NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

for ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: for
Bulunan Sonuç: 165

for

(kıs). foreign, forestry.

for

edat bağlaç için, -e; uğruna; şerefine; -den dolayı sebebi ile, cihetten; -e mukabil, karşı; uygun; yerine; hususunda, dair; göre; baglaç çünkü, zira. for all I know bildiğime göre. for all that herşeye rağmen. forall the world ne pahasına olursa olsun, dünyada; tıpkı, aynen. for cash peşin para ile. for good bütün bütün, temelli olarak. for life hayat boyunca. for many miles around bütün civarda. for months aylardan beri; aylarca. for my part kendi hesabıma, bana kalırsa. for my sake hatırım için. for once bir kerecik, bir defacık. for reform yenilik taraftarı, devrimci. for sale satılık. for the life of me başım hakkı için, vallahi. for the second time ikinci defa olarak. as for me bana gelince. be tried for his life idam talebiyle yargılanmak. care for bakmak, meşgul olmak; sevmek; arzu etmek. For shame ! Ne ayıp! fit for nothing hiç bir işe yaramaz, beş para etmez. go for almaya gitmek; (k).dili kabul etmek, istemek. go for a walk yürüyüşe çıkmak. Go for it! Saldır ! Davran! hard up for money para sıkıntısında. He was hanged for a pirate. Korsan diye asıldı. I for one do not believe it. Kendi hesabıma ben inanmıyorum. If it weren't for you... Siz olmasaydınız... Is he the man for the job? O bu işin adamı mı? It is for you to make the move. Bu işe siz önayak olmalısınız. işe girişmek size düşer. It's time for school. Okul zamanı geldi. Iast for many hours saatlerce sürmek. He has left for India. Hindistan'a hareket etti. Iong for hasretini çekmek, özlemek, çok istemek, canı çekmek. mistaken for him ona benzetilmiş. not long for this world ölumü yakın, (colloq). suyu kaynamış. notorious for -e adı çıkmış, ile meşhur. Now we are in for it. Çattık belâya ! Oh, for wings ! Keşke kanatlarım olsaydı! pay for ödemek. ready for dinner yemeğe hazır. shift for oneself kendini geçindinmek. So much for that. Bu hususta şimdilik bu kadar yeter. take him for a robber onu hırsız sanmak. Things look bad for you. işleriniz kötü görünüyor. a belt for ten liras on liralık kemer. time for work işe uygun zaman. use a book for a desk sıra yerine kitap kullanmak. too beautiful for words sözle tarif edilemeyecek kadar güzel. tooth for tooth dişe diş. tremble for üzerine titremek. walk for two miles iki mil yürümek. What for? Niçin? Neden? word for word harfiyen, kelimesi kelimesine.

forage

(i)., (f). hayvan yemi, ot, saman, arpa; yiyecek peşinde koşma; (f). yiyecekleri yağma etmek; yiyecek temin etmek için uğraşmak; yem veya yiyecek tedarik etmek. forage cap (Ing). bir çeşit piyade veya subay başlığı.

foramen

(i). (çoğ. ramina) (anat)., (zool). küçük delik. foramen magnum (anat). kafatası altındaki büyük delik. foramen occipitale magnum (anat). artkafa büyük deliği. foraminated (s)., (anat). ufak delikli.

foraminifer

(i)., (zool). delikliler takımından bir deniz hayvanı.

forasmuchas

madem ki.

foray

(i)., (f). çapul; akın; (f). yağma etmek, çapulculuk etmek.

forbade

(bak). forbid.

forbear

(f). (bore, borne) kaçınmak, sakınmak, çekinmek. forbearance (i). kaçınma, sakınma; sabır, tahammül, kendini tutma. forbearina (s). sabırlı tahammüllü dayanıklı.

forbid

(f). (bade, bidden, bidding) menetmek, yasaklamak, yasak etmek. God forbid ! Allah esirgesin ! forbidden (s). yasak, yasaklanmış. Forbidden City Tibet deki Lhasa şehri; Pekin'deki eski yasak bölge. forbidden degrees nikâh düşmeyen akrabalık dereceleri. forbidden fruit ahlâkdışı zevk.

forbidding

(s). sert, haşin, ürkütücü nahoş.

forbore

(bak). forbear.

force

(i). güç, kuvvet, kudret; zor, cebir şiddet, baskı, tazyik; hüküm, tesir; (fiz). güç, kuvvet. force feed (mak). tazyikli yağlama, force majeure karşı konulmaz kuvvet, fors majör. force pump (mak). alavereli tulumba, baskılı tulumba. force of circumstamces durum gereği. air force hava kuvvetleri. by force of etkisiyle. by (main) force zorla, cebren. in force büyük kuvvetlerle, bütün kuvvetiyle; tedavülde, muteber, geçerli; yü rürlükte. Iand forces kara kuvvetleri. naval forces deniz kuvvetleri.

force

(f). zorlamak, icbar etmek, mecbur etmek; tazyik etmek, sıkıstırmak; zorla almak; ırzına geçmek; (bahç). suni usullerle turfanda meyva, sebze ve çiçek yetiştirmek. force a smile zorla gülümsemek. force ones hand acele karar vermeye zorlamak. force one's way zorla yol katetmek. force the door kapıyı zorlamak. force the game fazla sayı kazanmak için oyunu tehlikeye sokmak. force the pace sürati artırmak, işi veya gidişi hızlandırmak. forced draft ateşe tazyikle verilen hava; aşırı çalışmaya zorlama. forced labor zorla çalıştırma, angarya; angaryaya zorlanan işçiler. forced landing (hav). mecburi iniş. forced loan (tic). mecburi borçlanma. forced march (ask). zoraki yürüyüş'. forced sale mecburi satış. forcing pit (bahç). bitkileri çabuk yetiştirmek için ısı verici maddeleri havi çukur.

forcefeed

(f). zorla yedirmek.

forceful

(s). kuvvetli, şiddetli, güçlü; etkili, tesirli. forcefully (z). kuvvetle, şiddetle, zorla. forcefulness (i). kuvvet, şiddet, güç; etkili oluş.

forcemeat

(i). baharatlı kıyma.

forceps

(i)., (tıb). pens forseps.

forcible

(s). zora dayanan: mecburi; canlı; etkili, tesirli, ikna edici. forcibleness (i). mecburi oluş; etkili oluş; canlılık. forcibly (z). zorla, mecburi olarak; etkili olarak.

ford

(i)., (f). ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer; (f). sığ yerden yürüyerek geçmek. fordable (s). yürüyerek geçilebilir.

fore

(s)., (i). ön taraftaki, öndeki; ilk; daha evvelki; (i). ön; önde olan şey; (den). baş taraf, pruva. come to the fore başa geçmek, öne geçmek. the fore part ön taraf, baş taraf.

fore

(z)., ünlem ön tarafta, baş tarafta önde; ünlem Dikkat ! (golf oyununda önde bulunanlara tehlikeyi ihtar için bağırma). fore and aft (den). bas ve kıç istikametinde (gemi).

fore

önek önde veya önceden.

forearm

(i)., (anat). önkol,kolun dirsekle bilek arasındaki kısmı.

forearm

(f). önceden silâhlandırmak.

forebear

(i)., (gen). (çoğ). ata cet.

forebode

(f). önceden haber vermek; (özellikle uğursuz bir şeyi) önceden hissetmek. foreboding (i). kötü bir şeyin vuku bulacağını önceden hissetme, önsezi.

forecast

(i). tahmin, hava tahmini.

forecast

(f). (cast veya casted) önceden tahmin etmek; belirtisi olmak: tasarlamak.

forecastle

(i)., (den). baş kasarası.

foreclose

(f). (huk). parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden almak; imkânsızlaştırmak, engellemek; önceden halletmek.

foreclosure

(i)., (huk). ipotekli malı sahibinin kaybetmesi, hakkın düşmesi.

forecourt

(i). ön avlu ön bahçe.

foredeck

(i)., (den). güvertenin ön tarafı, bilhassa palavranın ön tarafı.

foredoom

(f). önceden mahkum etmek.

forefather

(i). ata, cet.

forefinger

(i). işaret parmağı.

forefoot

(i). ön ayak.

forefront

(i). en öndeki yer, ön taraf, ön sıra.

foregather

(bak). forgather.

forego

(bak). forgo.

forego

(f). (went, gone) önce gitmek.

foregone

(s). önceden gitmiş, geçmiş; bitmiş. foregone conclusion kaçınılmaz sonuç, mukadder olan şey.

foreground

(i). ön plan. in the foreground ön planda, ön tarafta, göze çarpacak yerde.

forehand

(i)., (s)., tenis sağ vuruş, forhend; atın boynu ve omuzları; menfaatli mevki; (s). sağ vuruşla yapılan; önderlik eden; önceden yapılan.

forehanded

(s)., (A.B.D). ihtiyatlı, tedbirli.

forehead

(i). alın; herhangi bir şeyin ön tarafı veya cephesi.

foreign

(s). yabancı, ecnebi; harici, dış; ilgisi olmayan. foreign accent yabancı aksanı. foreign affairs dışışleri. foreign-born (s). ikamet ettiği memleketten başka bir memlekette doğmuş. foreign exchange döviz; döviz alım satımı. foreign minister dış işleri bakanı. foreign office dışişleri bakanlığı. foreign to one's nature kendi tabiatına aykırı. foreign trade dış ticaret. foreigner (i). yabancı, ecnebi. foreignness (i).ecnebilik, yabancılık; uygunsuzluk, münasebetsizlik.

forejudge

(bak). forjudge.

forejudge

(f). önceden hüküm vermek.

foreknow

(f). (knew, known) önceden bilmek. foreknow'ledge (i). önceden bilme, önceden alınan haber.

foreland

(i). burun, çıkıntı; bir şeyin önündeki arazi parçası.

foreleg

(i). (hayvanlarda) ön ayak.

forelock

(i). alın üzerine sarkan saç demeti perçem; (mak). başlık çivisi, kilit pini. take time by the forelock fırsatı yakalamak, fırsatı kaçırmamak.

foreman

(i). ustabaşı, baş kalfa; reis, başkan, özellikle jüri başkanı.

foremast

(i)., (den). baş direği, pruva direği.

foremost

(s)., (z). başta gelen, en öndeki; (z). başta. first and foremost en başta, evvelâ. head foremost başı önde; çekinmeden.

forename

(i). birinci isim, küçük isim, şahıs ismi, vaftiz ismi. forenamed (s). yukarıda ismi geçen, mezkur.

forenoon

(i). öğleden evvel, sabah.

forensic

(s). mahkeme veya munazaraya ait, munazara kabilinden. forensic medicine adli tıp.

foreordain

(f). evvelden takdir etmek, önceden tayin ve tertip etmek. foreordination (i). kader, takdir, kısmet.

forepart

(i). ön taraf, ilk kısım.

forequarters

(i)., (kasap). ön ayak ve yanındaki kısımlar.

forerun

(f). (ran, run) önden koşmak, koşup geçmek, önünden gitmek; müjdelemek. forerunner (i). selef; cet, ata; müjdeci, haberci.

foresail

(i)., (den). trinketa yelkeni.

foresee

(f). (saw seen) önceden görmek ileriyi görmek, önceden bilmek.

foreshadow

(f). önceden ima etmek, (colloq). dokundurmak.

foresheet

(i)., (den). trinketa yelkeninin bir kısmı; (çoğ). kayığın ön tarafı.

foreshore

(i). inme sırasında suların çekildiği kıyı.

foreshorten

(f). (güz. san). resimde yandan görülen bir şeyin boyunu kısa göstermek.

foreshow

(f). (showed, shown) önceden göstermek, önceden söylemek.

foresight

(i). ihtiyat, tedbir, önceden görme, basiret.

foreskin

(i)., (anat). sünnet derisi, gulfe.

forest

(i)., (f). orman; (f). ağaç dikip orman haline getirmek, ağaçlandırmak.

forestay

(i)., (den). pruva ana istralyası.

forester

(i). ormancı; siyah bir cins pervane, (zool). Ageristus; bir çeşit büyük kanguru, (zool). Macropus giganteus.

forestry

(i). ormancılık; orman, ormanlık.

foretaste

(i). önceden alınan tat; önceden tadına varma.

foretell

(f). (told telling) önceden haber vermek; kehanette bulunmak.

forethought

(i). ihtiyat, tedbir; basiret; evvelden düşünme.

foretime

(i). geçmiş zaman.

foretoken

(i)., (f). ihtar, bir şeyin olacağına dair belirti; (f). evvelden uyarmak, ikaz etmek.

foretop

(i). (den). pruva çanaklığı.

foretopgallantsail

pruva babafingo yelkeni.

foretopmast

(i). pruva gabya çubuğu.

foretopsail

(i). pruva gabya yelkeni.

forever

(z)., (ing). for ever ebediyen daima: mütemadiyen, durmadan. forevermore (z). ebediyen, ilelebet.

forewarn

(f). önceden ikaz etmek, uyarmak.

forewoman

(i). başkalfa kadın: jurinin kadın başkanı.

foreword

(i). önsöz mukaddeme.

foreyard

(i)., (den). trinketa.

forfeit

(i). (s). (f). ceza olarak bir şeyin veya hakkın kaybedilmesi; (s). ceza olarak kaybedilmiş; (f). ceza olarak kaybetmek. forfeitable (s). ceza olarak kaybedilebilir.

forfeiture

(i). ceza olarak kaybetme.

forficate

(s)., (zool). uzun çatallı (kuş kuyruğu).

forgather

(f). toplanmak, içtima etmek, bir araya gelmek; rastlamak, tesadüfen görmek; ahbap olmak, sohbet etmek.

forgave

(bak). forgive.

forge

(f). ağır ve devamlı ilerlemek. forge ahead yarışta başa geçmek; ilerlemek.

forge

(i)., (f). demirci ocağı, demirhane, demir imalâthanesi; (f). demiri ocakta kızdrıp işlemek, dövmek; sahtesini yapmak.

forger

(i). sahte imza atan kimse, sahtekârlık eden kimse; demirci, demir döven kimse.

forgery

(i). sahte şey; sahte imza; sahtekârlık sahte imza atma.

forget

(f). (got, gotten, getting) unutmak, hatırından çıkarmak, hatırlayamamak; ihmal etmek. forget oneself diğerkâmlık etmek, kendini düşünmemek; kendini unutmak, kendinden geçmek; düşünceye dalmak. forget about a thing bir şeyi büsbütün unutmak. forgettable (s). unutulabilir.

forgetful

(s). unutkan, ihmalci; savsak, dikkatsiz. forgetfully (z). unutkanlıkla. forgetfulness (i). unutkanlık, ihmal.

forgetmenot

(i). unutmabeni, (bot). Myosotis palustris.

forgive

(f). (gave, given) affetmek, bağışlamak. forgivable (s). affedilebilir. forgiveness (i). af, bağışlama, bağışlanma, mağfiret. forgiving (s). affeden, merhametli. forgivingly (z). affederek, merhametle. forgivingness (i). affetme hasleti, bağışlama.

forgo

(f). (went, gone) vaz geçmek, sarfınazar etmek.

forjudge

(f)., (huk). mahkeme kararıyla elinden almak; mahkeme solonundan çıkarmak.

fork

(i)., (f). çatal; (bahç). bel; yol veya nehrin çatallaşan yer veya kolu; (f). çatallaşmak; ayrılmak; yerden bitmek (mısır); çatal şekli vermek, çatallaştırmak; ayrılmak; çatalla kaldırmak; savurmak; (bahç). bellemek. fork lift (mak). çatallı kaldırıcı. fork out, fork over, fork up argo teslim etmek, tediye etmek, (para) vermek, ödemek. forktailed (s). çatal kuyruklu. tuning fork diyapazon.

forked

(s). çatal şeklinde, çatallı, kollara ayrılmış. forked lightning zikzaklı şimşek.

forlorn

(s). ümitsiz, meyus; terkedilmiş, metruk, sahipsiz, kimsesiz, ıssız. forlorn hope boş ümit; ümitsiz bir teşebbüs; fedailer takımı. forlornly (z). ümitsizce.

form

(i). şekil, biçim, suret; beden, vücut, kalıp, cisim; cins, sınıf; tarz, usul, teamül; spor form; fiş, müracaat fişi; gelenek, etiket, hal; üslup; (matb). forma; (ing). (okullarda) sınıf: first form orta bir. bad form (ing). etikete aykırı davranış, uygunsuz tavır. form leeter basılmış hazır mektup. for forms sake adet yerini bulsun diye. in due form usul dairesinde. in good form iyi halde, keyfi yerinde. out of form pek iyi halde olmayan, keyifsiz; biçimsiz; spor formunda olmayan.

form

(f). biçimlendirmek, şekil vermek; teşkil etmek, yapmak; düzenlemek, tertip etmek; edinmek, geliştirmek; kurmak; şekil almak; hasıl olmak, gelmek, çıkmak, zuhur etmek. form an opinion fikir edinmek.

formal

(s)., (i). resmi, usule uygun; biçimsel, şekli; (i). tuvalet, gece elbisesi. formal analogy (man). biçimsel karşılaştırma. formal call resmi ziyaret. formal garden geometrik şekillere göre düzenlenmiş şişek bahçesi. formal logic (man). yapısal mantık; genel mantık. formally (z). resmi olarak, usulen, resmen.

formaldehyde

(i)., (kim). formaldehit, formol.

formalism

(i). biçimselcilik, şekilcilik, dış görünüşe ve davranışlara önem verme.

formalist

(i). biçimci kimse; resmiyet taraftarı.

formality

(i). resmi olma, resmiyet; biçimcilik; formalite, usul, âdet.

formalize

(f). resmileştirmek; şekil vermek; resmi olmak, teklifli olmak.

format

(i)., (matb). kitabın genel düzeni; (program) genel biçim.

formation

(i). şekil verme, düzenleme; tertip; oluş, teşekkül, formasyon; (ask). birlik; (ask). düzen; (jeol). oluşum.

formative

(s)., (i). şekil veren, şekil verebilen, teşkil etmeye yarayan; (biyol). büyüyebilir, gelişme eğilimi olan; (i)., gram ek, takı; ekli sözcük.

former

(i). biçimlendirici şey veya kimse.

former

(s). evvelki, önceki; öncel, eski, geçmiş, sabık; ilk bahsedilen: Of the two choices I prefer the former. iki şıktan birincisini tercih ederim. former times geçmiş zaman, eski günler.

formic

(s)., (kim). karıncalarda bulunan bir aside ait; karıncalara ait. formic acid karınca asidi.

formication

(i)., (tıb). karıncalanma.

formidable

(s). korkulur, korkunç, dehşetli, müthiş, heybetli; pek zor. formidabil'ity (i). korkunçluk; güçlük. for'midably (z). korkulacak surette, dehşet verici bir şekilde.

formless

(s). şekilsiz, biçimsiz.

formosa

(i). Formoza, Tayvan'ın eski ismi.

formula

(çoğ. -lae, -las) (i). usul, kaide; reçete, tertip; (mat)., (kim). formül.

formulary

(i). formüler; (ecza). kodeks.

formulate

(f). formül halinde ifade etmek; kesin ve açık olarak belirtmek. formula'tion (i). formül şeklinde ifade etme, formül haline koyma.

formulism

(i). formüllere bağlılık; formüller sistemi.

fornicate

(f), evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina etmek. fornication (i). evli olmayan kimseler arasındaki cinsel ilişki. fornicator (i). zina eden kimse, evli olmadığı bir kimse ile cinsel ilişkide bulunan kimse.

forsake

(f). (sook, saken) vaz geçmek; yüzüstü bırakmak, terketmek.

forsooth

(z)., alay gerçekten, hakikaten.

forspent

(z)., eski bitkin, bezgin, yorgun.

forstall

(f). erken davranıp önlemek, önüne geçmek; daha evvel davranmak; fiyatı yükseltmek için önceden satın almak veya istif etmek, kapatmak (mal).

forswear

(f). (swore, sworn) bırakmak için yemin etmek; yeminle inkâr etmek, yeminle reddetmek; bırakmak. forswear oneself yalan yere yemin etmek. foresworn (s). yalan yere yemin etmiş.

forsythia

(i). hor çiçeği.

fort

(i). kale, hisar; istihkâm. hold the fort savunmak, müdafaa etmek; işi devam ettirmek, yürütmek.

fortalice

(i)., (ask). küçük istihkâm.

forte

(i). bir kimsenin asıl hüneri ve başlıca sıfatı.

forte

(z)., (s)., (müz). kuvvetle, çok sesle; (s). kuvvetli.

forth

(z). ileri, dışarı, dışarıya doğru. and so forth ve saire, ve başkaları. back and forth ileri geri. bring forth doğurmak; meydana getirmek, hasıl etmek, çıkarmak. from this time forth bundan böyle, bundan sonra.

forthcoming

(s)., (i). yakında çıkacak, gelecek; hazır, mevcut; (i). geliş, varış.

forthright

(s)., (z). doğru, açık; içten, samimi; (z). doğru; hemen, derhal.

forthwith

(z). hemen, derhal.

fortieth

(s)., (i). kırkıncı; (i). kırkta bir.

fortification

(i). istihkam; kuvvetlendirme, tahkim etme; istihkam yapma.

fortify

(f). istihkam haline getirmek; takviye etmek, kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak, teyit etmek; alkol ilave ederek kuvvetlendirmek.

fortissimo

(s). (z)., (müz). çok kuvvetli; (z). kuvvetli sesle.

fortitude

(i). metanet sebat, tahammül. fortitudinous (s). metanetli, cesur, tahammüllü, dayanıklı.

fortnight

(i). iki hafta, on beş gün.

fortnightly

(s)., (z). on beş günde bir, iki haftada bir.

fortress

(i). istihkâm kale, hisar.

fortuitism

(i)., (fels). evrimin doğal kanunların rastlantılı sonucu olduğuna inanış.

fortuitous

(s). bir rastlantı sonucu vaki olan, tesadüfi. fortuitously (z). tesadüfen, kazara. fortuitousness, fortuity (i). tesadüf, rastlantı.

fortuna

(i). eski Romada talih tanrıçası.

fortunate

(s). talihli, bahtiyar, mesut. fortunately (z). iyi ki çok şükür, Allahtan, bereket versin.

fortune

(i). talih, baht; rastlantı, tesadüf; uğur; şans; kader, kaza, kısmet; servet, çok para. fortune hunter bilhassa evlenme yolu ile zengin olmak isteyen kimse, servet avcısı. fortuneteller (i). falcı. fortunetelling (i). falcılık. make a fortune zengin olmak, servet yapmak. soldier of fortune kiralık asker. tell one's fortune bir kimsenin falına bakmak. try one's fortune şansını denemek.

forty

(s)., (i). kırk (40, XL). forty acres 16 hektar. forty winks kısa süren uyku, şekerleme, kestirme. the roaring forties (coğr). 40° ile 49 arasındaki kuzey ve güney enlem dereceleri içinde kalan fırtınalı denizler.

fortyniner

(i). 1849da Kaliforniyaya altın aramak için giden kimse.

forum

(i). eski Romada pazar yeri veya meydan; forum; mahkeme.

forward

(f). ilerletmek, çabuk yetiştirmek, ilerlemesine yardımcı olmak; göndermek, yeni adrese göndermek, sevketmek. forwarder (i). sevkeden firma, malı sevkıyat acentesine götüren kimse. forwarding agent sevkıyat acentesi; ambar. forwarding address yeni adres.

forward

(s)., (i). ileride olan, öndeki, ön; ileri, ilerlemiş; küstah, cüretkâr; aşırı, müfrit; radikal; (i)., futbol ön sırada yer alan oyuncu, forvet. forward buying ileride teslim edilmek üzere satın alma. forward pass (A.B.D). futbol ileri doğru verilen pas. forwardly (z). peşinen, önceden; istekle, şevkle; kustahça. forwardness (i). cüret, küstahlık.

forwards

(z). ileri doğru, ileri, doğru. backwards and forwards ileri geri. bring forward göz önüne koymak, dikkati çekmek; nakliyekun yapmak. put forward ileri sürmek. put ones best foot forward en iyi şekilde etkilemeye çalışmak.

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL