuk bezini sarmak veya değiştirmek.

diaper

(i). baklava şeklinde benekli pike; böyle kumaştan yapılmış havlu veya peşkir; baklava biçimindeki şekillerden ibaret süsleme.

diaphaneity

(i). şeffaflık.

diaphanous

(s). şeffaf, yarı şeffaf.

diaphoresis

(i)., (tıb). ter, terletme.

diaphoretic

(s)., (i)., (tıb). terletici (ilaç).

diaphragm

(i)., (anat)., (tıb). diyafram; zar, böleç; ayıran zar; (foto). adese perdesi.

diaphragmatic

(s). diyaframa ait, diyafram gibi.

diaphysis

(i)., (anat). kemik gövdesi.

diapositive

(i). diapozitif.

diarrhea

(i)., (tıb). ishal, amel, iç sürmesi, diyare. diarrheal (s). diyareye ait, diyareli.

diary

(i). hatıra defteri, günce. diarist (i). hatıra defteri tutan kimse.

diaspora

(i). sürgünden sonra Yahudilerin dünyanın her tarafına yayılması; İncil'de Kudüs'ün dışında bulunan Yahudi Hıristiyanlar.

diastase

(i). diyastaz, filizlenmeye başlamış tahıl tanelerinde bulunan ve nişastayı şekere çeviren azotlu maya.

diastatic

(s). nişastayı şekere çeviren.

diastole

(i)., (fizyol). kalp inbisatı, kalp genişlemesi, diyastol.

diastrophism

(i)., (jeol). yer küre tabakasının kıtalar, dağlar ve denizleri teşkil edecek şekilde değişmesini sağlayan süreçler.

diastyle

(s)., (i). sütunları birbirinden üç sütun çapı uzaklıkta olan (bina).

diathermy

(i). elektrik akımıyla vücut dokularına hararet verme usulü, diyatermi.

diatom

(i). ancak mikroskopla görülebilen tek hücreli bir çeşit deniz algi.

diatomic

(s)., (kim). iki atomdan ibaret.

diatonic

(s)., (müz). diyatonik, içinde yabancı sesler bulunmayan gama ait.

diatribe

(i). şiddetli münakaşa; acı ve küçültücü tenkit.

diatropism

(i)., (bot). dış etkenlere karşı bazı bitki organlarının kendilerini çapraz olarak ayarlama ihtimali.

dibasic

(s)., (kim). dibazik, iyonize olabilen iki hidrojen atomu ihtiva eden.

dibble

(i)., (f). dikeleç; (f). dikeleç ile toprağa çukur açmak, dikmek (fidan).

dibs

(i). parça; argo ufak para; beştaş oyunu; hak: I've got dibs on that. O benim hakkım.

dice

(i)., (çoğ). (bak die), (f). oyun zarları; (f). dama şekilleriyle süslemek; zar şeklinde kesmek. dicebox (i). zar atmaya mahsus kupa. Ioaded dice hileii zar.

dicephalous

(s). iki başlı.

dichloride

(i)., (kim). başka bir elemanla iki atom klordan mürekkep kim yasal bir madde, diklorid.

dichogamy

(i)., (bot). erkek ve dişi organların ayrı zamanlarda olgunlaşmaları. dichogamous (s). bu şekilde olgunlaşan.

dichotomy

(i). ikiye bölme; (astr). ay, Merkür veya Venüs kursunun yarısının ışıklı olması; (biyol). çatallı olma; (man). ikiye bölme.

dichroism

(i). iki ayrı yönden bakıldığı zaman iki ayrı renk aksettirme hassası (kristal gibi), dikroizm.

dichromatic

(s). iki renkli; (tıb). esas renklerin yalnız ikisini görebilen.

dichromic

(s)., (kim). iki krom atomu havi olan.

dick

(i)., (A.B.D)., argo polis hafiyesi, detektif.

dickens

(i)., (k).dili şeytan. What the dickens! Ne var Allah aşkına?

dicker

(f)., (i)., (A.B.D). çekişe çekişe pazarlık etmek; cimrice pazarlık etmek; (i). pazarlık; pazarlıkta uzlaşma.

dickey

(i). göğüslük, önlük; eşek; küçük kuş.

dicotyledon

(i)., (bot). iki çenekli bitki, tohum zarfı iki kısma ayrılan bitki. dicotyledonous (s). tohum zarfı iki kısma ayrılan, iki çenekli.

dictaphone

(i)., (tic). (mark). diktafon.

dictate

(i). emir; prensip. dictates of conscience vicdanın emri.

dictate

(f). dikte etmek, yazdırmak; emretmek; zorla kabul ettirmek. dictation (i). dikte; emir.

dictator

(i). diktatör; mutlak hakimiyeti elinde tutan kimse; dikte eden kimse, yazdıran kimse. dictatorship (i). diktatörlük.

dictatorial

(s). diktatörce; amirane. dictatorially (z). amirane, sert ve kati bir şekilde.

diction

(i). kelime seçimi, kelimeleri kullanma şekli (konuşma ve yazıda); ifade, konuşma tarzı; telaffuz.

dictionary

(i). sözlük, lügat, kamus.

dictograph

(i)., (tic). (mark). diktograf, konuşmaları gizlice dinlemek için kullanılan bir çeşit telefon aleti.

dictum

(i). yetkili hüküm veya söz; (huk). hüküm, hukuki mütalâa; darbımesel, atasözü.

did

(bak). do.

didactic

(s). öğretici, öğretsel, didaktik, ahlâki yönden eğitici, bilgi verici. didactically (z). öğretici bir şekilde; ahlâki yönden eğitmek için fazlasıyla üstüne düşerek.

didactics

(i). öğretke, didaktik.

diddle

(f). aldatmak, kandırmak, dolandırmak; boşuna vakit geçirmek, vakit öldürmek: kımıldatmak, sarsmak.

dido

(i)., (k).dili tuhaflık.

didy

(i)., (k).dili bebek bezi.

didymous

(s). (bot). (zool). iki eş parçadan ibaret olan, çift büyüyen, ikiz.

die

(f). (died,dying)ölmek, vefat etmek; ölecek gibi olmak; sıkılmak, informal patlamak; helâk olmak; mahvolmak; yok olmak; bayılmak; ecel teri dökmek; (k).dili çok fazla arzu etmek. die a glorious death şerefli bir şekilde ölmek. die away yavaş yavaş kesilmek, tedricen ortadan kalkmak. die back (bitki) tepeden köke doğru kurumak. die off birer birer ölüp tükenmek. die out yok olmak; azalıp tükenmek. die by violence suikast neticesinde ölmek, öldürülmek. die from wounds Yaralanarak ölmek. die in harness vazife başında ölmek. Never say die Davandan asla vazgeçme.

die

(i ),(çoğ dice) zar, oyun zarı; talih, şans. The die is cast. Ok yaydan çıktı iş işten geçti.

die

(i). (çoğ dies) kalıp, lokma, sikke damgası. straight as a die dümdüz.

diehard

(i). tutucu kimse, inatçı kimse, kaybettiği davada devam eden kimse.

dielectric

(s)., (i)., (elek). elektrik akımlarını geçirmez, yalıtkan, mücerrit, dielektrik, izole; (i). yalıtkan madde veya araç.

diencephalon

(i)., (anat). ara beyin.

dieresis

(i). bir arada bulunan iki sesli harfin ayrılması; sesli iki harfin ayrı okunması için ikincisi üzerine konulan iki nokta işareti.

diesinker

(i). kalıpçı, sikke kalıbı oyan sanatkâr.

diestock

(i). diş lokması kasası.

diet

(i)., (f). rejim, perhiz; günlük besin; yiyecek: (f). perhiz yapmak, rejim yapmak; perhiz vermek. diet kitchen astalar için belirli yemekler hazırlayan mutfak. be on a diet perhiz yapmak, rejim yapmak.

diet

(i). Diyet; kurultay, genel meclis, millet meclisi (Japonya gibi bazı ülkelerde).

dietary

(i)., (s). perhiz kuralları, perhiz hakkında broşür; perhiz yemeği: beslenmeyi ayarlama: (s). perhize ait. dietary laws Musevilerin dini yemek kuralları. dietetic, ical (s). perhize ait. dietetics (i). diyet ihtisası.

dietitian,cian

(i). diyetçi, diyet mütehassısı.

differ

(f)., from ile başka olmak, benzememek, farklı olmak; with ile muvafakat etmemek, uygun bulmamak, ayrılmak; kavga etmek, bozuşmak.

difference

(i). ayrılık, fark; ayırıcı özellik; ihtilaf, anlaşmazlık, kavga, dava; (mat). fark, çıkarma sonucunda kalan miktar. It makes a difference. Fark eder. şu veya bu şekilde sonucu etkiler. split the difference kalanı eşit olarak bölmek; anlaşmak, uyuşmak.

different

(s)., (A.B.D). from veya than ile: (ing). from veya to ile farklı, başka, ayrı; muhtelif, çeşitli. differently (z). başka şekilde, başka türlü.

differentia

(i). (çoğ tiae) (man). ayırt edici vasıf veya herhangi bir şey.

differential

(s)., (i). farklı özelliği olan, fark gösteren, farklı, farklarla ilgili; farklara dayanan; (i)., (mat)., (mak). diferansiyel; (mak). diferansiyel dişlisi. differential calculus (mat). diferansiyel hesap. differential equation (mat). diferansiyel denklem. differential gear diferansiyel dişlisi. differential ther mometer (fiz). ısı derecesi farklarını tayin eden termometre. differential windlass (mak). denksiz vinç, basamaklı ırgat.

differentiate

(f). ayırmak, ayırt etmek, tefrik etmek, temyiz etmek; farklılaşmak, farklı olmak. differentia'tion (i). fark, temyiz.

difficult

(s). güç, zor, müşkül, çetin; geçinilmesi zor, huysuz, inatçı: titiz, müşkül pesent: zor anlaşılabilen.

difficulty

(i). güçlük zorluk, müşkülât: güç şey, engel, mânia: nazlanma, itiraz; sıkıntı, problem. be in difficulties parasız kalmak. make veya raise a difficulty güçlük çıkarmak.

diffidence

(i). çekinme, kaçınma, mahcubiyet, utangaçlık, çekingenlik.

diffident

(s). çekingen, utangaç, mahcup.

diffract

(f). kısımlara ayırmak; (fiz). ışınları saptırmak ve kırmak.

diffraction

(i)., (fiz). ışınların sapıp kırılması. diffraction grating dağıtma ızgarası. diffraction spectroscope dağıtma tayf ölçücüsü, dağıtma spektroskopu.

diffuse

(s). ayrıntılı, mufassal; çok söz kullanan; geniş, yaygın, yayılmış, vâsi. diffusely (z). yaygın olarak. diffuseness (i). yaygınlık.

diffuse

(f). yaymak, dökmek, neşretmek; yayılmak, dağılmak, intişar etmek. diffusion (i). nüfuz; yayılma, dağılma.

diffusive

(s). dağınık ve tafsilâtlı.

dig

(f). (dug, digging) kazmak, toprağı bellemek: kazı yapmak, hafriyat yapmak; dürtmek; (k).dili üzerinde düşünmek, kafa yormak: (A.B.D). argo anlamak, beğenmek; (mak). derin kesmek. dig in (ask). siper kazıp mevzi almak; kalmak niyetiyle yerleşmek. dig into çok çalışmak. dig out kazıp çıkarmak: ayrıntılarıyla incelemek. dig up kazıp çıkarmak: kazıp belleyerek toprağı havalandırmak.

dig

(i). hafriyat, kazı; (k).dili iğneli söz, kinaye, dokunaklı söz. digs (i)., (çoğ)., (ing)., (k).dili pansiyon. take a dig at somebody yapmacık bir nezaketle başkasının kusurunu yüzüne vurmak.

digamma

(i). en eski Yunan alfabesinde altıncı ve ibranice'de vav harfinin eşiti olan harf.

digamy

(i). ikinci defa evlenme.

digastric

(s)., (anat). iki karınlı. digastric muscle (anat). dar bir veterle iki kısma ayrılmış olan adale, iki karınlı kas.

digest

(i). özet, hulâsa, fezleke, icmal: (huk). kazai içtihatlardan çıkarılan kuralların toplamı.

digest

(f). sindirmek, hazmetmek: tasnif etmek, düzenlemek, tertip etmek: kavramak, idrak etmek, üzerinde düşünmek; (kim). ısı ile yumuşatmak. digestible (s). hazmedilebilir, hazmi mümkün, hafif. digest ibility (i). hazım imkânı.

digester

(i). hazmettirici şey, sindirici şey; sıkı kapanan bir çeşit kimya kazanı.

digestion

(i). hazım, hazım gücü, sindirim; kavrama, idrak etme; ısı ile yumuşatma.

digestive

(s)., (i). hazma ait, hazmettirici, midevi; (i). sindirimi kolaylaştıran ilâç. digestive system (fizyol). sindirim sistemi.

digger

(i). toprak kazan kimse; toprak kazma aracı, hafriyat makinası, greyder.

diggings

(i). kazı yapılan yer; bu kazıdan çıkarılan şey; (ing)., (k).dili pansiyon.

digit

(i). parmak; parmak genişliği (20 milimetre); sıfırdan dokuza kadar tam sayıların her biri.

digital

(s). parmağa ait, parmak gibi; on esaslı numara sistemine ait. digital computer çift rakamla kullanılan sayıcı hesap makinası.

digitalis

(i). yüksükotu, (bot). Digitalis purpurea; (ecza). yüksükotunun kalp kuvvetlendirici olarak kullanılan yaprağı.

diglot

(s)., (i). iki dilde, iki dilli: (i). iki dilde yazılmış yazı veya kitap.

dignify

(f). paye vermek, itibar etmek, şeref vermek, değer vermek. dignified (s). vakur, asil, ağırbaşlı.

dignitary

(i). rütbe veya mevki sahibi kimse, büyük adam, ileri gelen kimse.

dignity

(i). kıymet, değer, kadir, itibar, şeref; paye, derece; vakar, asalet; mevki sahibi, ileri gelen kimse.

digraph

(i). tek sesi temsil eden iki harf (head kelimesindeki ea gibi).

digress

(f). dışına çıkmak, konudan ayrılmak. digression (i). konu dışı söz, arasöz. digressive (s). konu dışı, mevzu harici.

dihedral

(s). dihedral, (açısı) iki düzlemden meydana gelen.

dike ,dyke

(i)., (f). hendek, suyolu, mecra, kanal; set, toprak duvar, bent: (jeol). duvara benzer taş damar; (f). set yaparak muhafaza etmek, etrafına set çekmek; hendek vasıtasıyla suyunu boşaltmak; kazmak.

dilapidate

(f). bakımsızlıktan harap etmek, tahrip etmek, kırıp dökmek; bakımsızlıktan harap olmak. dilapida'tion (i). harap olma, bakımsızlık.

dilate

(f). genişletmek, kabartmak, açmak, şişirmek, büyütmek; on veya upon ile tafsilata girişmek: genişlemek, kabarmak, şişmek. dila'tion, dilata'tion (i). açılma, genişleme.

dilator

(i)., (tıb).. bir uzvu genişletmek için kullanılan alet; (anat). vücut boşluklarını genişleten adale.

dilatory

(s). işini sonraya bırakan, ağırdan alan, sürüncemede bırakan; ağır, üşenen. dilatorily (z). ağırdan alarak, üşenerek, dilatoriness (i). işini ağırdan alma, geciktirme: üşenme.

dilemma

(i). müşkül durum, çıkmaz; (man). ikilem, dilem. the horns of a dilemma her biri imkânsız olan iki şık.

dilettante

(i)., (s). (çoğ ti) eğlence için özel bir şeyle ilgilenen kimse; güzel sanatlar düşkünü kimse, sanat meraklısı kimse; amatör: (s). sathi merakı olan.

diligence

(i). dikkat, ihtimam, sebatlı çalışma, gayret, çalışkanlık; on sekizinci asırda Avrupa'da kullanılan atlı posta arabası.

diligent

(s). gayretli, dikkatli, çalışkan. diligently (z). gayretle.

dill

(i). dereotu, yabantırak, (bot). Anethum graveolens dill pickle dereotlu hıyar turşusu. wild dill yabani dereotu, (bot). Anethum sylvestris.

dillydally

(f). oyalanmak, yavaş yavas iş görmek, ağırdan almak.

diluent

(i)., (s). sulandırıcı madde; (s). sulandırıcı; eritici.

dilute

(f). sulandırmak, su katmak, hafifletmek. dilute(d) (s). su katılmış, sulu, hafif, açık. dilution (i). su katma, sulanma, su katılmış herhangi bir şey.

diluvialian

(s). selden ileri gelen, tufani; (jeol). diluviyuma ait. di luvium (i)., (jeol). tufan çöküntüsü, diluviyum.

dim

(s). (mer, mest) (f). Ioş, donuk, sönük, bulanık, belirsiz, müphem; (f). donuklaştırmak, karartmak, bulandırmak: kararmak, donuklaşmak: out ile ışıkları kısmak, karartmak, maskelemek. dimly (z). donuk bir surette, duman içinde gibi, bulanık olarak. dimness (i). donukluk, loşluk, müphemlik.

dime

(i). Amerika Birleşik Devletlerinin on sent kıymetinde ufak gümüş parası. dime bag (A.B.D)., argo on dolarlık esrar paketi. dime novel heyecanlı ucuz roman. dime store ucuz mal satan büyük mağaza.

dimension

(i). ölçüde esas olan uzunluk, genişlik ve derinlik birimlerinin her biri, boyut, buut, çap (çoğ). boyutlar, ebat; oylum, hacim; genişlik; ölçü, ölçüsü alınan şeyler; (mat). bir terimi belirleyen faktör, boyut. of generous dimension iri, şişman, geniş yapılı. dimensional (s). boyutlu.

dimerous

(s)., (bot)., (zool). iki kısım dan meydana gelen.

dimeter

(i)., şiir iki vezinli mısra.

dimethyl

(i)., (kim). etan.

dimidiate

(s)., (bot)., (zool). ikiye bölünmüş.

diminish

(f). azaltmak, eksiltmek, küçültmek; alçaltmak, zayıflatmak; azalmak, eksilmek, kısalmak, küçülmek; (müz). bir yarım entervali kısaltmak. diminishingly (z). eksilerek, gittikçe azalarak. diminishing returns azalan verim.

diminuendo

(z)., (i)., (müz). diminuendo, ses gittikçe hafifleyerek; (i). sesin gittikçe hafiflemesi.

diminution

(i). eksiltme, küçültme; azalma, alçalma; inme; düşme; (huk). noksan, eksiklik: (mim). incelme.

diminutive

(s)., (i). küçültücü, küçültme belirten: küçük, ufak, mini mini; (i)., (gram)., küçültme ismi veya sıfatı; ufak cins, önemsiz şey.

dimity

(i). üzeri kabartma çizgili ince pamuklu bez.

dimmer

(i)., (elek). ışık kesici reosta.

dimorphic, phous

(s). iki şekilde görülebilen veya gözüken, iki şekilli. dimorphism (i). aynı bitki ve hayvan üzerindeki iki değişik şekil; aynı maddenin iki değişik şekilde kristalleşmesi.

dimout

(i). karartma, ışıkların kısmen veya tamamen söndürülmesi veya kamufle edilmesi.

dimple

(i)., (f). gamze, yanak veya çenede ufak çukur; ufak çukur; (f)., gamzesini göstermek; böyle çukur hasıl olmak veya hâsıl etmek.

dimwit

(i)., argo ahmak kimse, alık kimse, budala kimse.

din

(i)., (f)., (ned, ning) gürültü, patırtı, şamata; (f). gürültü ile söylemek, tekrar tekrar söylemek; gürültü etmek. din into tekrar tekrar söyleyerek kafasına sokmak.

din

(i)., (kıs). Deutsche Industrienor men Alman Sanayi Standartları; (foto). filmin ışığa karşı hassasiyet ölçüsü.

dinar

(i). eski bir altın para, dinar; Yugoslavya, İran, Irak, ürdün, Kuveyt ve Tunus'ta para birimi.

dine

(f). günün esas yemeğini yemek veya yedirmek; akşam yemeği yemek; ziyafet vermek; yemeğe davet etmek. wine and dine bir kimseye içkili ziyafet vermek. dine out dışarıda yemek yemek. dining car vagon restoran. dining hall yemek salonu. dining room yemek odası.

diner

(i). yemek yiyen kimse; vagon restoran; vagon restorana benzer lokanta.

dinette

(i). küçük yemek odası.

ding

(f)., (i). çan gibi ses çıkarmak, çalmak; (i). çan sesi.

dingbat

(i)., (k).dili ufak şey; fırlatılan şey; ismi unutulan şey.

dingdong

(s)., (i). çan sesi gibi; (i). çan sesi, dan dan; aynen tekrar edilen ses.

dingey, dinghy

(çog geys, ghies) (i). ufak kayık; patalya, dingi; ufak gezinti sandalı.

dingle

(i). derecik, etrafı ağaçlıklı ufak dere.

dingo

(i). Avustralya'ya mahsus bir çeşit yabani köpek, (zool). Canis dingo.

dingus

(i)., (k).dili şey.

dingy

(s). (gier, giest) donuk, rengi soluk, kirli, paslı. dingily (z). rengi soluk olarak, paslı olarak. dinginess (i). rengi soluk oluş, donukluk; kir, pas.

dinky,dinkey

(s). (ier, iest) (i).,(k).dili önemsiz, ehemmiyetsiz, küçük; (i). küçük şey; küçük lokomotif.

dinner

(i). günün esas yemeği; akşam yemeği; ziyafet. dinner bell yemek zili veya çanı. dinner hour yemek saati. dinner jacket smokin dinner pail sefertası dinner party ziyafet, yemekli toplantı. dinner table sofra. dinner time yemek vakti.

dinnerware

(i). yemek takımı.

dinosaur

(i). mezozoik çağda yaşamış olan ve bu gün yalnız fosilleri bulunan çok büyük bir cins sürüngen, dinosor.

dint

(i)., (f). kuvvet; ufak oyuk; (f). ufak çukur meydana getirmek. by dint of kuvvetiyle, vasıtasıyla.

diocese

(i). piskoposluk bölgesi. diocesan (s)., (i). piskoposluk bölgesine ait; (i). bu bölgeyi idare eden piskopos; bu bölgede bulunan papaz veya fert.

diode

(i)., (elek). diod.

dioecious

(s)., (bot)., (zool). erkek ve dişi organları ayrı bitki veya hayvanlarda olan, iki evcikli, dioik.

diopter

(i). merceklerin ışığı kırma kuvvetinin ölçü birimi, diyopter.

dioptrics

(i). merceklerin ışığı kırmaları ile ilgili bilim dalı. dioptric(al) (s). bu bilimle ilgili.

diorama

(i). diyorama. dioramic (s). diyoramik, diyoramaya ait.

diorite

(i)., (jeol). diyorit, yeşil taş.

dioxide

(i)., (kim). dioksit.

dip

(f). (ped veya dipt, ping) batırmak, daldırmak, banmak; ıslatmak; kepçe gibi bir şeyle çıkarmak; bayrak gibi bir şeyi indirip kaldırmak; (den). selam maksadıyla sancağı yarı mayna ve hisa etmek; antiseptik suya batırmak (bir hayvanı); dalmak, batmak; (jeol). meyletmek, inhitat etmek; (hav). çabuk inip tekrar havalanmak. dip into a book bir kitabı gözden geçirmek.

dip

(i). dalma, batma; meyil, inhitat; çukur; daldırma mum, içine herhangi bir şey daldırılacak sıvı, banyo; argo yankesici. dip net uzun saplı balık ağı, kepçe. dip stick daldırma çubuk ölçek. magnetic dip mıknatısın aşağı eğilmesi.

diphase

(s)., (elek). iki fazlı, çift fazlı.

diphtheria

(i)., (tıb). kuşpalazı, difteri. diphtheric (s). difteriye benzer, difteriye ait.

diphthong

(i)., (dilb). diftong, iki seslinin bir hece halinde kaynaşması.

diphyodont

(s)., (zool). iki defa diş çıkaran memeli.

diploid

(s). çift, iki katlı.

diploma

(i). diploma.

diplomacy

(i). diplomasi, diplomatlık, siyaset, hariciye mesleği; başka insanlarla ilişkide incelik, ustalık.

diplomat

(i). Dışişleri Bakanlığı memuru, hariciye memuru, diplomat, siyaset adamı; başkaları ile ilişkide incelik gösteren kimse.

diplomate

(i). doktor ve mühendis gibi meslek diploması alan kimse.

diplomatic

(s). diplomatik, milletlerarası siyasete ait; başkaları ile ilişkide ince, usta, siyasi; diplomasi ilmine ait. diplomatic affairs diplomatik işler. diplomatic agent elçi veya maslahatgüzar. diplomatic immunity diplomatik dokunulmazlık. diplomatic service Dışişleri memurluğu, hariciyecilik. diplomatically (z). diplomatça, kurnazlıkla, incelikle.

diplomatics

(i). eski resmi ve sikaları çözme ve gerçeğe uygunluğunu tayin etme ilmi.

diplomatist

(i). diplomat, hariciye memuru, siyaset adamı.

diplopia

(i)., (tıb).. gözün tek cisimleri çift görmesi.

dipole

(i)., (fiz). ikiz kutup.

dipper

(i). maşrapa, kepçe; dalıcı kuş. Great Dipper, Big Dipper (astr). Büyükayı. Little Dipper (astr). Küçükayı.

dippy

(s)., argo deli.

dipsomania

(i). hastalık derecesinde içki iptilası, ayyaşlık, dipsomani. dipsomaniac (i). içkiye müptelâ kimse.

diptera

(i)., (çoğ).. (zool). bir çift kanadı olan böcekler sınıfı, çiftkanatlılar. dipteral (s)., (mim). çift sıra direkleri olan; (zool). iki kanatlı. dipterous (s)., (bot)., (zool). iki kanatlı.

diptych

(i). eskiden kullanılan birbirine menteşelenmiş iki yapraktan ibaret tablet; kitap gibi kapanan iki levhalı resim.

dire

(s). uğursuz, meşum; dehşetli, korkunç. direly (z). dehşetle; uğursuzlukla. direness (i). dehşet, uğursuzluk.

direct

(f). idare etmek, tanzim etmek, emretmek; göstermek, aydınlatmak, irşat etmek, tevcih etmek, yöneltmek, çevirmek, doğrultmak; yolu tarif etmek, salık vermek, tavsiye etmek. directive (s). idare edici, yol gösterici. directive (i). emir, direktif, kararname.

direct

(s)., (z). doğru, müstakim, dosdoğru: dürüst, tok sözlü; açık, sarih; doğrudan doğruya, vasıtasız, araçsız; babadan oğula intikal eden; (astr). güneş etrafında dünya yönünde dönen; (gram). doğrudan doğruya olan, dolaysız, vasıtasız; (z). dosdoğru, doğrudan doğruya; hemen, derhal; açıkça. direct action doğrudan doğruya yöneltilmiş hareket. direct current doğru akım. direct discourse (gram). doğrudan doğruya aktarılan konuşma. direct evidence izaha veya tahkike muhtaç olmayan delil. direct hit tam isabet. direct mail advertising posta ile ilan dağıtma. direct object (gram). nesne, düz tümleç. direct tax vasıtasız vergi. the direct opposite tam aksi. directly (z). doğrudan doğruya; hemen, derhal.

direction

(i). yön, meyil, cihet, istikamet, taraf; idare, nezaret; emir, talimat, tembih; (müz). belirli bir notanın nasıl çalınacağını belirten işaret. direction finder radyo yön bulucu alet, yön alıcı cihaz. directional (s). istikamete ait. directional antenna yönelici anten.

director

(i). direktör, müdür, idareci, müdürler kurulu üyesi; herhangi bir şeyi idare eden şef. directorate (i). müdüriyet; müdürler kurulu; müdürlük. director'ial (s). idareye ait.

directorship

(s). müdürlük, direktörlük.

directory

(i)., (s). rehber, nizamname; Fransız ihtilalinde Cumhuriyet Hükümetini idare eden beşler heyeti; (huk). açıklayıcı hüküm; (s). idare eden, istişareye ait.

directress

(i)., (nad). müdire, kadın direktör.

directrix

(i), (nad). müdire; (geom). doğrultman.

direful

(s). korkunç, dehşet veren, uğursuz; hüzünlü, mahzun. direfully (z). hüzünle, uğursuzca, korkunç bir şekilde. direfulness (i). hüzün, uğursuzluk, dehşet.

dirge

(i). mersiye, ağıt.

dirigible

(i). idare edilebilen balon, zeplin, hava gemisi.

diriment

(s)., (huk). tamamen iptal eden, fesheden.

dirk

(i). bir çeşit kama.

dirndl

(i). Avusturya'da giyilen renkli bir etek; kuşaklı etek.

dirt

(i). kir, pislik, çamur, toz; leke; alçaklık, namussuzluk, değersizlik, işe yaramazlık; dedikodu, iğrenç konuşma; içinde açık saçık resim ve yazılar bulunan kitap; (mad). toprak, çakıl, kum. dirt cheap sudan ucuz, bedava. dirt poor yoksul, fakir. dirt track yarışların yapıldığı toprak yol. pay dirt değerli maden. cevheri; iyi netice veren sistem. treat a person like dirt bir kimseyi hiçe saymak, hor görmek, adam yerine koymamak.

dirty

(s)., (f). kirli, pis, murdar; bulanık; iğrenç, çirkin; alçak; sisli, fırtınalı, bozuk (hava); fazla miktarda radyoaktif zerreler yayan; argo yanında esrar bulunan; (f). pisletmek, kirletmek, murdar etmek; lekelemek. dirty work (k).dili el altından yürütülen iş, hileli oyun, bir işin en zor kısmı. dirtiness (i). pislik.

dis

önek zıt oluş; uzaklaştırma; ayrı; olmayan (olumsuz bir kelimenin anlamını kuvvetlendirici ek); yapılan bir şeyi bozma anlamına gelen bir önek.

disability

(i). malûliyet; yetersizlik, kifayetsizlik, kuvvetsizlik, zaaf; yetkisizlik, salahiyetsizlik.

disable

(f). sakatlamak, kuvvetten düşürmek, zayıflatmak; (huk). salahiyetini elinden almak, ehliyetsiz kılmak. disabled (s). sakat. disablement (i). sakatlık; yetkisizlik, salahiyetsizlik.

disabuse

(f). yanlış bir fikri düzelterek gözünü açmak, doğru yolu göstermek.

disaccord

(f)., (i). ihtilaf halinde olmak, aralarında anlaşmazlık olmak; (i). anlaşmazlık, ahenksizlik.

disaccustom

(f). bir alışkanlıktan vazgeçirmek, bir itiyadı bıraktırmak.

disacknowledge

(f). inkar etmek, kabul etmemek, reddetmek.

disadvantage

(i). mahzur, aleyhte olan durum, dezavantaj, zarar, ziyan. at a disadvantage (diğerlerine nispetle) daha zayıf bir durumda olmak, dezavantajlı olmak. be to somebodys disadvantage bir kimsenin zararına olmak. disadvantaged (s). normal sayılan menfaatlerden mahrum.

disadvantage

(f). menfaatine halel getirmek, yararına olmamak, zarar vermek.

disadvantageous

(s). mahzurlu, zararlı; müsait olmayan, elverişsiz. disadvantageously (z). aleyhine olarak, zararına olarak.

disaffect

(f). sevgisini azaltmak, soğutmak.

disaffected

(s). sevgisi azalmış, soğumuş.

disaffirm

(f). inkar etmek, kabullenmemek; (huk). reddetmek, cerhetmek, nakzetmek; (i). inkar, ret, iptal.

disafforest

(f)., (ing). (huk). orman kanununun kapsamı dışında bırakmak, ormanları tahrip etmek, ormansız bırakmak.

disagree

(f). uyuşmamak, uymamak, uygun düşmemek; muvafık olmamak, anlaşamamak; bozuşmak, münakaşa etmek, tartışmak, atışmak; (gen). with ile bünyesine uygun gelmemek, yaramamak, dokunmak (yiyecek).

disagreeable

(s). nahoş, hoşa gitmeyen; kötü, huysuz, kavga eden, aksi, ters, sert. disagreeableness (i). uygunsuzluk, nahoşluk; terslik. disagreeably (s). terslikle, nahoş derecede.

disagreement

(i). ihtilaf, anlaşmazlık, ayrılık, tutmazlık, mübayenet, uyuşmazlık; çekişme, münakaşa, münazaa.

disallow

(f). müsaade etmemek, engel olmak men etmek; inkar etmek, reddetmek.

disannul

(f). (led, ling) tamamen lağvetmek, iptal etmek.

disappear

(f). gözden kaybolmak, kaybolmak; yok olmak; zail olmak, ortadan kaybolmak. disappearance (i). gözden kaybolma, kaybolma.

disappoint

(f). hayal kırıklığına uğratmak, memnun edememek, canını sıkmak, üzmek, müteessir etmek, ümitlerini boşa çıkarmak. disappointed (s). hayal kırıklığına uğramış, ümidi kırılmış. disap pointedly (z). hayal kırıklığına uğramış olarak. disappointingly (z). hayal kırıklığına uğratacak şekilde; canını sıkarak.

disappointment

(i). hayal kırıklığı, ümidi boşa çıkma, hüsran.

disapprobation

(i). beğenmeyiş, uygun görmeyiş, tensip etmeyiş, tenkit; memnuniyetsizlik, hoşnutsuzluk.

disapproval

(i). beğenmeyiş, hoşnutsuzluk, tasvip etmeyiş.

disapprove

(f)., of ile beğenmemek, uygun görmemek, tensip etmemek; tenkit etmek; reddetmek, kabul etmemek, tasvip etmemek. disapprovingly (z). beğenmeyerek, tasvip etmeyerek, reddederek.

disarm

(f). silahsızlandırmak, silahtan tecrit etmek, silâhını almak; zararsız hale getirmek; şüpheyi bertaraf etmek, dost kazanmak; (ask). silâhını elinden almak; silahları bırakmak; bir memleketin silahlı kuvvetlerinin sayısını azaltmak veya sınırlamak. disarm (ing). (s). dost kazandırıcı.

disarmament

(i). silahsızlanma, silahları bırakma, silahların sınırlandırılması.

disarrange

(f). karıştırmak, dağıtmak, düzenini bozmak. disarrangement (i). karışıklık, düzensizlik, dağınıklık.

disarray

(i)., (f). nizamsızlık, düzensizlik, karışıklık; düzensiz kıyafet; (f). düzensiz bir hale getirmek, bozmak.

disassemble

(f). sökmek, parçalarına ayırmak, demonte etmek.

disassociate

(f). ayırmak, münasebetini kesmek, ilgisini kesmek.

disaster

(i). felaket, belâ, musibet, talihsizlik, büyük kaza. disastrous (s). felâket getiren, feci. disastrously (z). feci halde.

disavow

(f). reddetmek, tanımamak, tekzip etmek, inkâr etmek. disavowal (i). ret, tekzip, inkâr.

disband

(f). dağıtmak; terhis etmek; dağılmak. disbandment (i). dağılma; terhis.

disbar

(f). (red, ring) (huk). barodan ihraç etmek. disbarment (i). barodan ihraç.

disbelieve

(f). inanmamak, iman etmemek. disbelieve in itimat etmemek. disbelief i imanslzlık, güvensizlik, itimatsızlık. disbeliever (i). inanmayan kimse, aksine inanan kimse.

disburse

(f). tediye etmek, ödemek, kasadan para vermek; harcamak; para dağıtmak; israf etmek. disbursement (i). tediye, ödeme; harcama; ödenen meblâğ; harcanan para.

disc

(bak). disk.

discard

(f)., (i). atmak, Iskartaya çıkarmak, ihraç etmek, tardetmek, kovmak; iskambil kağıt atmak, boş kağıt oynamak; (i). atma, çıkarma; boş kağıt.

discern

(f). ayırt etmek, tefrik etmek; sezmek, görmek, anlamak, farkına varmak, idrak etmek. discernible (s). fark edilebilir, görülebilir. discernibly (z). görülecek surette, aşikar olarak.

discerning

(s). idrak eden, anlayan, zeki. discerningly (z). idrak ederek, anlayarak.

discernment

(i). idrak, akıl, muhakeme; görüş, seziş, basiret, feraset.

discharge

(i). yük boşaltma; ateş etme (top ve tüfek), yaylım ateşi; sırtından yük atma, ödeme, ifa; azil, tart, ihraç, işten çıkarılma; terhis, izin; cereyan, akıntı, akış; cerahat, boru gibi şeyden akan madde; (elek). boşaltma; boyayı çıkaran madde, ağartıcı madde. discharge pipe akma borusu, boşaltma borusu.

discharge

(f). yük boşaltmak (gemi); çıkarmak, akıtmak; top veya tüfekle ateş etmek; ödemek; ifa etmek (vazife); görevine son vermek, işten çıkarmak: terhis etmek; ihraç etmek; serbest bırakmak; (elek). cereyanı boşaltmak; ağartmak, rengini açmak.

disciform

(s). plak veya disk şeklinde.

disciple

(i). taraftar, mürit, talebe; havari. discipleship (i). taraftarlık, talebelik; havarilik.

disciplinarian

(i). sert amir, disiplin taraftarı olan kimse.

disciplinary

(s(b disiplinle ilgili, inzibata ait; tahsil ve terbiyeye ait.

discipline

(i)., (f). disiplin, inzibat, terbiye, idare; talim; itaat, boyun eğme; cezalandırma, tekdir; ilim, bilim dalı; (f). terbiye etmek, yetiştirmek, idare etmek; disipline sokmak, yola getirmek; cezalandırmak.

disclaim

(f). inkâr etmek, benim değil diye reddetmek, kabul etmemek; müsaade etmemek, feragat etmek; reddetmek, vazgeçmek; (huk). bir dilekten veya iddiadan vazgeçmek.

disclaimer

(i). vazgeçen kimse; (huk). iddiadan vazgeçme, feragat, feragat name.

disclose

(f). açmak, ifşa etmek; keşfetmek, göstermek, izhar etmek. disclosure (i). açma, ifşa etme, söyleme; ifşa olunan şey, ifşaat, haber.

discography

(i). plak koleksiyonu, banda alınmış bilumum veya seçme müzik parçaları; banda alınmış veya plak haline getirilmiş müziğin düzenli bir şekilde sıralanması.

discoiddiscous

(s). disk şeklinde, yassı ve yuvarlak.

discolour

(f). rengini bozmak, soldurmak, lekelemek; rengini değiştirmek. discolora'tion (i). rengini bozma, rengi bozulma, solma; leke.

discombobulate

(f)., (A.B.D)., argo Arap saçı gibi karıştırmak, altüst etmek.

discomfit

(f). yenmek, mağlup etmek, bozguna uğratmak; sinirlendirmek, rahatsız etmek; şaşırtmak. discomfiture (i). rahatsızlık; şaşkınlık; bozgun, yenilgi, hezimet.

discomfort

(i)., (f). rahatsızlık, huzursuzluk, sıkıntı, ağrı, keder; (f). sıkıntı vermek, rahatsız etmek, üzmek, canını sıkmak.

discommode

(f). taciz etmek, rahatsız etmek; zahmet vermek, külfet yüklemek.

discompose

(f). düzenini bozmak, şaşırtmak, sinirlendirmek; karıştırmak, rahatını bozmak. discomposure (i). telâş, sinirlenme.

disconcert

(f). düzenini bozmak, karıştırmak; sinirlendirmek; şaşırtmak. disconcerted (s). düzeni bozulmuş, canı sıkılmış.

disconformity

(i). düzensizlik.

disconnect

(f). baglantısını kesmek, ayırmak, çıkarmak. disconnection, (ing). exion (i). bağlantının kesilmesi, ayrılma.

disconsolate

(s). teselli kabul etmez, çok kederli; acıklı. disconsolately (z). kederle. disconsolateness (i). keder, teselli kabul etmez durum.

discontent

(i)., (f)., (s). hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik, dargınlık; (f). memnuniyetsizliğe sebep olmak; (s). memnun olmayan, hoşnutsuz. discontentedly (z). hoşnutsuz olarak, memnuniyetsizlikle, istemeyerek. discontentedness discontentment (i). hoşnutsuzluk, memnun olmayış.

discontinuanceation

(i). kesilme, inkıta, fasıla, aralık.

discontinue

(f). kesmek, devam etmemek, yanda bırakmak, vazgeçmek, tatil etmek.

discontinuity

(i). devamsızlık, fasıla, inkıta.

discontinuous

(s). devamsız, fasılalı, ayrılmış, ayrı, aralıklı. discontinuously (z). fasıla ile, aralıklı olarak.

discophile

(i). plak toplamaya ve incelemeye meraklı kimse.

discord

(i). ahenksizlik, fikir ayrılığı, anlaşmazlık, ihtilâf, kavga; (müz). falso, gürültü. sow discord anlaşmazlık yaratmak, mesele çıkarmak.

discord

(f). uymamak, uyuşmamak, çarpışmak. discordance (i). ahenksizlik, uyuşmazlık, anlaşmazlık, düzensizlik.

discordant

(s). aralarında uyuşmazlık bulunan, karşı, muhalif, ahenksiz; (müz). uyumsuz, düzensiz. discordantly (z). ahenksizce, muhalif olarak.

discotheque

(i). diskotek.

discount

(i)., (f). iskonto, tenzilat, fiyat indirimi; kar oranı; (f). fiyat indirimi yapmak, tenzilat yapmak, iskonto etmek, hesaptan düşmek; kırdırmak, kırmak (senet, bono), sonucunu göz önünde tutarak hesaba katmak; aldırmamak; aslını saymamak. discount house daha ucuza mal satılan mağaza.

discountenance

(f). utandırmak; tasvip etmemek, yüz vermemek, cesaretini kırmak.

discourage

(f). hayal kırıklığına uğratmak, gözünü korkutmak, hevesini kırmak, cesaretini kırmak. discourage somebody from doing something birini bir işten vaz geçirmek; fikrini değiştirmek. discouraging ly (z). hayal kırıklığına uğratarak, hevesini kırarak. discouragement (i). cesaretsizlik, hevesin kırılması.

discourse

(i)., (f). karşılıklı konuşma, mükâleme, muhavere; tez, makale, broşür; söz, hitabe, nutuk; (f). söylemek, bahsetmek, konuşmak, hitap etmek, bir konuyu sözle veya yazılı olarak işlemek.

discourteous

(s). nezaketsiz, kaba, saygısız, hürmetsiz. discourteously (z). saygısızlıkla discourtesy (i). nezaketsizlik, kabalık.

discover

(f). keşfetmek, bulmak; meydana çıkarmak. discoverable (s). keşfi mümkün. discoverer (i). kâşif, keşfeden kimse, bulan kimse.

discovert

(s)., (huk). evlenmemiş veya dul (kadın).

discovery

(i). keşif, ilk buluş, ilk görüş, meydana çıkarma; izhar, bildirme, tanıtma; keşfedilen şey, bulgu; (huk). ifşaat.

discredit

(f). itibardan düşürmek, kötülemek; şüpheye düşürmek, güvenini sarsmak; inanmamak, kulak asmamak, itimat etmemek.

discredit

(i). itibarsızlık; itimatsızlık, şüphe. be to somebody's discredit birinin şerefine halel getirmek, bir kimsenin şerefini lekelemek.

discreditable

(s). ayıplanacak haysiyet kırıcı, şerefe halel getirici. discreditably (z). şerefe halel getirecek şekilde, yakışık almaz bir surette.

discreet

(s). tedbirli, ihtiyatlı, akıllı, basiretli. discreetly (z). tedbirli olarak, basiretle, akıllıca. discreetness (i). tedbir, ihtiyat, basiret.

discrepancy

(i). ayrılık, zıtlık, ihtilaf, başkalık. discrepant (s). farklı, zıt, muhalif.

discrete

(s). ayrı, farklı, göze çarpan, temayüz eden; ayrı ayrı kısımlardan ibaret; (fels). munfasıl, soyut.

discretion

(i). kibarlık, naziklik; şahsi karar verebilme yetkisi, takdir edebilme hakkı; dikkat; tefrik, ayırma. Discretion is the better part of valor. Basiret cesaretten sayılır. at your discretion istediğiniz zamanda. surrender at discretion kayıtsız şartsız teslim. years of discretion aklın hâkim olduğu yaşlar. discretional, discretionary (s). ihtiyari, bir kimsenin arzusuna bağlı.

discriminate

(f). ayırmak, tefrik etmek, temyiz etmek, fark etmek, fark görmek, farkına varmak; fark gözetmek, ayrı tutmak, ayırım yapmak; bir kimse veya bir şeye karşı aleyhte hareket etmek. discriminately (z). tedbirle, muhakeme ile.

discriminating

(s). fark eden, ayıran, tefrikeden; zevk sahibi olan, anlayarak takdir eden, görüş sahibi olan.

discrimination

(i). aleyhte davranma; ayırım, tefrik, temyiz; ince farkları görebilme kabiliyeti, zevk sahibi oluş; fark gözetme, ayırım yapma.

discriminative

(s). ince farkları görebilen, fark gözeten.

discriminatory

(s). aleyhte davranan ile ilgili; ayırt edebilme kabiliyeti ile ilgili.

discursive

(s). bir şeyden diğerine atlayan; tutarsız, ipsiz sapsız; infotmal daldan dala konan; mantıkî yoldan sonuca varan. discursively (z). bir şeyden diğerine çabuk atlayarak, tutarsızlıkla. discursiveness (i). bir şeyden diğerine çabuk atlama, tutarsızlık, ipsiz sapsızlık.

discus

(i)., spor disk; disk atma sporu.

discuss

(f). müzakere etmek, görüşmek, münakaşa etmek, tartışmak. discussant (i). bir toplantı veya seminere katılan kimse, konuşmacı. discussible (s). münakaşa edilebilir, müzakeresi mümkün.

discussion

(i). müzakere, görüşme, münakaşa, sözlü veya yazılı tartışma.

disdain

(i)., (f). küçük görme, tepeden bakma, hor görme; kibir, gurur; (f). tenezzül etmemek, hakir görmek, hor görmek. disdainful (s). kibirli, tepeden bakan, mağrur. disdainfully (z). tenezzül etmeyerek, hor görerek.

disease

(i). hastalık, rahatsızlık, illet, maraz.

diseased

(s). hasta, mariz, hastalıklı. He was diseased in body and mind. Hem vücutça hem akılca hasta idi.

disembark

(f). gemiden karaya çıkarmak veya çıkmak. disembarka'tion (i). karaya çıkarma; karaya çıkma.

disembarrass

(f). mahcup bir duruma düşmekten kurtarmak; güç bir durumdan sıyırmak, rahatlatmak. disembarrassment (i). güç bir durumdan kurtarma, rahatlatma.

disembody

(f). bedenden ayırmak, cisimden tecrit etmek. disembodied (s). bedenden ayrılmış, cisimden kurtulmuş. disembodiment (i). bedenden ayırma veya ayrılma.

disembogue

(f). suyunu denize dökmek, denize dökülmek (nehir), akıtmak. disemboguement (i). nehrin denize dökülmesi.

disembowel

(f). (ed, led, ing, ling) bağırsaklarını çıkarmak.

disenchant

(f). büyüden kurtarmak, büyüsünü çözmek; gözünü açmak. disenchantment (i). büyüyü ,çözme; gözünü açma.

disencumber

(f). yük veya sıkıntıdan kurtarmak.

disengage

(f). ilgisini kesmek, bağlantısını kesmek, affetmek, salıvermek, serbest bırakmak; (ask). düşman kuvvetlerinden uzaklaşmak. disengaged (s). serbest, boş, tutulmamış. disengagement (i). ilgiyi kesme; salıverme, serbest bırakma.

disentangle

(f). serbest bırakmak, çıkarmak, dolaşmış bir şeyi çözmek; salıvermek; açılmak, kurtulmak, çözülmek. disentanglement (i). çözülme, açılma, kurtulma.

disenthrall

(f). serbest bırakmak, azat etmek, kurtarmak.

disentitle

(f). unvan veya iddiadan mahrum etmek, yetkisini elinden almak.

disentrance

(f). büyüden kurtarmak, vecit halinden kurtarmak.

disestablish

(f). resmi müessese halinden çıkarmak, kilisenin devletle olan ilişkisini kesmek. disestablishment (i), resmi müessese halinden çıkarma, kilisenin devletle olan ilişkisini kesme.

disesteem

(i)., (f). itibarsızlık; (f). itibar etmemek, saymamak.

disfavor

(ing). vour (i)., (f). itibarsızlık, gözden düşme; zarar; (f). gözden düşürmek, rağbet etmemek, hoşlanmamak; taraftar olmamak, aleyhinde olmak, karşı olmak.

disfigure

(f). seklini bozmak, çirkinleştirmek, biçimsizleştirmek. disfigurement (i). çirkinleştirme, çirkinlik, şekilsizlik.

disfranchise

(f). vatandaşlık haklarından ve özellikle oy verme hakkından mahrum etmek; herhangi bir hak veya menfaatten mahrum etmek. disfranchisement (i). vatandaşlık haklarından mahrum etme, oy verme hakkını elinden alma.

disgorge

(f). kusmak; boşaltmak; teslim etmek, zorla vermek. disgorgement (i). kusma; zorla verme, teslim etme.

disgrace

(i). gözden düşme, itibardan düşme; ayıp, rezalet, yüz karası, utanç. be in disgrace gözden düşmüş olmak, utanç verici bir durumda olmak. be a disgrace to someone birinin yüz karası olmak. disgrace ful (s). çok ayıp, utanç verici, rezil. disgrace fully (z). utanılacak bir surette, rezilâne.

disgrace

(f). itibardan düşürmek, gözden düşürmek; rezil etmek.

disgruntle

(f). üzmek, sıkmak. disgruntled (s). üzgün, canı sıkılmış.

disguise

(f). gizlenmek, kılığını değiştirmek, tebdili kıyafet etmek, gizlemek, saklamak. thinly disguised sözde gizli, yarı kapalı. disguisedly (z). gizlenmiş olarak, tebdili kıyafet ile.

disguise

(i). sahte kıyafet, tebdili kıyafet, sahtelik gizlenme, maskelenme. in disguise gizli, kılığını değiştirmiş, tebdili kıyafet etmiş.

disgust

(i)., (f). nefret, istikrah, iğrenme, tiksinme; bezginlik, bıkkınlık; (f). iğrendirmek, nefret ettirmek, tiksindirmek; bezdirmek bıktırmak; kusturmak. be disgusted with çok kızmak, bıkmak, nefret etmek. disgustedly (z). iğrenerek, tiksinerek. disgusting (s). menfur, iğrenç.

dish

(i). tabak, çanak; yemek; (k).dili bir kimsenin rahatlıkla yaptığı şey; argo güzel kız. dishcloth (i). tabak bezi. dishful (i). bir tabak dolusu. dishpan (i). bulaşık tası. dishwasher (i). bulaşıkçı; bulaşık yıkama makinesi. dish water (i). bulaşık suyu. dull as dishwater can sıkıcı, kasvetli. side dish salata gibi asıl yemek dışındaki yiyecek.

dish

(f)., up ile tabağa koymak; ortasını çukurlatmak, oymak; sunmak için hazırlamak; out ile, argo sıkı. cezalandırmak. dished (s). içe çökük veya dışa dönük (tekerlek), argo yıpranmış.

dishabille

(i). ev elbisesi; yarı giyinmiş olma.

disharmony

(i). ahenksizlik, uyumsuzluk, düzensizlik.

dishearten

(f). cesaretini kırmak, ümidini kırmak; hevesini kırmak.

dishevel

(f). (ed veya Ied ing veya ling) darmadağınık etmek (saç, giyim), karmakarışık etmek. disheveled (s). karmakarışık, darmadağınık, perişan.

dishonest

(s). namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz, sahtekâr, aldatıcı. dishonestly (z) namussuzca, şerefsizce.

dishonesty

(i). namussuzluk, şerefsizlik, sahtekârlık.

dishonor

(ing). our (i)., (f). ayıp, rezalet, namussuzluk, utanç leke, şerefsizlik; (huk). ödemeyiş; (f). şerefine halel getirmek; namusuna leke sürmek; ırzına tecavüz etmek; (huk). tediyeyi reddetmek. dishonorable (s). namussuz, haysiyetsiz, şerefsiz. dishonorably (z). namussuzca, alçakça.

disillusion

(f). hayal kırıklığına uğratmak, gözünü açmak. disillusionment (i). hayal kırıklığı, gözü açılma.

disincline

(f). (bir şeyden veya kimseden) soğutmak, çevirmek, caydırmak. be veya feel disinclined canı istememek. disinclina'tion (i). isteksizlik, gönülsüzlük.

disinfect

(f). dezenfekte etmek, mikroptan temizlemek. disinfectant (i)., (s). dezenfektan, mikrop öldürücü kimyasal madde; (s). dezenfekte eden. disinfection (i). dezenfekte etme.

disingenuous

(s). samimi olmayan, kurnaz, iki yüzlü, gizli maksadı olan. disingenuously (z). samimiyetsizlikle, iki yüzlülükle.

disinherit

(f). mirastan mahrum etmek, reddetmek. disinheritance (i). mirastan mahrumiyet.

disintegrate

(f). bir bütünü kısımlarına ayırmak; parçalara ayrılıp dağılmak. disintegra'tion (i). ayrılıp dağılma; (fiz). atomların bölünmesi. disin'tegrator (i). ayırıp dağıtan aygıt; öğütme makinesi.

disinter

(f). (terred terring) gömülmüş bir şeyi yeraltından çıkarmak; açığa çıkarmak, eşmek. disinterment (i). mezardan çıkarma.

disinterest

(i). tarafsızlık; meraksızlık, alâkasızlık, ilgisizlik. disinterested (s). tarafsız, önyargısı olmayan; kendi çıkarını gözetmeyen, kendi menfaatini düşünmeyen; ilgisiz.

disjectamembra

(Lat). dağıtılmış kısımlar veya parçalar (yazıda).

disjoin

(f). ayırmak, parçalara ayırmak, bütünlüğünü bozmak.

disjoint

(f). ayırmak, parçalamak, ek yerinden ayırmak; düzenini bozmak, dağıtmak. disjointed (s). ek yerinden çıkmış. disjointedly (z). darmadağınık bir şekilde. disjointedness (i). dağınıklık, düzensizlik. disjointly (z). ayrı ayrı.

disjunct

(s). ayrı, munfasıl. disjunction (i). ayrılma. disjunctive (s)., (i). ayıran, bölen; (i). ayırıcı nitelikte herhangi bir şey; (gram). iki ayrı fikri birleştiren bağlaç; (man). ayrık önerme.

disk, disc

(i). yassı dairesel cisim, disk, kurs, ağırşak; gramofon plağı. disk harrow keskin çarklarla işleyen çiftçi tırmığı. disk jockey radyoda plak takdimciliği yapan kimse, diskcokey.

dislike

(f)., (i). sevmemek, hoşlanmamak, hazzetmemek; (i). nefret, hoşlanmayış. take a dislike to soğumak.

dislocate

(f). yerinden çıkarmak; (tıb).. mafsaldan çıkarmak; bozmak. disloca'tion (i)., (tıb). çıkık.

dislodge

(f). yerinden çıkarmak, siper gibi bir yerden çıkarmak; bir evden çıkmak, taşınmak. dislodg(e)ment (i). yerinden çıkarma veya çıkarılma.

disloyal

(s). vefasız, sadakatsiz, hain. disloyally (s). vefasızca, haince. disloyalty (i). vefasızlık, hıyanet.

dismal

(s). kederli, neşesiz, kasvetli; sönük. dismally (z). kederle, kasvetle. dismalness (i). keder, kasvet.

dismantle

(f). sökmek, parçalara ayırmak, kaldırmak; eşyasını boşaltmak (ev), silâhtan tecrit etmek, arma veya silâhlarını almak. dismantlement (i). boşaltma, sökme, parçalara ayırma.

dismast

(f). geminin direğini kırmak veya çıkarmak.

dismay

(f)., (i). korkutmak, dehşete düşürmek, yıldırmak cesaretini kırmak; (i). yeis, keder, ümitsizlik, dehşet içinde kalma.

dismember

(f). parçalamak, uzuvları bedenden ayırmak. dismemberment (i). parçalama, parçalanma.

dismiss

(f). işten çıkarmak; yol vermek, gitmesine müsaade etmek; azletmek; bertaraf etmek, defetmek bırakmak; (huk). davayı reddetmek. dismiss from mind aklından çıkarmak, düşünmemek. dismissal (i). yol verme, azledilme; izin, müsaade. dismissible (s). bertaraf edilebilir, bırakılabilir.

dismount

(f). binek hayvanı veya bisikletten inmek veya indirmek; (mak). sökmek.

disobedience

(i). itaatsizlik, baş kaldırma, serkeşlik. disobedient (s). itaatsiz, asi, serkeş. disobediently (z). itaatsizce, serkeşçe.

disobey

(f). itaatsizlik etmek, boyun eğmemek, serkeşlik etmek, emre karşı gelmek, söz dinlememek.

disoblige

(f). hatırını kırmak, hatırını saymamak, ricasını kabul etmemek, gücendirmek. disobliging (s). habr kırıcı, ricasını kabul etmeyen, kaba, nezaketsiz. disobligingly (z). hatır kırarak.

disorder

(i)., (f). düzensizlik, intizamsızlık, nizamsızlık; karışıklık, gürültü; hastalık, illet; (f). düzenini bozmak, karıştırmak; (sağIığını) bozmak. disordered (s). düzensiz, nizamsız, bozuk, karışık; kaçık, çatlak.

disorderly

(s). düzensiz, nizamsız, sistemsiz; yolsuz, uygunsuz; açık saçık, ahlâksız; başıboş, gürültülü, velveleli. disorderly conduct (huk). genel ahlâka aykırı davranış. disorderly house umumhane, genelev. disorderliness (i). intizamsızlık, düzensizlik, karışıklık; uygunsuzluk, terbiyesizlik.

disorganize

(f). düzenini bozmak, nizamını bozmak, karmakarışık etmek, altüst etmek, karıştırmak. disorganiza'tion (i). düzensizlik, nizamsızlık, karışıklık.

disorient

(f). (bir kimsenin) yolunu şaşırtmak; zihnini karıştırmak.

disown

(f). reddetmek, inkâr etmek, tanımamak, kabul etmemek, sahip çıkmamak.

disparage

(f). aleyhinde bulunmak, kötülemek, itibarını sarsmaya çalışmak, küçük görmek, küçük düşürmek, takdir etmemek. make disparaging remarks küçük düşürücü sözler söylemek, bozmak. disparagement (i). aleyhinde bulunma, kötüleme. disparagingly (z). tenkit edercesine, aleyhinde bulunarak.

disparate

(s). eşit olmayan, birbirine benzemeyen, tamamen ayrı, farklı.

disparity

(i). eşitsizlik, müsavatsızlık, fark, nispetsizlik.

dispassionate

(s). tarafsız, hislerine kapılmayan, serinkanlı, sakin. dispassionately (z). tarafsızlıkla, hislerine mağlup olmadan. dispassionateness (i). tarafsızlık; serinkanlılık.

dispatch

(i)., (f). gönderme, sevketme, çekme (telgraf); öldürme, idam etme; acele, sürat; yazışma, mektup; telgraf; (f). göndermek (kurye veya mektup), çekmek (telgraf); sevk etmek; idam etmek; süratle bitirmek. dispatch boat resmi mektupları taşıyan devlet gemisi. dispatch rider (ask). posta. dispatcher (i). hareket memuru (tren, uçak).

dispel

(f). (pelled pelling) dağıtmak, defetmek, gidermek.

dispensable

(s). elzem olmayan, vaz geçilebilir; mazur görülebilir. dispensability (i). vazgeçilebilir olma hali.

dispensary

(i). dispanser, bakım evi; eczane.

dispensation

(i). dağıtma, bölme; idare, tertip; takdiri ilâhi; bağışıklık, muafiyet; af, hariç tutma, dışında bırakma, istisna.

dispensatory

(i). ilâçların ter kibini izah eden kitap, kodeks; eski dispanser.

dispense

(f). dağıtmak, tevzi etmek, vermek; üstesinden gelmek, başarmak; yap- mak, hazırlamak (ilâç reçetesini) dispense with vaz geçmek, yol vermek. dispenser (i). dağıtan kimse; yöneten veya idare eden kimse.

dispersal

(i). dağılma, dağıtılma.

disperse

(f). dağıtmak, yaymak, ayırmak, saçmak; ayrılmak, yayılmak, dağılmak. dispersion (i). dağıtma, dağıtım, dağılma; (fiz). dağılım, saçılma, inhilâl (ışın) dispersive (s). dağıtmaya meyilli.

dispirited

(s). keyifsiz, neşesiz. dispiritedly (z). keyifsiz olarak. dispirited ness (i). keyifsizlik.

displace

(f). yerinden çıkarmak, yerini değiştirmektirmek; yerini zaptetmek; azletmek, işten çıkarmak. displaced person harp sebebiyle memleketini terketmeye mecbur kalan kimse.

displacement

(i). yerinden çıkarma veya çıkarılma; (fiz). bir geminin ihraç ettiği suyun ağırlığı.

display

(i)., (f). gösterme, teşhir, sergileme, arz, izhar, gösteriş; (f). göstermek, teşhir etmek, göz önüne sermek, izhar etmek, arz etmek; (matb). iri harflerle teşhir etmek. make a display gösteriş yapmak.

displease

(f). darıltmak, gücendirmek, canını sıkmak, sinirlendirmek.

displeasure

(i). memnuniyetsizlik, hoşnutsuzluk, kırılma, gücenme, öfke.

disport

(i)., (f). oynama, oyalanma, eğlenme; (f). oynamak, oyalanmak, eğlenmek.

disposable

(s). elden çıkarılabilir, verilebilir; icabına göre kullanılabilir; kullanıl dıktan sonra atılabilir.

disposal

(i). düzen, tertip, tanzim; idare, tasarruf; satma, satış, başkasına verme, elden çıkarma; iktidar. at one's disposal emrine amade, hizmetinde.

dispose

(f). niyetlendirmek; dağıtmak; düzenlemek, tanzim etmek; idare etmek, kullanmak, tasarruf etmek; uydurmak, kandırmak; son şeklini vermek; of ile satmak, vermek, elden çıkarmak. Man proposes, God dis poses Muratinsandan,takdir Allahtan Takdir tedbiri bozar.

disposition

(i). düzen, tertip, idare, nizam, tanzim; eğilim, temayul; mizaç, tabiat, huy; istidat, hal.

dispossess

(f). mal ve mülküne el koymak, evinden çıkarmak, (huk). tahliye etmek; yoksun bırakmak, mahrum etmek. dispossession (i). mal ve mülke el konulması, evden çıkarma veya çıkarılma.

dispraise

(f)., (i). kötülemek, ayıplamak, kıymetini takdir etmemek; (i). kötüleme, ayıplama. dispraisingly (z). kötüleyerek, ayıplayarak.

disproof

(i). cerh, ret, aksini ispatlama.

disproportion

(i). nispetsizlik, fark. disproportional (s). nispetsiz olan disproportionally (z). nispetsiz olarak.

disproportionate

(s). nispetsiz, gereğinden fazla, aşırı, ifrata kaçan, uymayan. disproportionately (z). nispetsizce. disproportionateness (i). nispetsizlik.

disprove

(f). yanlış olduğunu göstermek, aksini ispat etmek, çürütmek (fikir, iddia); reddetmek. disprovable (s). çürütülelir.

disputable

(s). inkâr edilebilir, itiraz kaldırır, tartışılabilir; şüpheli. disputably (z). tartışılabilecek surette, inkâr edilebilecek şekilde.

disputant

(i). münakaşacı, tartışmacı, münakaşada bir tarafı savunan.

disputation

(i). tartışma, münakaşa, münazara. disputatious, dispu'tative (s). münakaşacı, tartışmacı.

dispute

(i). kavga, tartışma, münakaşa, mücadele; (f). tartışmak, münakaşa etmek; bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek; karşı koy mak, reddetmek, kabul etmemek, itiraz etmek, mücadele etmek. beyond dispute münakaşa kabul etmez, herkesçe kabul edilmiş.

disqualification

(i). yetkisiz kılma, yetkisizlik, salâhiyetsizlik, ehliyetsizlik; oyundan çıkarma cezası.

disqualify

(f). yetkisini elinden almak (ceza olarak); oyun oynama hakkını elinden almak; ödul alma hakkını iptal etmek.

disquiet

(f)., (i). rahatsız etmek, endişe vermek, huzurunu kaçırmak, üzmek; (i). merak, endişe, huzursuzluk, üzüntü. disqui eting (s). merak verici, rahatsız edici, huzur kaçırıcı. disquietude (i). rahatsızlık, huzursuzluk, üzüntü.

disquisition

(i). tez, tetkik, çaIışma, travay; nutuk, söylev.

disregard

(f)., (i). ehemmiyet vermemek, önemsememek, aldırmamak, saymamak, itibar etmemek, ihmal etmek; (i). ihmal, kayıt sızlık, itibar etmeyiş, saymayış.

disrelish

(i)., (f). tiksinme, hoşlanmayış; (f). hoşlanmamak, beğenmemek, tiksinmek.

disrepair

(i). tamire muhtaç olma; bakımsızlık. in disrepair tamire muhtaç, harap halde.

disreputable

(s). itibarsız, kötü şöhreti olan, haysiyetsiz, namussuz, rezil.

disrepute

(i). itibarsızlık, kötü şöhret. fall into disrepute şöhreti lekelenmek, ismi kötüye çıkmak, itibardan düşmek.

disrespect

(i)., (f). hürmetsizlik, saygısızlık, adam yerine koymayış, kabalık; (f). hürmet etmemek, saymamak. show disre spect for saygısızlıkta bulunmak. disre spectable (s). saygısız.

disrobe

(f). soymak, elbisesini çıkarmak; soyunmak. disrobing room soyunma odası.

disrupt

(f). karışıklık içine itmek; engel olmak; yarmak, kesmek, çatlatmak, kırıp ayırmak. disruption (i). karışıklık içine itme; engel olma; kesilme, çatlama, bozulma, yarık. disruptive (s). yıkıcı, bozucu.

dissatisfy

(f). memnun etmemek, hoşnut etmemek, tatmin edememek. dissatisfac'tion (i). memnuniyetsizlik, hoşnutsuzluk, tatminsizlik.

dissect

(f). parçalara ayırmak, teşrih etmek, tahlil etmek; inceden inceye tetkik etmek. dissecting (i). teşrih, tahlil. dissection (i). teşrih, teşrih edilen şey. dissector (i). teşrihçi.

disseize disseise

(f)., (huk). mal ve mülkünü elinden almak (bilhassa haksızca) disseizin, disseisin (i). emlâki zaptetme, emlâki zaptedilme.

dissemble

(f). gizlemek, saklamak, örtbas etmek; başka şekilde göstermek; gör- mezlikten gelmek, anlamazlıktan gelmek; iki yüzlülük etmek, mürailik etmek .dissemblance (i). mürailik.

disseminate

(f). saçmak, yaymak, neşretmek; geçirmek, sirayet ettirmek dis- semina'tion (i). neşir, saçma, saçılma; geçme, sirayet..

dissension

(i). anlaşmazlık, kavga, çekişme.

dissent

(f)., (i). karşı koymak, muhalif olmak, kabul etmemek; ayrılmak; (i). kabul etmeyiş, ihtilâf, ayrılık.

dissepiment

(i)., (biyol). bölme, ayıran zar.

dissertation

(i). tez, travay, risale: nutuk, söylev.

disservice

(i). zarar, ziyan. do dis serviceto bir kimseye zarar vermek.disserve (f). bir kimseye kötülük etmek, incitmek, kırmak.

dissever

(f). tamamen ayırmak, bir birinden ayırmak, kesip ayırmak; ayrılmak.

dissidence

(i). fikir ayrılığı, ihtilâf, karşı koyma, muhalefet.

dissident

(s)., (i). muhalif, karşı koyan (kimse).

dissimilar

(s). birbirine benzemeyen, farklı, başka, muhtelif. dissimilar'ity (i). baş- kalık, farklılık, benzemeyiş.

dissimilation

(i). farklı yapma veya olma (ses).

dissimilitude

(i). benzemeyiş, başkalık, fark.

dissimulate

(f). başka türlü göstermek, hislerini gizlemek, ikiyüzlüluk etmek. dissimulation (i). mürailik, ikiyüzlülük.

dissipate

(f). dağıtmak, israf etmek, ziyan etmek, har vurup harman savurmak; dağılmak; müsrif olmak; ziyan olmak, harcanmak; sefahate dalmak. dissipated (s). müsrif, sefih; ayyaş; dağılmış, israf olunmuş. dissipa'tion (i). dağıtma, dağılma, zihin dağınıklığı; israf; sefahat.

dissociate

(f). ayırmak, tefrik etmek; kim ayrıştırmak, bir cismi terkip eden unsurları birbirinden ayırmak. dissocia'tion (i). ayırma, ayrılma, tefrik; (kim). çözüşme; (psik). şahsiyetin çözülmesi.

dissoluble

(s). erir, eritilebilir, hallolunur; çözülür; fesholunabilir.

dissolute

(s). ahlaksız, çapkın, sefih. dissolutely (z). ahlaksızca, sefihçe disso- luteness (i). ahlaksızlık, sefahat.

dissolution

(i). eritme, erime; ayırma; tatil etme; sona erme; ölüm, zeval.

dissolve

(f). eritmek, erimek, halletmek, hallolmak; ,çözmek, açmak; feshetmek, dağıtmak; izale etmek, yok etmek; zeval bulmak; televizyon veya filimde iki görüntüyü karıştırarak değiştirmek. dissolve into tears gözyaşları boşanmak. dissolvable (s). erir,eritilebilir, çözülebilir; fesholunabilir dissol vent (i)., (s). eritici, muhallil (madde).

dissonance

(i). ahenksizlik, uyumsuzluk, seslerin birbirine uymaması; (müz)., (fiz). akortsuzluk.

dissonant

(s). ahenksiz, uyumsuz, uygun olmayan.

dissuade

(f). aksine ikna etmek, caydırmak, vazgeçirmek. dissuasion (i). vazgeçirme, caydırma.

dissyllable

(i). iki heceli kelime.

dissymmetry

(i). simetrik olmayış, bakışımsızlık; (mat). simetrisizlik. dist kıs. distance, distinguish, district.

distaff

(i). öreke; kadın işi, kadın veya kadınlar. distaff side ailenin kadın kısmı.

distal

(s)., (bot)., (anat). merkez veya mafsaldan uzak.

distance

(i)., (f). mesafe, uzaklık, ara, menzil; müddet, fasıla; aralık; (güz). (san). buut, perspektif; (f). geride bırakmak. a good distance off epeyce uzakta. at a distance uzakta, uzak bir yerde; belirli bir mesafede. from a distance uzaktan. keep one's distance haddini bilmek, sokulmamak, 1üzumlu olan mesafeyi muhafaza etmek. middle distance orta buutta. within striking distance vurulabilecek mesafede.

distant

(s). uzak, ırak (yer veya zaman); soğuk, ağır, mesafeli (kimse); belirsiz, hafif. distant relative uzak akraba. distantly (z). uzaktan, soğuk bir tavırla.

distaste

(i)., (f). sevmeyiş, hoşlanmayış; (f). tadını beğenmemek, zevk almamak, hazzetmemek.

distasteful

(s). tatsız, nahoş, sevilmeyen, makbul olmayan. diststefully (z). tatsız bir şekilde.

distemper

(i)., (f). huysuzluk, aksilik, terslik; rahatsızlık; karışıklık; bir çeşit köpek hastalığı; (f). rahatsız etmek, hasta etmek,keyfini kaçırmak,sirlendirmek.

distemper

(i)., (f). yumurta karıştırılmış bir çeşit boya; bu boyayı kullanma usulu; (f). boyaya yumurta karıştırmak; bu boya ile sahne veya duvar boyamak.

distend

(f). şişirmek, yaymak, germek; şişmek, yayılmak, gerilmek. distention (i).şişme, gerilme, germe, yayılma, yayma.

distich

(i). beyit, iki mısra.

distichous

(s)., (bot). dikey iki sıra halinde düzenlenmiş.

distil

(f). (tilled, tilling) imbikten çekmek, taktir etmek, damıtmak; damlamak, süzülmek, imbikten çekilmek; bir fikrin özünü bulup çıkarmak. distillate (i). imbikten geçmiş sıvı, öz. distilled (s). imbikten geçmiş distilla'tion (i). taktir, damıtma: öz. distiller (i). imbikten çekici; rakı v.b. imal eden kimse. distillery (i). taktirhane, içki imal eden fabrika.

distinct

(s). ayrı, farklı, başka; bağımsız, müstakil; açık, vazıh, belli. distinctly (z). açıkça, vuzuhla; şüphesiz, muhakkak, kesin olarak. distinctness (i). vuzuh, açıklık, farkIıIık.

distinction

(i). ayırt etme, tefrik, temyiz; fark, idrak; açıklık, vuzuh; nişan, rütbe, paye; sivrilme, yukselme, temayüz; üstünlük. distinction without a differ ence hak olunmayan sivrilme, suni fark.

distinctive

(s). ayıran, ayırt eden, tefrik ve temyiz eden; özellik belirten. disnctively (z). ayırt ederek, farklı bir şekilde. distinctiveness (i). ayırt edici özellik.

distingue

(s)., (Fr). sivrilmiş, üstün, mükemmel, zarif, kibar, nazik.

distinguish

(f). ayırt etmek, ayırmak, tefrik etmek; anlamak, idrak etmek; sivrilmek, temayüz etmek; değer kazandırmak. distinguishable (s). görülebilir, fark edilebilir. distinguishably (z). farkedilecek surette. distinguished (s). üstün, mükemmel, kibar, sivrilmiş, mütemayiz.

distort

(f). eğri büğrü etmek, çarpıtmak, biçimini bozmak, kırmak, bükmek; tahrif etmek, olduğundan başka anlam vermek; azdırmak. distortion (i).çarpıklık, bükülme; tahrif.

distract

(f). zihni veya ilgiyi başka tarafa çekmek; rahatsız etmek,şaşırtmak; çıldırtmak.distracted (s). şaşırmış, aklı başında olmayan

distrain

(f)., (huk). borç yüzünden bir kimsenin eşyasına el koymak veya hac- zetmek. distrainable (s). haczolunabilir. distrainor (i). haciz veya el koyan kimse. distraint (i). haciz veya el koyma.

distraught

(s). şaşırmış, aklı başından gitmiş, üzülmüş; çılgın.

distress

(i)., (f). dert, sıkıntı, üzüntü, keder, ıstırap, tehlike; (huk). borca karşllık eşyaya el konulması, haciz; (f). keder vermek, ıstırap çektirmek, sıkıntı vermek, sıkmak, felakete sürüklemek; (huk). borca karşılık bir kim senin eşyasına el koymak. distressing (s). keder verici, acıklı.

distributary

(i). asıl nehirden dışarı akan kol.

distribute

(f). dağıtmak, tevzi etmek, yaymak, taksim etmek, bölmek; düzenlemek, tasnif etmek, sınıflama yapmak; (matb). tertip olunmuş harfleri yerlerine dağıtmak.

distribution

(i). dağıtım, tevzi, dağıtma; bölme, taksim; tertip, tanzim; dağılma, yayılma.

distributive

(s). dağıtan, tevzi eden, taksim eden; (man). üleştirimli, tevzii; ferdl; (gram). ''her bir, ''her'', gibi sıfat ların anlamınl ifade eden. distributive jus tice herkesin hakkını verme, adalet dağıtımı, üleştirimli tüze.

district

(i)., (f). mıntıka, bölge, havali, nahiye, mahalle, kaza, sancak, seçim bölgesi; (f). mıntıkalara ayırmak. district attorney bir mıntıkanın başsavcısı (kıs DA) district court hukuki bir mıntıka içinde yetki sahibi olan mahkeme.

districtofcolumbia

(kıs DC) Washington mıntıkası.

distrust

(f)., (i). şüphe etmek, itimat etmemek, güvenmemek, emniyet etmemek, inanmamak; (i). şüphe, güvensizlik, emniyetsizlik, itimatsızlık. distrulltful (s). şüpheci, vesveseli, kuşkulu, başkalarına güveni olmayan.

disturb

(f). kanştırmak, altüst etmek, düzenini bozmak; rahatsız etmek, taciz etmek, tedirgin etmek; endişelendirmek, müteessir etmek, üzmek; telâşa düşürmek.

disturbance

(i). karışıklık, kargaşalık, fesat;rahatsızlık, sıkıntı.

disulphate

(i)., (kim). bisulfat.

disulphide

(i)., (kim). disülfür bir eleman ile iki kükürt atomundan meydana gelen bir madde.

disulphuric

(s)., (kim). disulfürik.

disunion

(i). aynlma; nifak, ihtilaf.

disunite

(f). ayırmak, aralarını bozmak; ayrılmak.

disunity

(i). ayrılık, ahenksizlik, uyumsuzluk.

disuse

(i). kullanılmama, kullanılmazlık; terk. fall into disuse kullanılmaz olmak, terkedilmiş olmak.

disuse

(f). kullanmaz olmak, kullanmamak, terketmek.

disutility

(i). kullanışsızlık, faydasız oluş; zararlı oluş.

disyllable

(i). iki heceli kelime.

ditch

(i)., (f). hendek; ark; (f). hendek kazmak; hendekle çevirmek; hendeğe atmak; (A.B.D). raydan çıkmak; (A.B.D)., argo kurtulmak, den kaçmak; argo arızalı bir uçağı suya indirmek. ditchdigger (i). hendek kazıcısı; ağır ve adi işte çalışan kimse. ditchwater (i). hendekte biriken pis su.

ditheism

(i). iki eşit tanrıya inanma; iki zıt prensibin varlığına inanma. ditheist (i). bu inancı kabul eden kimse.

dither

(f)., (i). titremek; (i). titreme, titreyiş be a11 in a dither tir tir titremek, çok heyecanlanmak, fazla telaşa kapılmak.

dithyramb

(i). ditiramp; kaside tarzında duygulu ve düzensiz bir üslupla yazılmış şiir. dithyrambic (s). bu tarzda yazılan.

dittany

(i). geyikotu, girit otu, (bot). Dictamnus albus, ilaç için kullanılan birkaç çeşit ot. dittany of Crete kurt helvası, (bot). Origanum dictamnus.

ditto

(i)., (z)., ünlem, (f). aynı şey (az önce anılan); (z). yukanda bahsedildiği gibi, aynı, aynen, tıpkı; ünlem, k.dili Kabull; (f). tekrarlamak; kopya etmek, makinayla suret çıkarmak. ditto mark denden işareti, ().

ditty

(i). bestelenmek için yazılmış şiir, kısa ve basit şarkı.

diuresis

(i)., (tıb). idrarın fazlalaşması. diuretic (dayyuretik) (s)., (i). idrar getiren, müdrir; (i). müdrir ilaç.

diurnal

(s)., (i). günlük, yevmi, her günkü; gündüze ait, gündüz olan; (bot). günlük bir devir gösteren, gündüz açılıp gece kapanan, bir günlük (çiçek).

diva

(i). primadonna.

divagate

(f). başıboş dolaşmak, yoldan ayrılmak, sapmak; konu dışına çıkmak. divaga'tion (i). sapma, ayrılma; konu dışına çıkma.

divalent

(bak). bivalent.

divan

(i). sedir; divan, meclisi hümayun, büyük meclis; salon, divan odası; tütün ve kahve içmeye mahsus salon veya oda; divan, bir şairin alfabetik sıraya göre düzenlenmiş şiirlerinin toplamı.

divaricate

(f). çatallanmak, ayrılmak, dallanmak. divarica'tion (i). dallanma, yayılma, çatallanma; ayrılık, fark, uyuşmazlık.

dive

(f)., (i). (d veya dove) suya dalmak, dalmak, batmak, suya atlamak; (hav). pike yapmak; (i). dalış; pike; batakhane. dive bomber bombardıman uçağı diving (s)., (i). dalan, dalmak için kullanılan; (i). dalış. take a dive (A.B.D.). argo, boks karşı tarafın kasti olarak yenmesini sağlamak. diving bell dalgıç hücresi. diving board atlama tahtası, tramplen. diving suit dalgıç elbisesi.

diver

(i). dalan kimse, dalgıç; suya dalan birkaç çeşit kuş, dalgıç kuşu. skin diver, scuba diver balıkadam.

diverge

(f). ayrılmak, birbirinden uzaklaşmak; sapmak, yolundan ayrılmak; farklı olmak, aykırı olmak, fikirce ayrılmak; ayırmak, birbirinden uzaklaştırmak. diver gence,- cy (i). ayrılma, uzaklaşma. divergent (s). çeşitli, muhtelif, muhalif, birbirine karşı. divergingly (z). gitgide birbirinden uzaklalaşarak.

diverse,divers

(s). muhtelif, çeşit çeşit, farklı. diversely (z). muhtelif surette, çeşitli olarak.

diversify

(f).değişik veya çeşitli bir hale sokmak.diöirsifica'tion (i).değişiklik,çeşitlilik.

diversion

(i). saptırma, yoldan çevirme; eğlence, oyun; vakit geçirme, oyalama, oyalanma; (ask). şaşırtma hareketi, sahte taarruz. diversionary tactics yoldan çevirmek için şaşırtıcı taktikler.

diversity

(i). başkalık, çeşitlilik, fark; çeşit, cins, nevi.

divert

(f). ilgisini başka yöne çekmek, dikkatini dağıtmak; çevirmek, saptırmak; oyalamak, eğlendirmek. divertingly (z). eğlendirecek şekilde.

divertissement

(i). eğlence; (müz). divertimento; opera, piyes gibi temsiller arasında sahneye konan bale gibi kısa ve eğlendirici oyun.

divest

(f). soymak, tecrit etmek; yoksun bırakmak, mahrum etmek. di- vestiture, divestment (i). soyma, tecrit etme; soyulma, tecrit edilme; mahrum etme veya edilme.

divide

(f)., (i). bölmek, taksim etmek, ikiye ayırmak, kesmek; tevzi etmek, dağıtmak; ara açmak; sınıflandırmak, tasnif etmek, kısımlara ayırmak; oy kullanmak için ikiye ayırmak veya ayrılmak (parlamento); (mat). bölmek; (i)., (cogr). yağmur sularını iki yana akıtan ve yamaçları veya meyilli düzeyleri birbirinden ayıran dağ sırası. divided highway geliş gidiş yönü birbirinden ayrılmış olan ana yol.

dividend

(i). kar hissesi; (mat). bölünen. dividend coupon (tic). kâr kuponu. cash dividend peşin ödenen kâr.

divider

(i). bölen veya ayıran kimse veya şey; hisseleri bölen kimse; (çoğ). pergel.

dividual

(s). bölünmüş, bölünebilir; ayrı, ayrılabilen; dağıtılmış.

divination

(i). kehanet, keşif, fal açma, gaipten haber verme; isabetli tahmin. div'inator (i). kâhin, falcı. divin'a tory (s). kehanete ait, kehanet iddiasında, gaipten haber veren.

divine

(s)., (i). Tanrı ile ilgili tanrı bilime ait, ilâhi, kutsal, göksel, tanrısal; fevkalade, mükemmel, fevkalade, mükemmel, ala;k.dili çok güzel; (i).rahip, ilahiyatçı.divinely (z). mükemmel olarak.

divine

(f). sezmek, hissetmek, gaipten haber vermek; kehanette bulunmak, önceden bilmek; fal açmak, fala bakarak önceden haber vermek; içine doğmak, malum olmak; tahmin etmek; özel bir çubuk ile yerini bulmak. diviner (i). kâhin, falcı, önceden haber veren kimse. divining rod yeraltında su veya maden damarı keşfinde kullanılan çatal şeklinde çubuk.

divinity

(i). tanrılık vasfı, ilahi vasıf, metafizik kuvvet, salt mükemmellik; ilâhiyat; ilâh, mabut, tanrı, tanrıça; Tanrıdan aşağı insandan üstün göksel yaratık, melek; bir çeşit şekerleme. divinity school ilâhiyat okulu. the Divinity Tanrı.

divisible

(s). taksimi mümkün, bölünebilir, ayrılabilir. divisibil'ity (i). bölünebilme, taksim edilebilme.

division

(i). bölme, taksim ayırma; bölünme, taksim olunma; hudut, bölme; parça, kısım, bölüm, bölge, daire; uyuşmazlık, anlaşmazlık, ayrılık, fark; oy kullanmada Parlamentonun ikiye ayrılması; (mat). bölme, taksim; (ask). fırka, tümen; den donanmanın bir filosu; (biyol). fasile. division of labor işbolümü. Iong division iki veya daha fazla haneli bölme. short division bir haneli bölme. divisional (s). bölme veya bölünme ile ilgili; (ask). tümene ait.

divisive

(s). bölen, dağıtan; anlaşmazlık yaratan, ayrılık yaratan, ihtilâf çıkaran.

divisor

(i)., (mat). bölen. greatest common divisor en büyük ortak bölen.

divorce

(i)., (f). boşama, boşanma, talâk; ayrılma, ayrılık; (f). boşamak; ayırmak; ayrılmak; alâkasını kesmek. divorcee (i). boşanmış kimse. divorcement (i). boşama, boşanma.

divot

(i). golf sopasıyla acemice vurarak kökünden kopartılan çim parçası.

divulge

(f). ifşa etmek, açığa vurmak, söylemek, yaymak. divulgence (i). ifşa etme, bir haberi yayma, ifşaat.

divvy

(i)., (f)., argo kısım, pay; (f)., up ile paylaşmak, bölmek.

dixenfranchise

(bak). disfranchise.

dixie

(i)., Dixie land Amerika Birleşik Devletlerinin güney eyaletleri.

dizzy

(s)., (f). başı dönen, baş döndüren, sersem, şaşkın, gözü kararmış; baş döndürücü, sersemletici; düşüncesiz dikkatsiz; k.dili budala, kuş beyinli; (f). başını döndürmek, sersemletmek. dizziness (i). baş dönmesi, sersemlik. dizzily (z). sersemcesine,aptalca, aklı yerinde olmayarak.

dnieper

(i). Dinyeper nehri.

dniester

(i). Dinyester nehri.

do

(i)., (müz). bir gamın birinci ve son notası.

do

(i)., (k.dili), eğlenti, toplantı. do's and don'ts yapılması ve yapılmaması gereken şeyler.

do

(f). (did, done) etmek, yapmak, eylemek; icra etmek, kılmak, ifa etmek; başa çıkmak, başarmak; tamamlamak; hazırlamak, tertip etmek; hareket etmek, davranmak; bir halde olmak; işini becermek; kafi gelmek, yetişmek; tercüme etmek; oynamak (piyes); belirli bir mesafe katetmek; fiilin anlamını ve emir cümlesini kuvvetlendirmede. I do believe you Do be quiet: soru cümlelerinde: Do you hear? olumsuz cümlelerde: I do not know do away with atmak, kaldırmak; öldürmek. do badly işini becerememek. do battle uğraşmak, mücadele etmek. do by davranmak .do for bakmak .do in argo öldürmek. do one's best elinden geleni yap- mak. do one's hair saçlarını düzeltmek veya şekil vermek. do to death öldürmek. do over again yeni baştan yapmak. do up sarmak, paket etmek; çok yormak; konserve yapmak; tamir etmek. Do tell ! Öyle mi ? Sahi mi ? do well işi iyi gitmek; iyi para kazanmak. do well by him ona iyilik etmek. do without muhtaç olmamak, -sız olmak. done to a turn olmuş, tam pişmiş. done in (A.B.D.)., k.dili yorgun, bitkin; öldürülmüş. all done up bitkin bir halde, çok yorulmuş; hepsi hazır, hepsi sanlmış. (paket vb) make do idare etmek It is not done. Yapılmaz. Yakışık almaz. have nothing to do with hiç bir ilişkisi olmamak How do you do? Nasılsınız? Nothing doing ! k.dili Asla! That will do Kafi. Yetişir. well to do zengin, hali vakti yerinde.

dobbin

(i). çiftlik atı, beygir, uysal at.

docent

(i). bazı (A.B.D.). üniversitelerinde okutman.

docile

(s). uysal, halim selim, yumuşak başlı. docil'ity (i). yumuşak başlılık, uysalık.

dock

(i). karabuğdaya benzer bir ot. patience dock labada, (bot). Rumex patientia sour dock kuzukulağı, (bot). Rumex acetosa.

dock

(i). mahkemede sanık yeri.

dock

(i)., (f)., (den). havuz, gemi havuzu, dok: iskele, rıhtım; (f). rıhtıma yanaşmak, havuza çekmek, havuza girmek. dockage (i). havuz veya rıhtım ücreti. docker (i). havuz veya tersane işçisi. dockmaster (i). tersane müdürü. dockyards (i). tersane. floating dock yüzer havuz.

dock

(i)., (f)., (zool). hayvan kuyruğunun etli kısmı; (f). kuyruğunu kesmek; ücret, indirmek.

docket

(i)., (f)., (huk). özet, hulasa; (huk). karar defteri; (huk). bekleyen davalar listesi; gündem, yapılacak işler listesi; paket etiketi; (f). özetlemek, hulasa etmek, listeye kaydetmek; etiket yapıştırmak. on the docket yapılacak işler listesinde, gündemde.

doctor

(i)., (f). doktor, tabip, hekim, veteriner, diş doktoru; herhangi bir bilim dalmda doktora yapmış olan kimse; makinalarda birtakım kolaylıklar sağlayan kısımlar; (f)., k.dili doktorluk etmek, tedavi etmek; ilaç içmek, tedavi edilmek; tamir etmek; düzeltmek; tahrif etmek, üzerinde oynamak, değiştirmek hile karıştırmak; elden geçirmek, ıslah etmek. doctoral (s). doktor payesine ait. doctorate (i). doktora, doktor payesi.

doctrinaire

(i)., (s). kurama, nazariyeci; (s). kuramsal, nazari.

doctrinal

(s). kuram veya doktrine ait.

doctrine

(i). akide, öğreti, doktrin, düstur.

document,documentary

(i)., (f). belge, vesika; senet, delil; (f). tevsik etmek, belgelerle ispat etmek. documenta'tion (i). tevsik, belgelerle ispatlama.

documental

(s). dökümanter, belgelere dayanan, belgesel, yazılı. documentary bills vesikalı poliçeler. documentary credit (tic). vesikalı kredi. documentary film belgesel filim, dökümanter filim.

dodder

(f). yaşlılık nedeniyle titremek, sendelemek. doddering (s). titrek, halsiz, zayıf.

dodder

(i). bağboğan, küsküt, (bot). Cuscuta.

dodecagon

(i)., (geom). on iki açılı şekil,

dodecahedron

(i)., (geom). on iki yüzlü şekil.

dodecanese

(i). Oniki Ada.

dodge

(f)., (i)., bir yana kaçmak; kaçamak yapmak, atlatmak, bertaraf etmek; hile ile sıvışmak; -den bir yana kaçıp kurtulmak, atlatmak; (i). bir yana kaçış, çevik bir hareketle kurtulma; atlatma, hile, oyun, düzenbazlık. dodger (i). hilekâr kimse, savuşturan veya geçiştiren kimse; (A.B.D.). küçük el ilânı.

dodo

(i). (çoğ oes, os) şimdi nesli tükenmiş olan güvercin cinsinden uçamayan büyük bir cins kuş, (zool). Rapheco; k.dili dünyadan habersiz kimse, budala kimse, aptal kimse.

doe

(i). geyik ve tavşan gibi hayvanların dişisi. doeskin (i). dişi geyik derisi, karaca derisi, buna benzeyen ince deri veya bez.

doer

(i). yapan kimse.

does

do'nın 3'üncü tekil şahsı.

doff

(f). çıkarmak (elbise); şapkayı çıkararak selâm vermek; atmak, başından savmak. doffer (i). çıkaran kimse; şapkası ile selâm veren kimse; başından savan kimse.

dog

(i). köpek, it; kurt, tilki ve çakal gibi hayvan; bu hayvanların erkeği; k.dili herif, adam; (argo). değersiz ve kötü olan herhangi bir şey; kütükleri tutmak veya kaldırmak için kullanılan demir alet; (argo). çirkin ve sıkıcı kadın; mandal; den palamar gözü; ocagm demir ayağı dogs (i)., (argo). ayaklar. dog collar köpek tasması; dik ve yüksek yaka. dog days yazın en rutubetli ve sıcak sayılı günleri, eyyamı bahur. dog in the manger kendisine yaramayan şeylerin başkaları tarafından alınmasına engel olan bencil kimse. dog Latin uydurma ve hatalı Latince. dog license köpeğin tasma numarası veya kayıt vesikası. dog rose köpek gülü, yabani gül, (bot). Rosa canina dog's life k.dili tasalı hayat. Dog Star Büyük Köpek burcunda en parlak yıldız, Sirius. dog tag köpeğe takılan madeni kimlik; (A.B.D.)., k.dili askerlerin boyunlarına taktıkları madeni kimlik belgesi. dog tired, dog weary çok yorgun, bitkin. dogs of war harbin kan dökücü ve yıkıcı tarafları. a dead dog köpek leşi; değersiz kimse veya şey. creeping dog's tooth grass büyük ayrık otu, domuz ayrığı, (bot). Cynodon dactylon die like a dog gebermek, sefil bir şekilde ölmek (dog). eatdog (s). çıkar gözeten. Every dog has his day bak. day go to the dogs mahvol mak, bozulmak, kötü yola düşmek. hot dog sosis Iet sleeping dogs lie işi kurcalamamak, işi oluruna bırakmak. put on the dog (A.B.D.)., k.dili çalım satmak, poz takınmak. rain cats and dogs sel gibi yağmur yağ mak, gökler boşanmak. sea dog fok; gemici throw to the dogs itin önüne atmak, ziyan etmek, israf etmek.

dog

(f). (ged, ging) peşini bırakmamak, takip etmek (özellikle kötü bir niyetle); tazı gibi av peşinden gitmek; kütükleri aletle tutup kaldırmak. dog one's steps birinin peşini bırakmamak, takip etmek.

dog-ear

(f)., (i). kitap sayfası köşesini kıvırmak; (i). kıvrık sayfa köşesi.

dogape

(i). insana benzer kuyruksuz maymun.

dogbane

(i). itboğan, (bot). Apocynum erectum; buna benzer birkaç ot.

dogberry

(i). bir tür kızılcık.

dogcart

(i). çift oturacak yeri olan tek atlı ufak araba; köpeklerin koşulduğu hafif araba.

dogcatcher

(i)., (A.B.D.). başıboş köpekleri toplayan kimse.

doge

(i)., eski Venedik ve Cenova Dükası.

dogface

(i)., (A.B.D.), (argo). er.

dogfennel

(i). it papatyası, fena kokulu papatya, (bot). Athemus cotula.

dogfight

(i). köpek kavgası; savaş uçakları arasındaki çatışma.

dogfish

(i). birkaç çeşit köpekbalığı, (zool). Mustelus.

dogged

(s). inatçı, bildiğinden şaşmaz, sebatkâr, doggedly (z). sebatla. doggedness (i). sebat, inat, bildiğinden şaşmazlık.

dogger

(i). Kuzey Denizinde kullanılan ,çift direkli bir çeşit balıkçı gemisi.

doggerel

(i). edebi değeri olmayan komik şiir.

doggish

(s). köpek gibi; ters, aksi, huysuz; (A.B.D.)., k.dili gösterişli, fiyakalı.

doggone

ünlem, (A.B.D.)., k.dili Hay Allah !

doggy,doggie

(i). küçük köpek, süs köpeği.

doghouse

(i). köpek kulübesi. in the doghouse (A.B.D.)., k.dili gözden düşmüş.

dogie

(i)., (A.B.D.). annesiz buzağı.

dogma

(i). dogma, inak, doktrin, akide, dini inanç, kaide; kesin söz veya fikir.

dogmatic

(s). dogmatik, kesin, iman ve itikada ait, kesin kurallarla ilgili; kestirip atan, tartışma kabul etmeyen; kesin. dogmatics (i). dini dogmaların sistematik olarak incelenmesi. dogmatically (z). kesinlikle, katiyetle, tartışma kabul etmez surette.

dogmatism

(i). dogmatizm, inakçıIık, fikir beyan etmede kesinlik. dogmatist (i). dogmatik kimse, kesin fikir beyan eden kimse.

dogmatize

(f). kesin olarak fikrini söylemek veya yazmak; kestirip atmak, tartışmaya meydan vermemek.

dogooder

(i)., (k.dili). iyi niyetli fakat başarısız toplumsal reformcu.

dogtired

(s)., (k.dili). çok yorgun, bitkin.

dogtooth

(i). köpekdişi; (mim). yaprak şeklinde bir çeşit süs. dogtooth violet zambakgillerden Alp lalesi, (bot). Erythronium denscanis.

dogtrot

(i). yavaş koşma.

dogwatch

(i)., den öksüz vardiya, gemide kısa akşam nöbeti.

dogwood

(i). kızılcığa benzer bir ağaç, (bot). Cornus.

doily

(i). dantel veya işlemeli masa örtüsü.

doings

(i). işler, vakalar; hareket, tavır.

doityourself

(s)., (A.B.D.)., (k.dili). yardımsız yapılabilecek şekilde hazırlanmış.

dolce

(s)., (z)., (müz). tatlı, aheste, hoş, dolçe. dolce far niente tatlı rehavet. dolce vita tatlı hayat. dolcis'simo (s)., (z)., (müz). çok tatlı, çok hoş.

doldrums

(i). okyanusun rüzgârların hafif ve sakin olduğu ekvatora yakın kısımları; iş ve sanat gibi çevrelerde durgunluk, sükunet; kasvet, keder, bezginlik, sıktntı. be in the doldrums canı çok sıkkın olmak.

dole

(i)., (f). kısım, hisse, pay, nasip; muhtaç kimselere yiyecek, giyecek v.b dağıtımı, yardım, iane, sadaka verme; hükümetin işsizlere yardım olarak verdiği para; (f)., out ile iane olarak dağıtmak; ufak miktarda giyecek, yiyecek v.b yardımı yapmak. go veya be on the dole hükümetin işsizlere yaptığı para yardımı listesine katılmak.

doleful

(s). kasvetli, sıkıntılı, kederli, hüzünlü, mahzun. dolefully (z). sıkıntıyla, kasvetle, hüzünle.

dolerite

(i)., (jeol). dolerit, dolantaşı, koyu renk birkaç çeşit volkanik taş.

dolichocephalic

(s). doliko sefal, uzunkafalı.

doll

(i)., (f). oyuncak bebek, kukla; yalnız dış güzelliği olan kadın; güzel ve sevimli çocuk; (f)., k.dili up ile süslemek, süslenmek, şık giyinmek, giydirmek. dollhouse (i). oyuncak bebek evi.

dollar

(i). dolar, 100 sent karşılığı olan Amerikan para birimi; Kanada, ,Çin ve bazı İngiliz sömürgelerinin para birimleri.

dollop

(i)., k.dili topak, ufak parça.

dolly

(i).,(ç).dili bebek, kukla; (mak). tekerlekli kriko; iki tekerlekli yük taşıyıcısı; filim veya televizyon kamerasını taşıyan tekerlekli araç; dekovil lokomotifi; şahmerdan başlık takozu; çoğ, (argo). dolofin, sentetik uyuşturucu bir madde.

dolman

(i). bir çeşit giysi, dolama; bir çeşit kadın paltosu.

dolmen

(i). tarih öncesi devirde büyük taşlardan yapılmış olan lahit şeklinde abide, dolmen.

dolomite

(i)., (jeol). kalsiyum, magnezyum ve karbonattan ibaret bir çeşit beyaz mermer, dolomi Dolomites Tirol,da bu kayadan oluşmuş dağlar, dolomitler.

dolor

(i)., ,şiir keder, gam, elem, azap. dolorous (s). acıklı, kederli, elem veren.

dolphin

(i). Delphinidae familyasmdan yunusbalığı ve ona benzeyen başka birkaç çeşit balık, (zool). Delphinus delphis; den palamarlık baba veya şamandıra.

dolphin

(i)., (astr). Delfin takımyıldızı.

dolt

(i). ahmak, budala, kalınkafalı kimse. doltish (s). kafasız, budala, ahmak dom sonek lik, -Iık veya ''yeri anlamın da kullanılır.

domain

(i). mülk, mal, arazi; memleket, üIke; nüfuz sahası, nüfuz bölgesi; saha, alan, ihtisas; (huk). yüce hakimiyet. right of eminent domain istimlâk hakkı.

dome

(i)., (f)., (mim). kubbe; kubbe biçimindeki tabii oluşum; (argo). başın üst kısmı, tepe; (f). kubbe ile örtmek; kubbe şekli vermek.

domesday

(i). hüküm günü, kıyamet günü. Domesday Book 1086'da Ingiltere'de Kral William'ın emri ile yapılan araştırmada arazi sahipleri ile bu kişilerin mal ve mülklerinin sayımını kapsayan kitap.

domestic

(s)., (i). eve ait, evcimen, ev işlerine bağlı; ehli, evcil; kendi memleketine ait; (i). hizmetçi. domestic animals evcil hayvanlar. domestic industries yerli sanayi. domestic science ev bakımı, ev idaresi .

domesticate

(f). evcilleştirmek, ehlileştirmek; medenileştirmek; evcilleşmek. domestica'tion (i). ehlileşme, ehlileştirme.

domesticity

(i). eve ve aileye bağlılık, evcimenlik; ev hayatı, aile hayatı.

domicile

(i)., (f). ev, konut, mesken, ikametgah; (huk). daimi ikamet yeri; (f). yerleştirmek, iskân etmek; yerleşmek, oturmak.

dominance

(i). hakimiyet, salahiyet, tahakküm, üstünlük.

dominant

(i)., biyol başat özellik; (müz). sol notası.

dominant

(s)., hakim, mütehakkim, idare eden, yöneten, galip, tesirli, nüfuzlu; (müz). bir gamda sol notasına ait, dominant; (biyol). başat.

dominate

(f). hakim olmak, tahakküm etmek, idaresi altına almak; üstün olmak.

domination

(i). hükmetme, istibdat, idaresi altına alma; idaresi altında olma.

domineer

(f). despotça hükmetmek, hâkim durumda olmak. domineering (s). oto riter, tahakküm eden; küstah. domineer ingly (z). otoriterce, tahakküm ederek.

dominican

(s)., (i). Dominikan tari katı ile ilgili; (i). bu tarikata bağlı kimse.

dominie

(i)., iskoç öğretmen; (A.B.D.)., k.dili papaz.

dominion

(i). hüküm, hâkimiyet, idare; dominyon.

dominium

(i)., (huk). malikiyet, idare, salahiyet, yetki.

domino

(i). bir çeşit maske veya yarım maske; domino taşı dominoes (i). do mino oyunu.

don

(i). ''Bay'' anlamına gelen ispanyolca bir söz; ispanya'nın ileri gelenlerinden, Don; (ing)., k.dili üniversite öğretmeni.

don

(f). (ned, ning) giymek, giyinmek.

dona

(i)., (isp). hanım, bayan; ispanyol hanımı.

donate

(f). hediye etmek, bağışlamak, iane vermek.

donation

(i). iane verme; iane, hediye, bağış, hibe.

done

(bak). do; (s). tamamlanmış, bitmiş; iyi pişmiş (yemek). done brown iyi kızarmış (et, ekmek). done for mahvolmuş, bitkin, öIüm döşeğinde. done in çok yorgun, bitkin.

donee

(i)., (huk). bağışta bulunulan kimse veya kurum.

donjon

(i). eski zaman şatolarında en yüksek kule, burç.

donkey

(i). eşek, merkep; eşek adam, akılsız veya inatçı kimse. donkey engine (mak). donki makinası, küçük yardımcı buhar makinası.

donna

(i)., it hanım.

donnybrook

(i). herkesin katıldığı kavga.

donor

(i). veren veya hediye eden kimse; bağışta bulunan kimse; (tıb). kan veren kimse, verici.

donothing

(i). tembel ve haylaz kimse; colloq boş gezenin boş kalfası. don't kıs donot.

doodad

(i)., k.dili küçük süs eşyası, incik boncuk.

doodle

(i)., (f). karalama, gelişigüzel yazma veya çizme; (f). karalamak doodlebug (i). maden damarlarını aramakta kullanılan herhangi bir cihaz; uçan bomba.

doohickey

(i)., (A.B.D.)., k.dili şey, asıl ismi bilinmeyen veya hatırlanmayan bir şey.

doom

(i). kötü kader, kör talih; hüküm, mahkumiyet; ölüm, zeval, yok olma; son hüküm, kıyamet günü. crack of doom kıyamet kopması, dünyanın sonu.

doom

(f). hüküm vermek, aleyhinde karar almak, mahkum etmek; kötü bir talihi olmak. doomsday bak. domesday.

door

(i). kapı. doorbell (i). kapı zili. door keeper (i). kapıcı. doorknob (i). kapı tokmağı. doorman (i). kapıyı açıp kapamakla görevli kimse. door (mat). paspas doornail (i). eski zamanda kullanılan iri başlı kapı çivisi. door plate isim yazılı kapı tabelası. doorstep (i). eşik. doorstop (i). kapı tamponu. doorway (i). kapı aralığı, giriş, antre. have a foot in the door mec postu sermek; adımını atmak. at death's door ölmek üzere, bir ayağı çukurda darken the door birisinin evine gitmek, uğramak dead as a doornail olmuş gitmiş. deaf as a doorpost duvar gibi sağır. Iay at the door of suçlamak, kabahat yüklemek next door kapı komşu, yakın out of doors dışarıya, dışarıda; açık havada show one the door kovmak, kapıyı göstermek three doors off üç ev ötede.

doordie

(s). isteğini bütün şartlar karşısında yapmaya kararlı; öIüm kalım.

dope

(i)., (f). herhangi koyu bir sıvı veya hamurumsu preparat; (hav). uçak kanatlarının yapımında kullanılan bez cilâsı; dinamit yapımında kullanılan madde; (argo). uyuşturucu madde, narkotik; (argo)., spor doping, uyarıcı ilâç; (argo). budala kimse; (argo). malumat; (f). sıvı veya hamurumsu preparatı sürmek; karışımın içine başka şey karıştırmak; uyarıcı ilâç vermek; uyuşturucu madde ile tedavi etmek veya bayıltmak; out ile, (argo). çözüm yolu bulmak, halletmek; önceden tahmin etmek, kestirmek doper (i)., (argo). esrarkeş. dope sheet (argo)., spor at yarışlarında yarış listesi. dopester (i). yarış ve seçim gibi olayların sonuçlarını önceden tahmin etmeye çalışan kimse. dopey (s)., (argo). esrarın tesiri altında olan; k.dili uyuşuk; ahmak, budala.

doppelganger

(i)., (Al). hayatta olan bir kimsenin eşruhunu taşıdığı tasavvur edilen ve yalnız o kimseye görünen hayalet.

dor,dorbeetle

(i). pis yerlerde yaşayan bir cins böcek, (zool). Geotrupes ster corarius.

doric

(s)., (i). Dorlara ait; (i)., (mim). en eski ve sade Yunan mimari üslubu, Dorik.

dorking

(i). ayaklarında beşer tane parmak bulunan İngiliz tavuğu.

dorm

(i)., k.dili yatakhane.

dormant

(s). uykuda olan, uyuşuk, cansız; colloq rafa kalkmış; keşfedilmemiş. (kabiliyet); (bot)., (zool). geçici bir süre için uykuya yatmış, hareketsiz. dormancy (i). uyku hali.

dormer

(i)., dormer window çatı penceresi.

dormitory

(i). yatakhane, kouş; örenci yurdu.

dormouse

(i)., (zool). Gliridae familyasından ufak sincaba benzer fare, kakırca, (zool). Muscardinus avel lanarius.

dorsal

(s)., (anat). sırta ait; (bot). arka tarafa ait.

dory

(i). yassı bir çeşit kayık; (zool). Zeidae familyasından bir çeşit yassı balık. John Dory dikenli dülger balığı, (zool). Zeus faber.

dosàdos

(i)., (z). halk oyunlarında bir dans figürü; (z). sırt sırta.

dosage

(i)., (tıb). ilâcın belirli miktarda verilmesi, dozaj, düzem, yaşa göre miktar tayini; kuvvet veya lezzet vermek için şaraba şeker, alkol v.b katılması.

dose

(i)., (f). bir defada alınan ilâç miktarı, doz; (f). belirli miktarda ilâç vermek; tatsız bir şey vermek; ilâç almak.

dosser

(i). ipekten yapılmış duvar halısı; küfe.

dossier

(i). evrak dosyası.

dost

eski do'nun ikinci şahıs tekili.

dot

(i). nokta, ufak leke, benek; Mors alfabesinde nokta; (mat). çarpma işareti; (mat). ondalık nokta; (müz). noktadan sonra konan ve uzatma ifade eden nokta. dot the i's and cross the t's bir şeyi doğru olarak ifade etmek. on the dot k.dili dakikası dakikasına, tam vaktinde.

dot

(f). (ted, ting) noktalamak, benek benek dağıtmak; sık olarak yayılmak.

dotage

(i). bunaklık; düşkünlük, iptila, aşırı sevg.i dotard (i). bunak kimse.

dote

(f)., on veya upon ile aşırı sevmek, düşkün olmak; bunamak. dotingly (z). düşkünlükle; bunakçasına.

doth

eski do'nun üçüncü şahıs tekili .

dotterel

(i). Charadriidae familyasından bir cins kuş, dağ yağmur kuşu, (zool). Eudromias morinellus.

dottle

(i). içtikten sonra piponun içinde kalan tütün kalıntısı.

dotty

(s). noktalı, benek benek; k.dili sarsak, aptal, budala.

double

(i)., (s)., (z). iki kat, çift, iki misli;eş, aynı; kat; hile, oyun; tiyatro, (sin). dublör; briç kontr; (s). iki kat, iki kere, iki misli; çift; bükülmüş, katlı; iki kişilik; iki yüzlü; (müz). bir oktav daha alçak ses veren; (z). çift çift, iki kat, iki misli. doubleacting (s). iki taraflı çalışan, iki misli tesiri olan. double agent iki taraflı çalışan casus. doublebanked (s)., den kürekçileri çift çift oturan, iki sıra kürekçisi olan (gemi, kayık). double bass kontrbas. double bed iki kişilik karyola veya yatak. double boiler benmari. double bottom den. çifte karina doublebreasted (s). kruvaze (ceket), çift düğmeli. double check (f). tekrar kontrol etmek, çifte kontrol yapmak, emniyet tedbiri olarak tekrar gözden geçirmek. double chinned çifte gerdanlı, katmerli gerdanı olan. doublecross (f)., (i)., (argo). verdiği sözden dönerek aldatmak; aldatmak, kazık atmak; (i). aldatma, kazık atma. doubledate (f). iki çiftin birlikte gezmesi. doubledealer (i). iki yüzlü kimse, dolandırıcı, sahtekar kimse. doubledecker (i). iki katlı otobüs veya yatak; den su hattının üzerinde iki güvertesi bulunan gemi. doubleedged (s). iki tarafı keskin; hem lehte hem aleyhte olan. doubleended (s). iki ucu bir olan. doubleender (i). iki yönde aynı kolaylıkla gidebilen lokomotif veya gemi. double, entendre (i)., (Fr). iki tarafa çekilebilecek söz, lastikli söz. double entry muhasebede her işlemi iki defa gösteren defter tutma usulu. double exposure foto (yanlışlıkla) bir negatifte çekilen iki ayrı poz. doublefaced (s): iki yüzlü; iki taraflı (kumaş). double featuresin iki filim bir arada. doublehanded (s). iki eli olan, iki elli; hilekâr; iki elle kullanılmaya mahsus. doubleheaded (s). çift başlı. doubleheader (i). iki lokomotifle çekilen tren; iki takım arasında üst üste yapılan iki karşılaşma. double jeopardy (huk). aynı suçtan ikinci defa yargılama doublejointed (s)., (tıb). çok oynak mafsallı. doublepark (f). arabayı yolun ortasında bırakmak; kaldırıma paralel park etmiş bir arabanın yanına park etmek. doublequick (s)., (i)., (f). çok çabuk; (i). çabuk yürüyüş; (f). çok çabuk yürümek. doublereed (s)., (müz). çift dilli (obua ve zurna gibi). double room otelde çift yataklı oda. doubles (i)., tenis çiftler, dabıl doublespace (f). yazı makinasında çift aralıkla yazmak. double standard erkeklere kadınlardan daha fazla serbestlik tanıyan toplum kuralı double star. (astr). yan yana duran ve tek yıldız olarak görünen iki yıldız dou ble take bir durumun veya şakanın anlamını sonradan kavrama. double talk lastikli söz, çeşitli anlamlar verilebilecek söz; aslında hiçbir anlamı olmayan kelimeler uydurarak konuşma. doubletime (f). hızlı yürümek. double time hızlı yürüyüş; fazla çalışılan saatler için yapılan iki misli ödeme. doubleton (i)., briç ikili, çift kağıt. double tongue (f)., (müz). üflemeli müzik aleti kullanırken çabuk çalmak için dili diş ve damak arasında hızla oynatmak. doubletongued (s).özü sözü bir olmayan, hilekâr, murai doub letree (i). çift atlı arabada terazi. see double çift görmek sleep double bir yatakta iki kişi yatmak.

double

(f). iki misli yapmak; iki ile çarpmak; bukmek, iki kat yapmak; sıkmak (yumruk); iki mislini ihtiva etmek, iki misli kıymeti olmak; bir burunu dolaşmak (gemi); (müz).bir oktav daha yüksek veya daha alçak ses vermek; iki misli olmak; aynı yoldan geri dönmek; bükülmek, katlanmak; tiyatro aynı piyeste iki rol almak; for ile dublorluk etmek; briç kontr yapmak double up eğilmek, vu cudunu kıvırmak, iki buklum etmek veya olmak, bukülmek; (A.B.D.)., (k.dili). paylaşmak doubling i iki kat etme veya olma

doublet

(i). Rönesans devrinde erkek lerin giydiği bir çeşit yelek; iki parçadan meydana gelen sahte taş; eş, aynı; (matb). yanlışlıkla tekrar dizilen satır veya kelime. doublets (i). atılınca çift gelen zarlar.

doubloon

(i). eski bir ispanyol altın parası.

doubly

(z). çift çift, iki kat olarak, iki misli olarak.

doubt

(i). şüphe, tereddüt, güvensizlik, itimatsızlık; şüpheli husus. beyond doubt şüphesiz. in doubt şüpheli, henüz belli olmayan. no doubt hiç şüphesiz, elbette. give the benefit of the doubt şüphe edildiği halde delil yetersizliğinden suçsuz olduğunu kabul etmek. without doubt şüphesiz.

doubt

(f). şüphe etmek, şüphelenmek, kuşkulanmak; ikna olmamak, itimat etmemek; çekinmek, tereddüt etmek, kararsız olmak. I doubt whether şüphe ediyorum, acaba. I don't doubt that Hiç şüphem yok ki. doubting (s)., (i). şüphe eden; (i). şüphelenme. doubting Thomas şüpheci kimse.

doubtful

(s). şüpheli, karanlık, muğlak, belirsiz, müphem; kararsız; sonucu şüpheli.

doubtless

(z). şüphesiz, muhakkak; herhalde.

douce

(s)., (iskoç). ağır başlı, sakin.

douche

(i)., (f)., (tıb). şırınga; (f). şırınga etmek.

dough

(i). hamur; hamur gibi herhangi bir şey; (argo). para. doughy (s). hamur gibi, hamur kıvamında olan.

doughboy

(i). mayalı çörek; (A.B.D)., (k.dili). 1. Dünya Savaşında piyade.

doughnut

(i). yağda kızarmış bazen ortası delikli, bazen mayalı ufak ve yuvarlak şekerli çörek, gözleme.

doughty

(s)., (şaka). kuvvetli, yiğit, cesur. doughtily (z). cesaretle, kuvvetle. doughti ness (i). cesaret, kuvvet, yiğitlik.

dour

(s). asık yüzlu, ters, haşin, aksi.

douse

(f). suya dalmak, daldırmak, batırmak; ıslatmak; (k.dili). su ile söndürmek.

dove

(i)., (zool). Columbidae familyasından güvercin ve kumru gibi kuş; masumiyet ve barış sembolu; (A.B.D). barışçı kimse; yumuşak başlı kimse, uysal kimse. ring dove kumru, (zool). Columba palumbus rock dove kaya güvercini, (zool). Columba livia stock dove mavi güvercin, (zool). Co lumba oenas dovecote (i). güvercinlik.

dovetail

(i)., (f). sandık ve çekme. cede koşe bağının dişleri, kırlangıç, geçme, kurtağzı; (f). tam uymak; köşe bağı kesmek; köşe bağı dişleriyle bitiştirmek.

dowager

(i)., (ing)., (huk). eşinden miras kalan malı veya ünvanı olan dul kadın; (k.dili). ağır başlı yaşlı kadın. queen dowager vefat etmis olan kralın dul eşi.

dowdy

(s)., (i). derbeder, üstü başı dökülen; (i). acayip kıyafetli kimse, modaya aldırış etmeyen kadın; meyvalı pasta.

dowel

(i)., (f). tahta çivi, ince yuvarlak tahta; (f). tahta çivi ile tutturmak.

dower

(i)., (f)., (huk). dul kadına hayatı boyunca kocasının gayri menkullerinden tahsis olunan irat; drahoma, çeyiz parası, ağırlık, başlık; kabiliyet, istidat, vergi; (f) . çeyiz veya ağırlık vermek.

down

(i). ince kuş tüyü, yonda; ince tüy, ayva tüyü, hav.

down

(f). aşağı indirmek, alaşağı etmek, yere yıkmak, devirmek, düşürmek; (k.dili). yenmek (sporda); bir yudumda içmek, slang mideye indirmek.

down

(z). aşağı, aşağıya; güneye doğru; tiyatro sahneye doğru, ileride. down and out hayatta yenilgiye uğramış, bezgin, bitkin. down at the heels perişan bir halde. down at the mouth, down in the dumps üzüntülü, hayal kırıklığına uğramış, meyus, cesareti kırılmış. down on his luck talihsiz; hayal kırıklığına uğramış, ümitsiz. Down with I Kahrolsun. I The house burned down Ev yanıp yerle bir oldu. The pressure is down Basınç azaldı. The wind is down Rüzgâr hafifledi. fall down düşmek. get down to work ciddi olarak işe başlamak. He is down with fever Ateşten yatağa düşmüş. knock down vurup devirmek, yere yıkmak; tenzilâtlı fiyatla satış yapmak, ucuza vermek. track down araştırıp bulmak. shout down bağırarak susturmak. shut down kapatmak (fabrika, iş yeri). wster down hafifletmek, su katmak. turn down reddetmek; (radyoyu) kısmak. shoot down ateş açıp düşürmek. get down to cases sadede gelmek. pay down peşin vermek. put the helm down gemiyi rüzgâr yönüne çevirmek. The sun is going down Güneş batıyor. write down yazmak, kâğıda dökmek.

down

(s). aşağıya yönelen; (k.dili). üzgün, argın. be down on kızgın olmak, karşı olmak, garez bağlamak.

down

(i). iniş; talihin ters dönmesi. ups and downs hayattaki iniş çıkışlar, iyi ve kötü günler.

down east

(A.B.D). New England; Maine eyaleti.

down under

(k.dili). Avustralya, Yeni Zelanda.

downbeat

(i)., (s)., (müz). öIçünün birinci vuruşu; (s). kötümser, bedbin.

downcast

(s)., (i). aşağıya yönelmiş; üzgün, kederli; (i). aşağıya yönelme; maden ocağına hava veren boru.

downers

(i)., (çoğ)., (argo). müsekkin, yatıştırıcı maddeler.

downfall

(i). düşüş, yıkılış, sükut, gerileme, çökme, inkıraz; yağmur boşanması. downfallen (s). düşmüş, yıkılmış.

downhearted

(s). meyus, kederli, morali bozuk, maneviyatı kırılmış, mahzun.

downhill

(z)., (s). yokuş aşağı, aşağıya; (s). inişli, meyilli. go downhill düşüş göstermek, bozulmak (başarı, sıhhat).

downingstreet

İngiliz Başvekili 'nin ikamet ettiği sokak; (k.dili). ingiliz hükümeti. down payment taksitle alışverişte peşin ödenen para.

downpour

(i). şiddetli yağmur, sağanak.

downright

(s)., (z). tamam; kesin, kati; çok; (z). tamamen, büsbütün; doğrudan doğruya, açıkça, dobra dobra, sözunu esirgemeden.

downs

(i). Güney ingiltere'de yüksek meralar.

downspout

(i). yağmur suyunu çatıdan yere akıtan oluk.

downstage

(i). sahnenin onu.

downstairs

(z)., (s)., (i). aşağı kata, aşağı katta, aşağıya, aşağıda; (s). aşağıda olan; (i). aşağı kat.

downstream

(z). akıntı yonünde.

downthrow

(i). yıkma, devirme, yıkılma, devrilme.

downtoearth

(s). makul, gerçekçi; uygulanabilir, gerçekleştirilebilir.

downtown

(i)., (z)., (s). şehrin merkezi, çarşının bulunduğu taraf; (z). çarşı istikametinde, çarşı tarafında; (s). şehrin merkezinde

downtrod

(den)., (s). ayaklar altında çiğnenmiş; mazlum, haksızlığa uğramış, mağdur.

downward,downwards

(z)., (s). aşağı doğru; (s). geçmişe ait, maziden intikal eden, kendinden önce gelenlerle ilgili.

downwind

(z)., (s). rüzgâr yönu ne, rüzgârla birlikte; (s). rüzgâr yönünde olan.

downy

s ince tuylu, havlı; tuy gibi yumuşak

dowry

(i). çeyiz; kabiliyet, istidat.

dowse

(f). çubukla yeraltında su veya maden damarı araştırmak. dowsing rod yer altında su aramak için kullanılan çatal şeklinde çubuk.

doxology

(i). hamt ve şükran duası, hamt ilahisi.

doxy

(i)., (eski)., (argo). fahişe, orospu, hafif kadın; metres.

doxy

(i). doktrin, fikir, dini görüşler.

doyen

(i). bir grubun en yaşlı veya en kıdemli üyesi.

doze

(i)., (f). hafif uyku tavşan uykusu, şekerleme, kestirme, uyuklama; (f). uyuklamak, kestirmek, şekerleme yapmak. doze off uyuklamak, uykuya dalmak.

dozen

(i). düzine, on iki tane. dozenth (s). on ikinci. baker's dozen on üç tane

dp

(kıs). displaced person.

dr

(kıs). Doctor, Drive.

dr

(kıs). debit, debtor, drachma, dram, drawer.

drab

(i)., (f). (bed, bing) orospu,fahişe; pasaklı kadın; (f). fahişelerle düşüp kalkmak.

drab

(s)., (i). kasvetli, sıkıcı, ölü (renk); (i). koyu gri kumaş.

drabble

(f). yerde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak, su veya çamura bulamak, bulanmak.

drachm

(bak). dram.

drachma

(i). eski Yunanistan'da yaklaşık olarak dört gram ağırlığında bir tartı birimi; eski Yunan gümüş parası; bu günkü Yunan drahmisi.

draconian, draconic

(s). eski Yunanistan'da çok ağır kanunlar koyan Drakon'a ait; zalim, gaddar.

draconic

(s). ejderhaya ait, ejderha gibi.

draft , draught

(f)., (i). mecburi askerliğe almak; kura ile askere almak; hizmete mecbur tutmak, zorla adaylığa seçmek; (i). mecburi askerlik. draftee (i). mecburi askerliğini yapan er. draft board askere çağırma islemini düzenleyen sivillerden kurulu komite. draft dodger (asağ). askerlikten muaf tutulmanın yolunu bulan kimse; asker kaçağı.

drafting

(f)., (i). tasarlamak, taslak çizmek, plan yapmak, kaleme almak; (i). müsvedde, tasarı. drafting (i). teknik resim çizme. drafting board teknik resim çizme tahtası. drafting table resim çizme masası. drafts'man (i). teknik resim çizen ressam.

drafting , draught

(f)., (i) ., (s). çekmek; (i). çekme, çekim, yudum; (den) . geminin çektiği su; (tic). poliçe, çek; hava cereyanı, soba borusunun çekmesi; (s). ağır yük çekmede kullanmaya elverişli; şişeye konmamış (bira). drafty (s). cereyanlı. forced draft kazan ateşinin çok yanması için verilen tazyikli hava. beer on draft fıçı birası.

drag

(f). (ged, ging) sürüklemek, sürümek, çekmek; taramak, tesviye etmek (toprak); (den). suyun dibini çengel veya ağ ile taramak, yoklamak; taş yontmak; sürüklenmek, sürünmek; geride kalmak. drag an anchor (den). demir taramak. drag in (konu ile ilgili olmayan bir sözu) lafın arasına sokmak, konuya dahil etmek. drag on sürmek, devam edip gitmek. drag one's feet (A.B.D). (k.dili). kasıtlı olarak yavaş hareket etmek veya çalışmak. drag out uzatmak, uzamak.

drag

(i). sürükleme; sürüklenen şey ağır hareket; tarla tırmığı; (den). suyun dibini taramaya mahsus çengel veya ağ takımı; engel, mâni; havanın aerodinamik direnci; rüzgârın geri itme kuvveti; (sigarada) bir nefes; (k.dili). sıkıcı kimse veya şey; (argo). , (slang). piston. dragnet (i). bir şey bulmak veya yakalamak için suyun dibinde ya da tarlada gezdirilen ağ; suçluyu yakalamada uygulanan plan veya sistem. drag rope (i). bir şeyi çekmek için kullanılan ip. drag race (A.B.D). (k.dili)., oto kısa mesafeli araba yarışı. drag strip (A.B.D)., (k.dili). , oto kısa mesafeli araba yarışlarına elverişli yer.

draggle

(f). çamur içinde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak; kirletmek, kirlenmek; bulaştırmak, bulaşmak; ağır ağır takip etmek.

dragoman

(i). (çoğ. mans veya men) Orta Doğu'da tercüman, rehber.

dragon

(i). ejderha, ateş saçan kanatlı bir sürüngen şeklinde tanımlanan efsanevi bir hayvan; eski yılan; çok hiddetli kimse (bilhassa kadın). dragonfly (i)., (zool). Odonata familyasından ince ve uzun kanatlı bir cins böcek, yusufçuk.dragon's blood ağaç veya meyvadan çıkan koyu kırmızı bir cins sakız.

dragoon

(i)., (f). ağır süvari; (f). halka işkence etmek; zor ve şiddete baş vurarak boyun eğdirmek, eziyet etmek, zulmetmek.

drain

(f). Iağım veya hendek ile suyu akıtmak; bir yerin suyunu tamamıyle çekmek; kurutmak (bataklık), akaçlamak, drenaj yapmak; içip bitirmek, tüketmek; süzmek; (tıb). iltihaplı yaradan cerahati çekmek; süzülmek, suyu süzülmek.

drain

(i). suyunu çekme veya akıtma; hendek, lağım, kanalizasyon, kanal, mecra; (tıb). iltihaplı yerden cerahat çeken tüp veya fitil. drainboard (i). yıkanmış bulaşıkların süzüldüğü oluklu kısım. drainpipe (i). suyu dışarıya akıtan boru, oluk. go down the drain değerini kaybetmek, boşa gitmek. a drain on the resources bütçeye yük olan bir şey.

drainage

(i). süzülme, çekilme, akaçlama, drenaj; süzülen su, çekilen su; su mecraları; lağım ve kanalizasyon sistemi; suyu kurutulan arazi; (tıb). fitil veya tüple cerahat çekme. drainage basin akaçlama havzası; suyu bir nehir ve kolları tarafından çekilen havza.

drainer

(i). süzgeç, süzgü.

drake

(i) . erkek ördek. mallard drake yeşilbaş, (zool). Anas platyrhynchos.

dram , drachm

(i)., (f). (med,ming) dirhem; bir yudum içki; az bir miktar; (f). alkollü içki içirmek; çok içki içmek.

drama

(i). tiyatro eseri, oyun, piyes; tiyatro edebiyatı, tiyatro sanatı; canlı, duygusal, çarpıcı veya birbiriyle çatışan olaylar dizisi.

dramatic

(s). tiyatro ile ilgili; tiyatro türünü andıran (özellikle çatışma ve zıtlık ifade eden turü); hareketli, canlı, et kileyici, tesirli, çarpıcı. dramatically (z). bir oyunu andırır şekilde canlı olarak, çarpıcı olarak.

dramatispersonae

(çoğ,). (Lat). bir oyundaki kişiler; bir piyesin metnin' den önce gelen oyundaki kişilerin listesi.

dramatist

(i). oyun yazarı, piyes yazarı.

dramatize

(f). dram şekline sokmak, tiyatro oyunu şeklinde ifade etmek. dramatiza'tion (i). dram şekline koyma; romanın oyunlaştırılmış şekli.

dramaturgy

(i). tiyatro eseri yazma sanatı. dramatur'gic (s). bu sanata ait.

drank

(bak). drink .

drape

(f)., (i). perde ile örtmek, kumaşla kaplamak; kıvrımlar meydana getirmek; elbise' nin kıvrımlarını düzeltmek; (k.dili). yayılarak oturmak; (i)., (gen). (çoğ). kalın ve koyu renk perde. draper (i)., (ing). kumaşçı. drapery (i). bol ve bükümlü kumaş; perdelik kumaş, döşemelik kumaş; (ing). kumaş ticareti.

drastic

(s). şiddetli, zora baş vuran; ağır ve kesin.

drat

ünlem, (f). hey, mübarek (kızgınlık belirten ünlem); (f)., (k.dili). lânetlemek.

draught

(bak). draft.

draughtsman

(bak). draftsman.

draughty

(bak). drafty.

draw

(i). çekme, çekiş; silâh çekme; çekilen bir şey (kur'a gibi); ilgi çeken herhangi bir şey; berabere kalma, berabere biten oyun (satranç, dama); (A.B.D). dik yamaçlı ve derin vadi; bir köprünün açılan kısmı. beat to the draw önce davranmak.

draw

(f). (drew, drawn) çekmek, sürüklemek; (kuyudan su) çekmek; silah çekmek; cezbetmek, ilgi çekmek; çizmek, resmetmek, kelimelerle tasvir etmek; içine çekmek, emmek (hava, sıvı); ilham almak, kaynak olarak kullanmak; almak (faiz, pa ra); suyunu boşaltmak; çekip uzatmak (tel); germek (yay, ip); berabere kalmak; çekip çıkarmak (diş, tıpa); kapamak (perde); çekmek (baca). draw a conclusion sonuç çıkarmak. draw ahead yavaş yavaş öne geçmek. draw away çekilmek, kendini çekmek. draw an animal iç organlarını çıkarmak, temizlemek (hayvan). draw back geri çekilmek veya çekmek .draw interest faiz getirmek. draw near yaklasmak. draw on account bir hesaptan para çekmek. draw oneself up ciddileşmek. draw out uzatmak; konuşturmak, söyletmek, samimi bir şekilde konuşturmak. draw straws kur'a çekmek. draw the line sınırlandırmak. draw up tanzim etmek, yazmak (kontrat, senet); yaklaşıp durmak .

drawbridge

(i). yukarı çekilip açı labilen köprü.

drawee

(i)., (tic). havale alan kimse, muhatap kişi.

drawer

(i). çekmece, göz; (çoğ). don, külot. chest of drawers çekme gözlü konsol, şifoniyer.

drawer

(i). çeken kimse, çekme işini gören araç veya kimse; plan çizen kimse; barmen.

drawing

(i). çizim, karakalem resim, resim taslağı; kroki, plan; çizme sanatı; piyango, çekiliş. drawing account açık hesap. drawing board resim tahtası. draw (ing). book resim defteri. drawing card ilgi çekici kimse veya program. drawing compasses resim pergeli. drawing room misafir odası, salon drawing knife, draw shave (i). iki saplı bıçak.

drawl

(f)., (i). kelimeleri uzatarak konuşmak; (i). ağır ağır konuşma.

drawn

(bak). draw: (s). bitkin, yorgun görünüşlü. drawn butter salça gibi kullanılan eritilmiş ve çoğunlukla un ve sıcak su ile karıştırılmış tereyağı. drawn game veya battle berabere bitmiş oyun veya savaş. drawn work iplik çekilerek işlenen nakış.

drawstring

(i). bir torbanın ağzını büzerek kapamakta kullanılan ip.

dray

(i). araba veya kızak; yanları sabit olmayan ağır yük arabası. dray horse ağır yük arabasına koşulan kuvvetli beygir.

drayage

(i). ağır yük arabasıyla taşıma; bu taşıma için alınan ücret.

dread

(f)., (i). çok korkmak, korku ve endişe duymak, korku hissetmek; hoşlanmamak, sevmemek; (i). büyük korku, dehşet, korku hissi; huşu; çekinme, hürmetten ileri gelen korku.

dreaded

(s). korku yaratan, ürkütücü, korkunç; haşmetli, heybetli.

dreadful

(s). korkunç, dehsetli, heybetli; (k.dili). iğrenç, berbat, çok kötü. dread fully (z). çok fena, dehşetle; (k.dili). çok, muthiş.

dreadnought, naught

(i). kalın yünlü palto veya kumaş; (den). eskiden kullanılan ağır toplu bir deniz zırhlısı, dretnot; gözüpek kimse.

dream

(i). rüya, duş; rüya gorme; hülya, hayal; emel, hedef, gaye, amaç; kuruntu; kdili çok guzel ve cazip kimse veya şey dreamboat i, argo cazibeli kimse veya şey. dreamland (i). rüyalar. diyan dream world hayal âlemi. dreamless (s). rüyasız (uyku). dreamlessly (z). rüya görmeden. dreamlike (s). rüya gibi, hayali.

dream

(f). (t veya ed) rüya görmek; görur gibi olmak, tahayyül etmek, hayal kurmak; hayal etmek, düşünmek tasavvur etmek. dream away one's time vaktini hayal kurarak geçirmek. dreamer (i). hayal kuran kimse, hayalperest kimse. dream up (k.dili). hayalinde yaratmak.

dreamt

(bak). dream.

dreamy

(s). rüya ile ilgili, rüya gibi; belirsiz, müphem, karanlık; dinlendirici yatıştırıcı, teskin edici; (k.dili). fevkalade mükemmel.

dreary

(s). kasvetli, sıkıcı, hazin.

dredge

(i)., (f)., (mak). tarak, tırmık, tarama aleti; (f). deniz dibini taramak, tarakla temizlemek (liman, nehir); tarama aleti kullanmak. dredger (i). tarak dubası, tarama makinası. dredging (i). tarama. dredging machine tarama aleti, ırmak vb'nin kum ve çamurunu temizlemeye yarayan makina.

dredge

(f). üzerine un serpmek.

dregs

(i). tortu, telve; çöp, süprüntü; parça, az bir miktar. drain to the dregs son damlasına kadar içmek. dregs of society ayaktakımı, döküntü. dreggy (s). tortulu, telveli.

drench

(f)., (i). ıslatmak, sırılsıklam etmek; sıvıya batırmak, banyo etmek, batırmak; (i)., (bayt). atlara zorla içirilen ilâç.

dress

(f)., (i). giydirmek; düzenlemek, tanzim etmek, süslemek; (ask). bir hizaya getirmek, sıraya sokmak; tedavi etmek (yara); taramak, şekil vermek (saç); sepilemek (deri); temizlemek (kuş, balık); işlemek, ekip biçmek (toprak); giyinmek; hizaya girmek, sıralanmak. dress a ship gemiyi bayraklarla donatmak. dress down (k.dili). azarlamak. dress out. çok süslü giydirmek. dress up giyinip süslenmek.

dress

(i). kadın elbisesi, giysi, fistan giyinme, giyim, kılık kıyafet; itinalı kıyafet. dress circle opera veya tiyatroda protokol kısmı. dress goods kadın giyimine özgü kumaş. dressmaker (i). kadın terzisi. dressmaking (i). terzilik. dress parade geçit töreni. dress rehearsal tiyatro kostümle prova. dress shield subra. dress uniform (ask). merasim üniforması, büyük üniforma. evening dress gece elbisesi. full dress (frak). morning dress kadın ev elbisesi; redingot.

dresser

(i). şifoniyer; içine porselen veya gümüş takımlar konulan büfe; mutfak dolabı veya rafı.

dresser

(i). giydiren kimse, birinin giyinmesine yardımcı olan kimse; iyi giyinen kimse.

dressing

(i). giydirme, giyme, giyinme; pansuman, sargı; tavuk dolması içi; salça, mayonez, terbiye; gübre; down ile, (A.B.D). (k).dili azarlama. dressing case tuvalet çantası. dressing gown sabahlık. dressing room giyinme odası, gardırop. dressing table tuvalet masası.

dressy

(s)., (k).dili giyimine çok itina eden, şık; gösterişli giyinen.

drew

(bak). draw.

dribble

(f)., (i). damla damla akıtmak damlatmak; spor bazı oyunlarda topu zıplatarak ileri götürmek; damlamak; salyası akmak; (i). damla damla akan şey, damla; az miktarda olan herhangi bir şey, nebze.

dribblet

(i). az bir miktar, ufak parça, nebze; damla, damlacık.

dried

(bak). dry.

drier

(s)., (i). daha kuru; (i). kurutan kimse kurutucu şey; çabuk kuruması için boyaya katılan madde.

drift

(i). rüzgâr veya akıntının etkisiyle sürüklenme, çekilme; rüzgârın yığdığı kar; amaç, hedef, eğilim, temayül; sürüklenme, gayesiz olarak dolaşma; (jeol). birikinti, moren; (den). geminin akıntı veya rüzgâr ile sürüklenmesi, sürükleniş uzaklığı; (hav). rotadan ayrılma; (mad). kanal, geçit. drift anchor (den). açık deniz çapası. drift ice yüzer buz, aysberk. drift mining tüneller açmak suretiyle altın madeni arama. driftwood (i). nehir veya denizin sürüklediği veya karaya attığı odun ve kereste parçaları.

drift

(f). sürüklenmek, akıntıya kapılmak; yığılmak, toplanmak birikmek; tıkanmak; sürüklemek; yığmak, biriktirmek; gayesizce dolaşmak, olayların akışında sürüklenmek. driftage (i). sürüklenme, sürükleyiş; sürüklenen veya sürüklenmiş şey. drifter (i). başıboş gezen kimse, serseri. The road has drifted badly. Yol karla tıkanmış.

drill

(i)., (f). matkap, delgi; matkapla delik açma usulü; istiridyeleri yok eden bir çeşit kabuklu deniz hayvanı, (zool). Urosalpinx cinerea; talim, alıştırma; (f). delmek, matkapla delmek, delik açmak; talim yaptırmak, talim yapmak; dersi birkaç kere tekrarlatarak öğretmek. drillmaster (i). talim öğretmeni. drill press (mak). dikmeli matkap makinası. drill sergeant talim çavuşu. driller (i). delen kimse veya şey; sondaj işçisi; delici; talim ettiren kimse. drilling (i). matkaplama, delme, sondaj; talim etme.

drill

(i)., (f)., (bahç). mibzer, tohum ekme makinası; tohum dizisi; tarlada dizilere ekilen tohum; (f). makine ile tohum ekmek.

drill

(i). Batı Afrika,ya özgü bir çeşit büyük maymun, (zool). Mandrillus leucophaeus.

drill, drilling

(i). dimi ve dok denilen bir çeşit pamuk veya keten bezi, diril.

drink

(f). (drank, drunk) içmek, alkollü içki içmek; yutmak, çekmek aImak kana kana içmek; şerefe kadeh kaldırmak; in ile zevk duyarak doya doya seyretmek veya dinlemek; to ile şerefine içmek. drinker (i). içki içen kimse; ayyaş veya sarhoş kimse.

drink

(i). içecek şey; içki; bir defada içilen miktar; fazla içki içme; argo büyük su kütlesi, deniz, okyanus. a drink of water bir bardak su. hard drinks sert içki, sarhoş edici içki. soft drinks meşrubat, alkolsüz içki. strong drinks, kuvvetli içki, sert içki. stand drinks herkese içki ikram etmek.

drinkable

(s). içilebilir, içilmesi mümkün.

drinking

(i) içki içme alışkanlığı, içki iptilâsı. drinking bout içki âlemi. drinking cup kadeh. drinking fountain bardaksız içilen içme suyunu yukarı doğru fışkırtan bir çeşit musluk. drinking horn boynuzdan yapılmış kadeh. drinking song içki içilirken söylenen şarkı. drinking water içme suyu.

drip

(f). (ped veya pt, ping) damlatmak; damlamak, damla damla akmak. drip with blood kanı akmak. dripping wet sırsıklam.

drip

(i). damlama, damlayış; (mim). damlalık, saçak; taşan bir sıvıyı toplayan kap; argo tatsız kimse, geçinilmez adam. dripdry (f). (çamaşırı) sıkmadan askıya asarak kurutmak. drip moulding (mim). damlalık, saçak. drip pan damlayan su veya yağı toplamaya mahsus kap. drippy (s). damlayan; çok ıslak yağmurlu; (A.B.D)., argo tiksinti uyandıran. dripstone (i)., (mim). taş damlalık; stalaktit (sarkıt) ve stalagmit (dikit) şeklinde kalsiyum karbonat.

dripping

(i). damlama, damlayan şey. drippings (i). kızartılan etten damlayan yağ ve su.

drive

(f). (drove, driven) sürmek; araba kullanmak; araba ile götürmek; gütmek; kaçırmak, kovmak; tazyik etmek, sıkmak, mecbur etmek, zorlamak; fazla çalıştırmak; şiddetle tahrik etmek; acele ettirmek; sürüklenmek; hızlı gitmek; (topa) hızlı vurmak; araba ile gitmek: at ile atılmak, meramı olmak, demek istemek, kastetmek, gayret etmek. drive a bargain pazarlığı kendi lehine kabul ettirmek. drive away kovmak, defetmek; araba ile gitmek veya götürmek. drive back geri dönmek; araba ile geri gitmek veya götürmek. drive by araba ile geçmek. drivein (s)., (i). müşterilerine araba içinde servis yapan (banka, sinema, lokanta); (i). seyircilerin otomobilleri içinde oturarak seyrettikleri açık hava sineması. drive mad çıldırtmak. drive out kovmak, defetmek.

drive

(i). sürme, sürüş; araba gezintisi; araba yolu; hücum etme; (psik). itki; hayvanları toplayıp gütme; kuvvet nakli, işletme tarzı; hamle; enerji, kuvvet, gayret; (mak). döndürme mekanizması. drive shaft (mak). işletme (hareket) mili, çevirme mili. driveway (i). bilhassa garaj ile cadde arasındaki özel yol. belt drive (mak). kayışla döndürme kayışla işletme. friction drive (mak). sürtünme ile işletme, sürtünme mekanizması. a drive for funds para toplamak için açılan kampanya.

drivel

(f). (ed veya led, ing veya ling) (i). ağzından salyası akmak; salya gibi akmak; budalaca söz söylemek; ağzından akıtmak; saçmalamak; (i). salya akışı; saçma sapan söz.

driven

(bak). drive.

driver

(i). sürücü, arabacı, hayvan güden kimse, şoför, (ing). makinist; (mak). işletme (hareket) kasnağı.

driving

(i)., (s). sürme, sürüş, araba gezintisi; (s). enerjik, canlı, tuttuğunu koparan; şiddetli, sert; hareket ettiren, çeviren, işleten. driving rain şiddetli yağmur. driving wheel (mak). işletme dişlisi.

drizzle

(f)., (i). ince ince yağmak, çiselemek, serpiştirmek (yağmur); (i). ince ince yağan yağmur; çiseleme. drizzly (s). çiseleyen.

droll

(s). (i). tuhaf, gülünç; (i). tuhaf kimse; maskara, soytarı. drollness (i). tuhaflık, gülünç oluş, acayiplik. drolly (z). gülünç ve tuhaf bir şekilde.

drollery

(i). mizah, şaka, tuhaflık; gülünç bir şekilde davranma veya konuşma.

dromedary

(i). hecin, tek hörgüçlü binek devesi, (zool). Camelus dromedarius.

drone

(i)., (f). bal yapmayan iğnesiz bir cins erkek arı; radyo ile kontrol edilen ve içinde kimse olmayan uçak veya gemi; asalak, başkalarının sırtından geçinen kişi; (müz). telli ve nefesli çalgıların pes tonu; monoton ses, vızıltı; monoton bir ses tonuyla konuşan kimse; (f). vızıltı halinde konuşmak veya ses çıkarmak; vızıldamak, monoton bir ses tonuyla konuşmak. droningly (z). vızıltı gibi aynı perdeden ses çıkararak.

drool

(f). ağzı sulanmak, ağzının suyu akmak; aşırı memnuniyet belirtmek; saçmalamak, saçma sapan konuşmak.

droop

(f)., (i). sarkmak bükülmek, tepesi veya yaprakları solup eğilmek (bitki, çiçek); halsiz olmak, kuvvetten düşmek, canlılığını kaybetmek; cesareti kırılmak, ümitsizliğe düşmek; sarkıtmak, düşürmek, asmak; (i). sarkma, bükülme, eğilme. drooping (s). sarkık; halsiz, dermansız. droopy (s). takatsiz; kederli, ümitsiz.

drop

(i). damla, katre; az miktarda herhangi bir şey, bir yudum içki; (ecza). damla; damlaya benzeyen herhangi bir şey damla şeklinde küpe; akide şekeri; pastil; düşme sukut; asma tiyatro perdesi, pano; düşüş uzaklığı; sarp yamaç; (ask). paraşütle atlama, paraşütle bir defada atlayan asker sayısı. dropforge (f). şahmerdan ile kalıpta basmak. drop hammer (mak). şahmerdan. drop kick futbol top düşüp yere dokunduktan sonra yapılan vuruş. dropleaf table açılır kapanır kanatları olan masa. droplight (i). alçaltılıp yükseltilebilen asılı lamba. dropout (i)., (A.B.D)., Kanada devam mecburiyeti bittikten sonra okuldan ayrılan öğrenci. dropoff (i). azalma, eksilme; dik iniş. a drop in a bucket devede kulak. He's had a drop too much. içkiyi fazla kaçırmış. at the drop of a hat işaret verilince, hemen, istekle. get veya have the drop on atik davranarak birinden evvel silâh çekmek; üstünlük kazanmak, daha iyi şartlar altında bulunmak. droplet (i). damlacık.

drop

(f). (ped veya -t, ping) damlatmak; elinden bırakıp düşürmek; serpmek; yol vermek, salıvermek, bırakmak; yazıda, örgüde satır veya ilmik atlamak; indirmek, geride bırakmak; damlamak; düşmek, birdenbire inmek; düşüp ölmek, ölü gibi düşmek; argo kumarda para kaybetmek; (hayvan) doğurmak. drop astern geri kalmak. drop a brick argo pot kırmak. drop a hint bile bile ağzından kaçırmak, imada bulunmak, dokundurmak, isteyerek söylemek. drop a line iki satır yazıvermek, pusula göndermek; piyeste söyleyeceğini unutmak. drop a remark kasten söylemek, farkında değilmiş gibi söylemek. drop asleep uyuyakalmak. drop behind geri kalmak. drop down düşmek, yıkılmak; akıntı ile gitmek. drop in uğramak. drop off düşmek, azalmak (sayıca), eksilmek; uykuya dalmak. drop on one's knees diz çökmek. drop one's h's ''h harfini söylememek. drop out ayrılmak (üyelikten), çıkmak; okula devam etmemek. dropper (i). damlalık.

dropping

(i). damlama, düşme; (çoğ).. damlayan şeyler (mum, yağ), birikinti, sızıntı; (çoğ). gübre.

dropsy

(i). sıskalık, bedenin her hangi bir yerinde fazla sulu madde birikmesi. dropsical (s). su toplanması ile ilgili, su toplanmasına elverişli. dropsied (s). vücudunda fazla su toplanmış olan.

droshky

(i). (çoğ. kies) dört tekerlekli bir Rus arabası, droşki.

dross

(i)., (s). maden cürufu, maden posası; süprüntü, artık, değersiz şeyler; (s). cüruflu; değersiz.

drought

(i). kuraklık, susuzluk; kıtlık, eksiklik. droughty (s). kurak, susuz; kıt.

drove

(i). sürü, küme; enli keski, enli taş kalemi.

drove

(bak). drive.

drover

(i). davar tüccarı, celep.

drown

(f). suda boğulmak; suda boğmak; su altında bırakmak, batırmak; bastırmak (keder, üzüntü); out ile gürültü ederek bir sesin işitilmesine engel olmak. drowned in sleep ağır uykuya dalmış. drowned in tears iki gözü iki çeşme.

drowse

(f)., (i). uyuklamak, ayakta uyumak, pineklemek; uyku vermek; pinekleyerek vakit öldürmek; (i). uyuklama, yarı uykulu yarı uyanık olma hali.

drowsy

(s). uykulu, ağırlık basmış ağır, uyuşuk; uyku veren; sersem. drowsily (z). uyuşuklukla, uyur gezer bir halde. drowsiness (i). uykulu olma, uyuşukluk.

drub

(f). (bed, bing) sopayla dövmek, dayak atmak; üstesinden gelmek. drubbing (i). dayak, kötek.

drudge

(i)., (f). köle gibi çalıştırılan kimse; (f). ağır ve tatsız bir iş yapmak.

drudgery

(i). ağır ve sıkıcı iş.

drug

(i)., (f). (ged, ging) ilâç, ecza; esrar, uyuşturucu madde, narkotik ilâç; alışkanlık meydana getiren kimyasal madde; (f). ilâçla uyuşturmak, ilâç vermek, zararlı ilâç vermek, yemek veya içki içine uyuşturucu veya zehirli ilâç katmak. drug addict uyuşturucu maddelere düşkün kimse, esrarkeş. drug habit uyuşturucu madde kullanma alışkanlığı. drug onthe market piyasada ihtiyaçtan fazla bulunan mal. drugstore (i). eczane; (A.B.D). ilâç, yiyecek, içecek, kozmetik 'gibi maddelerin satıldığı mağaza.

drugget

(i). bir çeşit kaba Hint keçesi.

druggist

(i). eczacı.

drum

(i). davul, trampet, dümbelek, darbuka; davul sesi veya ona benzer ses; (anat). timpan boşluğu, davul boşluğu (orta kulağın bir parçası); (mim). alın; (mak). gömlek, silindir. drumbeat (i). davul sesi. drumhead (i). davul derisi. drumhead court-martial (ask). savaş veya barışta acele ile toplanan harp divanı. drum major mızıka şefi. drum stickk (i). davul çomağı veya tokmağı; pişmiş tavuk butunun alt kemiği. bass drum (müz). büyük davul.

drum

(f). (med, ming) davul çalmak; sert bir yüzeye ritmik bir şekilde parmaklarla vurmak; davul sesi çıkarmak; davulla tempo tutmak; davul sesi ile bir araya toplamak, çağırmak; devamlı tekrar ederek aklına sokmak; kanat veya ayaklarıyla davul sesi çıkarmak (kuş veya böcek). drum out of yuhalayarak kovmak. drum up trade dolaşıp sipariş almak.

drumfish

(i)., (zool). Sciaenidae familyasından davul sesi çıkaran bir çeşit balık.

drumlin

(i)., (jeol) buzul birikintilerinden meydana gelmiş dar uzun yığın.

drummer

(i).davulcu, trampetçi; ABD gezgin satıcı.

drunk

bak drink: (s)., (i). sarhoş içkili, mest; (i). sarhoş adam; sarhoşluk; içki âlemi.drunk as a fiddler veya lord çok saıhoş, fitil gibi, slang küfelik drunk with success basarı sevinciyle kendinden geçmiş. blind drunk körkütük sarhoş.dead drunk fitil gibi, çok sarhoş. half drunk yarısı içilmiş; yarı sarhoş. (The man is drunk fakat ,'a drunken man', değil.).

drunkard

(i). ayyaş kimse.

drunken

(s).sarhoş, sarhoşlukla ilgili, sarhoşluk esnasında olan. drunkenly (z). sarhoşlukla. drunkenness (i). sarhoşluk. drunkom'eter (i). kandaki alkol miktarını nefesten ölçen alet.

drupe

(i). erik ve şeftali gibi tek çekirdekli ve etli meyve. drupelet (i). böğürtlen gibi bileşik meyvalardaki ufak tanelerin her biri.

druse, druze

(i). Dürzi.

dry

(s). kuru, yağmursuz, kurak, susuz; susamış; kurumuş, suyu çekilmiş; süt vermez, sütü kesilmiş; sert, keskin; yavan, tatsız; sert, sek (içki); pirinç ve makarna gibi kuru (yiyecek); sıkıcı; (A.B.D.)., (k.dili). içki yasağı uygulanan dryasdust (s). sıkıcı. dry cell kuru pil.dry cleaning kuru temizleme.dry cough kuru öksürük.dry dock gemilerin bakım ve onarımlarının yapıldığı suyu boşaltılabilen havuz. dryeyed (s). ağlamayan, göz yaşı dökmeyen. dry farming kuru tarım usulü. dry goods manifatura, mensucat. dry humor ince ve düşündürücü bir mizah tarzı. dry ice donmuş karbondioksit. dry kiln kereste kurutucu fırın. dry land kurak bölge. dry measure kuru şeylere mahsus hacim ölçü birimleri. dry nurse dadı .dry point asitsiz kullanılan hakkâk kalemi. dry rot kerestenin içindeki toz gibi çürüklük; meyvadaki çürük veya bu çürüğü meydana getiren mantarımsı şeyler; (mec). ahlâki çöküntü. dry run deneme koşusu. dryshod (z). ayaklar ıslanmadan. dry town (A.B.D.). (k.dili). içki yasağı uygulanan şehir. dry wall harçsız taş duvar. dry wit ince nükte, farkında değilmiş gibi söylenen nükteli söz. The cow is dry. ineğin sütü kesilmiş. a dry speech yavan söz, tatsız konuşma. dry years verimsiz yıllar.dryly (z). kuru bir şekilde; inceden inceye alay ederek. dryness (i). kuru oluş; duygu veya hayal gücü eksikliği.

dry

(f). (ied) kurutmak; sütünü kesmek; kurumak; suyu veya sütü kesilmek. dry up bütün bütün kurumak veya kurutmak: (A.B.D).(argo).susmak, çenesini tutmak.

dryad

(i). (mit). orman perisi.

dryer

(i). kurutma makinası.

dual

(s). (i). ikili, çifte, çift iki kat; (i), gram ikili adlandırma. dual con trol hav çift kumanda. Dual Monarchy eski Avusturya Macaristan imparatorluğu. dual ownership bir mülkün iki sahibi olması. dualpurpose (s). çift görevi veya kullanılışı olan. dual'ity (i). ikilik du'ally (z). çift olarak.

dualism

(i). ikilik; (fels.) düalizm, evrenin zihin ve madde olarak iki prensipten meydana geldiği görüşü. dualist (i). ikilik prensibi taraftarı. dualis'tic (s). ikilik prensibine ait .

dub

(f). (bed, bing) şövalyelik unvanı verilirken kılıçla omuza hafifçe dokunmak, şövalyelik unvanı vermek bir kimseye yeni bir unvan veya isim vermek, adlandırmak, çağırmak; vurmak, düzeltmek (kereste, deri).

dub

(f). (bed, bing) dublaj yapmak, filmi çekiminden sonra seslendirmek.

dubiety

(i). şüpheli olma; şüpheli bir şey.

dubious

(s). şüpheli; belirsiz müphem; kararsız; güvenilmez; sonucu şüpheli .dubious battle sonucu şüpheli savaş. dubious transaction şüpheli pazarlık. dubiously (z). şüpheyle. dubiousness (i). şüphe, belirsizlik.

dubitation

(i). şüphe, tereddüt. dubitative (s). şüpheli, ,şüphe veya kararsızlık belirten .

dublin

(i). irlanda'nın başkenti Dublin şehri .

ducal

(s). dük unvanına sahip kimseyle ilgili.

ducat

(i). eski Avrupa'ya bilhassa Venedik'e mahsus birkaç çeşit altın para, duka altını; (çoğ.) argo para .

duce

(i)., (it). Lider, komutan, diktatör.

duchess

(i). düşes, dükün karısı .

duchy

(i). dukalık .

duck

(i). ördek dişi ördek; Anatidea familyasından ördek; (ing.), (k.dili) sevgili yavru; sakat kimse veya şey, kolay ele geçirilebilen hedef; (A.B.D.), (ask). hem karada hem suda işleyebilen kamyon. duck and drake (veya) ducks and drakes suda taş kaydırma oyunu . duckboard (i). ıslak veya çamurlu yolda yürümek için döşenmiş bir iki sıra tahta. duck on the rock kaydırak oyunu. fine day for ducks yağmurlu hava. Iame duck (A.B.D.) yeni devre için seçilmemiş fakat kısa bir müddet için daha çalışan senato veya kongre üyesi. Iameduck (s). seçimden sonra eski üyelerin toplantısına ait. Iike water off a duck's back tesirsiz, etkisiz, sonuç vermeyen, faydasız .make ducks and drakes of (veya) play ducks and drakes with hesapsız para harcamak, har vurup harman savurmak. pintail duck kılkuyruk, (zool.) Anas acuta. shoveler duck kaşıkçın, (zool.) Spatula clypeata. take to it like a duck to water seve seve bir işe girişmek, kolay alışmak. duckling (i). ördek yavrusu, ördek palazı duck soup kolay iş.

duck

(f)., (i). başını veya vücudunu suya sokup çıkarmak, suya daldırmak; başını çabucak eğip kaldırmak; bir darbeden sakınmak; dalmak, batmak, başını eğmek, eğilmek; bir vuruştan kaçmak için süratle yana çekilmek; (i).eğilme, başını eğme; birden dalış, batış. ducking stool eski zamanlarda ceza olarak üzerine suçluların bağlanıp suya batırıldığı sandalye.

duck

(i). dok denilen bez, branda bezi.

duckbill

(i). vücudu kunduza benzeyen, ördek gibi gagası olan ve ayakları perdeli Avustralya'ya mahsus bir hayvan,(zool.) Ornithorhynchus anatinus.

duckweed

(i). su mercimeği, (bot.) Lemna minör.

ducky

(s)., (argo) mükemmel, fevkalade; sevgili, aziz.

duct

(i)., (anat.) özellikle guddelerden sıvı maddeleri nakleden kanal, bezlerin salgısını akıtan kanal; tüp, mecra, kanal; (bot.) damar. ductless (s). mecrasız, kanalsız. ductless gland tıb salgısını doğrudan kana veren iç salgı bezi .

ductile

(s). haddeden çekilebilir, dövülünce uzayabilir; şekil verilebilir, yumuşak, plastik. ductileness, ductil'ity (i). haddeden çekilebilme özelliği, kolayca şekil alabilme kabiliyeti .

dud

(i)., (ask.) patlamayan mermi veya bomba; (k.dili) başarıya ulaşamayan kimse, başarısız iş .duds (i)., (k.dili) elbise, giyim eşyası; şahsi eşya.

dude

(i). züppe adam, giyimine aşırı düşkün erkek; (k.dili) tatilini taşralıların yanında geçiren şehirli.

dudgeon

(i).öfke, hiddet, suçluluk veya pişmanlık duygusu. in high dudgeon çok öfkeli, tepesi atmış.

due

(s)., (z). ödenmesi gerekli olan, vadesi dolmuş vakti gelmiş, yerine getirilmesi gereken; uygun, münasip, lâyık; yeterli; -den dolayı, sebebiyle; gelmesi icap eden; (z). tam, doğru. due care gerekli olan itina. due course of time zamanı gelince, vakti saati gelince. due east tam doğuya doğru . He is due in at noon Öğleyin varacak. Öğleyin gelmesi lâzım. due process (huk.) bir davanın yürürlükte olan kanun ve kurallar gereğince ele alınması.

due

(i). bir kimsenin hakkı; alacak, matlup. give a person his due bir kimseye hakkını vermek; iyi tarafını görmek .

duel

(i)., (f). (led, ling) duello; (f). düello etmek duel(l)er, duel(l)ist (i). düello edenlerden biri.

duenna

(i). ispanya ve Portekiz'de genç bir kıza refakat eden yaşlı kadın; mürebbiye, dadı .

dues

(i). aidat, üyelik aidatı .

duet

(i)., (müz.) : duet ,duetto.

duff

(i). bir çeşit muhallebi.

duffel , fle

(i). kalın havlı ve kaba bir cins yünlü kumaş; spor veya kamp araç ve gereçleri, spor yapılırken giyilen kıyafet . duffel bag içinde spor malzemesi veya elbisesi taşınan torba .

duffer

(i)., (ing.), (k.dili) ahmak ve beceriksiz kimse, sıkıcı ve kararsız ihtiyar adam; seyyar satıcı, hileli kumaş vb satıcısı; (argo) her türlü hile taklit.

dug

(i). meme, hayvan memesi .

dug

(bak.) dig .

dugong

(i). Kızıl deniz ve Hint Okyanusu sularında yaşayan ve bitkiyle beslenen bir çeşit memeli hayvan, dugung ,dugon .

dugout

(i). içi oyulmuş kütükten yapılan kayık; yeraltı sığınağı; beysbol üzerinde oyuncuların oturduğu ustu kapalı sıra veya yer.

duke

(i). dük dukedom (i). dukalık.

dukes

(i)., (argo) yumruklar.

dulcet

(s). kulağa hoş gelen, ahenkli; tatlı, hoş, latif.

dulcify

(f). zevk vermek, hoşa gitmek; yatıştırmak, dindirmek; tatlılaştırmak.

dulcimer

(i). santur, kanuna benzer bir çeşit çalgı .

dull

(s)., (f). ağır, kafası işlemez, kalın kafalı, gabi; alık, anlayışsız; duygusuz, hissiz, vurdumduymaz; kesat, durgun; sıkıcı, kasvetli; kor, kesmez; donuk, sönük, canlı ve parlak olmayan (renk); (f). körletmek, körlenmek; donuklaştırmak; donuklaşmak; sersemletmek . dullard (i). ahmak kimse. dullish (s). donuk; ahmak. dullness (i). sıkıntı, kasvet; körlük, kesmezlik. dully (z). ahmakça; sönük bir şekilde.

dulse

(i). yenebilen bir çeşit kırmızımsı kahverengi deniz yosunu, (bot.) Rhodymenia palmata.

duly

(z). uygun olarak, usulen, hakkıyla, lâyıkıyle; tam zamanında; yeteri kadar.

duma

(i). Çarlık devrinde Rus parlamentosu; Rus milli meclisi.

dumb

(s). dilsiz; dili tutulmuş sessiz konuşmayan; konuşmadan yapılan, pandomim şeklinde, mimikle ifade edilen; (A.B.D.), (k.dili) sersem kafasız, budala. dumbbell (i). jimnastik güllesi, halter; (A.B.D.) (argo) aptal kimse.dumb piano egzersiz için kullanılan ve ses vermeyen tuş dizisi .dumb show pantomim. dumbwaiter (i). yemek asansörü; (ing.) portatif servis masası. strike dumb hayretten dondurmak. be struck dumb dili tutulmak, donakalmak .durrbly (z). konuşmadan; ahmakça .dumbness (i). dilsizlik; dili tutulma.

dumdum, dumdum bullet

(i). dumdum kurşunu, vücutta tehlikeli yaralar açan tüfek mermisi.

dumfound

(f). hayretler içinde bırakmak, şaşırtmak.

dummy

(i).,(s). kukla, manken; taklit, suret; dilsiz, az konuşan kimse; (argo) budala kimse; (matb.) mizanpaj; (iskambil) ölü el; sözde kendisi hakikatte başkası hesabına hareket eden kimse; (s). dilsiz, dili tutulmuş, sessiz; sahte, yapma, taklit. dummy barge yükleme ve boşaltmada kullanılan dört köşe duba, şat.

dump

(f)., (i). boşaltmak, atmak; (tic.) damping yapmak, fiyatları düşürmek, toptan ucuz fiyata vermek; düşmek; (i). çöp yığını, çöplük, mezbele;(A.B.D.), (argo) köhne ve kötü şöhretli ev veya otel; komputer makinadaki bütün bilginin makinadan boşalıp kâğıda basılması. ammunition dump (ask.) cephede geçici cephane. dumpcarti kum v.b.'ni taşıyıp boşaltmaya mahsus araba. dump truck damperli kamyon. dumping (i).,(tic.) damping, tenzilât, fiyat indirme, ucuzluk.

dump

(i). İngiltere'de bazı çocuk oyunlarında kullanılan kalın maden parçası; Avustralya'ya mahsus ufak para; gemi inşasında kullanılan bir çeşit cıvata; bir çeşit şekerleme.

dumpling

(i). bir çeşit meyvalı hamur tatlısı; kaynar çorba içinde pişen küçük hamur parçası; (k.dili) kısa boylu ve tombul kimse.

dumps

(i). hüzün, neşesizlik, keder; kuruntu, evham. down in the dumps melankolik bir halde. dumpish, dumpy (s). melankolik, hüzünlü, kuruntulu.

dumpy

(s). bodur, tıknaz; asık suratlı .

dun

(i)., (f). (ned, ning) sıkıştıran alacaklı; alacaklının parasını istemesi, alacak talebi; (f). alacağını istemek, borçluyu sıkıştırmak.

dun

(s).,(i).esmer, kul rengine çalan kahve rengi, boz sıçan tüyü renkli; (i). boz renk; boz at. dun diver ördek.

dunce

(i). ahmak veya kalın kafalı kimse. dunce cap eski devirlerde okulda tembel öğrencilerin ceza olarak başlarına giydikleri kâğıt külâh.

dunderhead,dunderpate

(i). ahmak veya kalın kafalı kimse.

dune

(i). rüzgârın yığdığı kum tepeciği .

dung

(i)., (f). pislik, hayvan tersi, gübre; (f). gübrelemek. dung beetle zool Scara baeidae familyasından bokböceği, pabuç tartan böceği .dung fork gübre çatalı .dung heap, dunghill (i). gübre yığını, fışkılık.

dungaree

(i). Hindistan'a mahsus bir çeşit kaba pamuklu kumaş; (çoğ.) bu kumaştan yapılmış işçi tulumu.

dungeon

(i) zindan.

dunk

(f). bir sıvıya batırmak; kurabiyeyi kahve veya çaya batırarak yemek.

dunlin

(i). sırtı kırmızı bir çeşit kum çulluğu, (zool.) Erolia alpina.

dunnage

(i)., (den.) ambardaki eşya ıslanmasın diye altına ve yanına konulan saman ve tahtalar; tayfaların özel eşyası .

duo

(i)., önek, (müz.) duet, duetto; çift, eş; (önek) iki.

duodecimal

(s)., (i). on iki veya on ikinciye ait, on ikişer on ikişer; (i). on ikide bir kısım; (çoğ.), (mat.) on iki üzerine kurulan rakam sayma usulü.

duodecimo

(i). bir kitap boyu, yaklaşık olarak 13 x 20 cm.

duodenum

(i)., (anat.) duodenum, onikiparmak bağırsağı.

duologue

(i). iki kişi ile oynanan piyes; diyalog.

dupe

(i)., (f). kolaylıkla aldatılabilen kimse; (f). aldatmak, (slang) işletmek, gırgır geçmek. dupery (i). aldatma, işletme; işleme, aldanma .

duple

(s). çift.

duplex

(s). çift; (mak.) aynı zamanda veya aynı şekilde işler iki kısmı olan; bitişik olarak inşa edilmiş çift ev; iki katlı apartman dairesi. duplex pump çift silindirli tulumba. duplex telegraphy aynı zamanda ve aynı hat üzerinde aksi yönlerde telgraf gönderme usulü.

duplicate

(s)., (i). eş; kopya, aynı,(bir şeyin) aynı; (i). ikinci nüsha, suret.

duplicate

(f). eşini yapmak, kopyasını yapmak; suretini çıkarmak, teksir etmek; ikinci kere yapmak, tekrarlamak, çift yapmak. duplicate bridge turnuva brici. in duplicate iki nüsha halinde. duplicator (i). teksir makinası. duplica'tion (i). teksir etme, teksir, suret.

duplicity

(i). ikiyüzlülük, düzenbazlık, hile.

durability

(i). dayanıklılık, mukavemet; sürekli oluş, devam.

durable

(s). dayanıklı, mukavim, sağlam, eskimez; devamlı, sürekli. durably (z). dayanıklılıkla, mukavemetle; sürekli olarak.

duramater

(anat.) dura mater, beynin ve omuriliğin en dış zarı.

duramen

(i)., (bot.) ağaçların merkeze yakın bulunan sert odun kısmı.

durance

(i). tutukluluk, mahpusluk.

duration

(i). devam, süreklilik; süre, müddet. for the duration güç bir durumun (özellikle 2. Dünya Savaşının) sonuna kadar.

durative

(s). (gram) sürekli bir etkinlik belirten yüklemleri ifade eden (geniş zaman) .

duress

(i). zorlama, cebir, icbar, baskı, tazyik; (huk.) kişiyi istek ve düşüncelerine aykırı bir şey yapmaya veya söylemeye zorlama; (huk.) kanunen onaylama olmaksızın tutukluluk, mahpusluk. under duress baskı altında. a plea of duress (huk.) baskı altında yapıldığı iddiası ile kontratın feshi talebi.

during

edat esnasında, zarfında, müddetince, de .

durmast

(i). esnek kerestesi olan bir cins Avrupa meşesi, (bot.) Quercus petraea.

durnoose burnous

i. Arap'ların giydiği kukuleteli cüppe.

durra

(i). Afrika'ya mahsus bir çeşit darı.

durst

(eski), (bak.) dare.

durum

(i). unundan makarna yapılan bir cins buğday (bot.) Triticum durum.

dusk

(i)., (s). alacakaranlık, akşam karanlığı; (s). yarı karanlık, loş. dusky (s). oldukça karanlık; koyu esmer.

dust

(i). toz; toz halinde herhangi bir madde; çiçek tozu; toz bulutu; toprak; çöp, değersiz şey, hiç; küçültücü durum; karışıklık. dust bowl kuraklık yüzünden toz fırtınalarına maruz kalan bölge.dust cover eşyaları tozdan korumak için yapılan kılıf. dust devil bazen kurak bölgelerde görülen küçük toz fırtınası. dust jacket kitabın cildini koruyan ikinci bir kap kitap kabı. dust storm kum fırtınası, toz fırtınası. bite the dust ölmek, özellikle savaşta ölmek; yenilgiye uğramak, başaramamak. Iick the dust ölmek; küçük düşmek. shake the dust from one's feet terk edip gitmek, kararlı olarak ayrılmak. throw dust in one's eyes aldatmak, yanıltmak.

dust

(f). toz serpmek; toz almak, fırçalamak, tozunu silkmek; toz haline getirmek; tozlanmak.

dustbrush

(i). toz fırçası.

dustcloth

(i). toz bezi.

dustcollector

(i). toz yuvası, toz kapanı.

duster

(i). toz alan kimse veya şey; toz bezi; elbiseyi tozdan korumak için giyilen önlük; kadınların yazın giydiği hafif ve bol ev elbisesi; toz serpmeye mahsus araç.

dustfilter

(i). toz filtresi.

dustheap

(i). toz veya süprüntü yığını.

dustman

(i)., (ing.) çöpçü.

dustpan

(i). faraş.

dustproof

(s). toz geçirmez.

dusty

(s). tozlu; toz renkli; toz gibi. dustiness (i). tozluluk, toz.

dutch

(s)., (i). Felemenk veya Hollanda'ya ait; Felemenk'ten gelmiş veya Felemenk'te yapılmış:(i). Felemenk dili, Hollanda dili, Felemenkçe; Fe!emenk halkı; Pennsylvania'da konuşulan bir çeşit Almanca; bu dili konuşan halk. Dutch brick sert tuğla. Dutch cheese Hollanda peyniri. Dutch courage içkinin verdiği çılgınca cesaret. Dutch door ortadan enine ikiye bolunmuş ayrı ayrı kullanılabilen kapı. Dutch oven kalın ve kapalı tava, ateşin önünde et pişirmeye mahsus önü açık madeni tertibat. Dutch treat (A.B.D.), (k.dili) birkaç dost arasında tertiplenen ve herkesin kendi masrafını ödediği eğlence. get in Dutch (A.B.D.), (k.dili) başı derde girmek .go Dutch (A.B.D.), (k.dili) herkes kendi masrafını ödeyerek eğlenmek. talk like a Dutch uncle (k.dili) baba gibi sert bir şekilde azarlamak. That beats the Dutch (A.B.D.), (k.dili) Allah Allah Şaşılacak şey.

dutchman

(çoğ. men) (i). Felemenkli, Hollandalı; (den.) Hollanda gemisi . Dutchman's breeches Kuzey Amerika'ya mahsus bir çeşit gelincik çiçeği. Dutch man spipe (i). zeravende benzer bir çeşit asma, loğusaotu.

dutiable

(s). gümrüğe tabi.

dutiful

(s). görevini bilen vazifeşinas: itaatkar; hürmetkar, saygılı. dutifully (z). vazifesini bilerek; hürmetkarane. dutifulness vazifeşinaslık; hürmetkarlık.

duty

(i)., to (veya) towards (ile) vazife, görev, ödev, sorumluluk, borç; hürmet, saygı; itaat, boyun eğme; resim, vergi, gümrük resmi, iş, hizmet; (mak.) iş, kudret. duty call mecburi ziyaret. duty of water belirli bir alanı sulamak için gerekli olan su miktarı. death duty veraset vergisi .do duty for görevini yapmak, yerini almak. off duty izinli, serbest . on duty nöbetçi, vazife başında. stamp duties pul resmi .

dutyfree

(s).,(z).gümrük resminden muaf, gümrüksüz.

dwarf

(i)., (f).,(s). cüce, bodur hayvan veya fidan; (f). büyümesini önlemek, cüceleştirmek; karşılaştırma yaparak gölgede bırakmak, küçük göstermek; (s). kısa boylu, cüce olan, bodur. dwarf elder yaban mürveri,(bot.) Sambucus ebulus.

dwarfish

(s). bodurca, oldukça kısa . dwarf stinger küçük ısırgan otu, (bot.) Urtica urens.

dwell

(f). (dwelt veya dwelled, dwell ing.) oturmak, ikamet etmek, sakin olmak; hayat sürmek, yaşamakta devam etmek; on (ile) bir konu üzerinde durmak, kalmak, devam etmek. dwell in de ikamet etmek oturmak.

dweller

(i). ikamet eden veya oturan, kimse, sakin.

dwelling

(i). ev, ikametgah, mesken. dwelling house, dwelling place ev, ikametgah, mesken, konut.

dwindle

(f). yavaş yavaş azalmak veya ufalmak, küçülmek; önemini kaybetmek, zeval bulmak.

dyad

(i). iki, çift; (kim.) iki atomdan meydana gelen molekül.

dye

(i)., (f). (dyed, dyeing) boya, kumaş boyası, renk, boyayıcı madde; (f). boyamak, boyanmak. dyestuff (i). boya ilacı. dyed in the wool (s). ham madde halinde boyanmış; hakikî, öz tamamıyle. doubledyed (s). iyi boyanmış; huyları kökleşmiş, yerleşmiş inançları olan.red dye Fes boyası. dyeing (i). boyacılık (kumaş vb'ni) boyama.dyer (i). boyacı . dyer's madder boya otu, (bot.) Rubia tinctorum. dyer's rocket dyer's weed Yemen safranı, cehri, (bot.) Reseda luteola.

dying

(i).,(s).ölüm,ölme;(s).ölen,ölmekte olan dying bed ölüm döşeği .dying confession (veya) declaration ölüm döşeğinde yapılan itiraf, açıklama. dying will ölmek üzereyken ifade edilen arzu, son dilek.

dynamic

(s). tabii kuvvete ait, dinamik; mekanik gücü olan; değişme ve hareket halinde olan; kuvvetli, enerjik, faal.

dynamics

(i). dinamik bilimi; (çoğ.) hareket ettirici kuvvetler ve kanunlar; (müz.) sesin alçak veya yüksek olmasını belirten işaretler.

dynamism

(i).,(fels.) tabiat olaylarını kuvvet ve enerji terimleriyle açıklayan doktrin.

dynamite

(i)., (f). dinamit, nitrogliserinden yapılmış patlayıcı bir madde; (f). dinamitle havaya uçurmak; (kuyu açmak için) dinamitlemek .dynamiter (i). dinamitçi, dinamitle uçuran kişi.

dynamo

(i). dinamo.

dynamometer

(i). dinamometre.

dynamotor

(i)., (elek.) direkt akımın voltajını değiştiren alet.

dynast

(i). hükümdar, prens.

dynasty

(i). hükümdar sülâlesi, hanedan. dynastic (s). hanedana ait .

dynatron

(i)., (radyo). dinatron, bir çeşit üçlü valf.

dyne

(i).,(fiz.) din .

dys

önek fena, zor, sert .

dysentery

(i)., (tıb.) dizanteri, kanlı basur, kanlı ve sancılı ishal dysenter'ic (s).dizanteriye ait.

dysfunction

(i.), (tıb.) bir uzvun görevini yapmaması.

dyslogistic

(s). beğenmeyen, eleştiren, tenkit eden.

dyspepsia

(i).,(tıb.) hazımsızlık. dispepsi dyspeptic (i),(s). hazımsızlığı olan kimse; (s). hazımsızlığa ait.

dyspnea

(i), (tıb). nefes darlığı, dispne.

dystrophy

(i)., (tıb.) beslenme yetersizliği; adalenin gelişmemesi.

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL