NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

fl ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: fl
Bulunan Sonuç: 228

fl

(kıs). florin, flourished, flower, fluid.

fl oz

(kıs). fluid ounce.

flabbergast

(f)., (k).dili şaşırtmak, hayrete düşürmek.

flabby

(s). sarkık, yumuşak, gevşek; zayıf, iradesiz.

flabellate , flabelliform

(s)., (bot)., (zool). yelpaze şeklinde.

flaccid

(s). kıvamını kaybedip yumuşamış, gevşemiş, gevşek. flaccid'ity (i). gevşeklik, kıvamsızlık.

flag

(i)., (f). (ged, ging) büyük ve yassı kaldırım taşı; (f). bu taşlarla döşemek. flagstone (i). iri ve yassı kaldırım taşı.

flag

(f). (ged, ging) gevşemek; yorulmaya başlamak, kuvveti kesilmek, neşesi kaçmak.

flag

(i)., (f). (ged, ging) bayrak, sancak, bandıra, flama; köpek veya geyik kuyruğu; (müz). çengel; (f). bayrak çekmek, bayraklarla donatmak; bayrakla işaret vermek; bir şey sallayarak avını tuzağa düşürmek. flag down a train durması için trene bayrakla işaret vermek. flag captain amiral gemisi suvarisi. flag of truce mütareke flaması. flag officer (den). sancak sahibi, amiral veya komodor. flagship (i). amiral gemisi. flagstaff (i). gönder, bayrak direği. flag station, flag stop yalnız işaret verildiği zaman trenlerin durduğu istasyon. dip the flag sancakla selâmlamak. hang the flag at half mast bayrağı yarıya indirmek. haul down the flag bayrak indirmek; teslim olmak. hoist a flag bayrak veya sancak çekmek. strike the flag teslim olmak üzere bayrağı aşağı indirmek. the white flag beyaz bayrak, mütareke flaması. wave a red flag kızdırmak, tahrik etmek (boğa güreşinde olduğu gibi).

flag

(i). zambak, süsen, saz, (bot). Iris pseudacorus; zambak yaprağı. sweet flag eğir, (bot). Acorus calamus.

flagellant

(s)., (i). döven, kırbaçlayan; (i). özellikle kendisini kırbaçlayan veya kırbaçlatmaktan hoşlanan kimse.

flagellate

(f). kırbaçlamak, dövmek. flagella'tion (i). kırbaçlama, dövme, dayak atma; dövünme.

flagellum

(i). (çoğ. -lums, la) (biyol). kamçı şeklinde parça; kamçı, kırbaç.

flageolet

(i)., (müz). en yüksek sesli flüt.

flagging

(i). iri ve yassı taşlarla döşenmiş kaldırım veya sokak; iri ve yassı kaldırım taşları.

flagging

(s). gevşek, zayıf, cansız.

flagitious

(s).habis, çok çirkin, alçakça; ağır suç kabilinden. flagitiously (z). habis bir şekilde, ağır suç teşkil edecek şekilde.

flagon

(i). bir çeşit kapaklı sürahi, büyük şişe.

flagrant

(s). pek çirkin, rezalet nevinden; göze batan, bariz (kötülük, ahlaksızIık). flagrancy (i). kabahatin aşikarlığı ve büyüklüğü. flagrantly (z). aleni ve çirkin bir şekilde, bile bile, alçakça.

flagrantedelicto

(Lat). cürmümeşhut halinde, suçüstü.

flail

(i). harman döveni; ortaçağda kullanılan buna benzer silâh.

flair

(i). yetenek, kabiliyet, Allah vergisi; anlayış, seziş, hissediş; (k).dili gösterişli uslup.

flak

(i)., (ask). uçaksavar ateşi; argo itiraz, karşı çıkma, karsı koyma; şikâyet.

flake

(i). balık kurutmaya mahsus ızgara; (den). gemi tamir edilirken işçilerin üzerinde çalıştıkları asma iskele.

flake

(i)., (f). ufak kar tanesi; ince tabaka, ince parça; pul; (f)., away veya off ile tabaka tabaka soymak veya soyulmak; out ile yorgunluktan çöküp kalmak. flaky (s). Iapa lapa; kuşbaşı kar taneleri halinde. flakiness (i). Iapa lapa oluş, ince tabakalar halinde bulunma.

flam

(i)., (k).dili yalan, hile.

flambeau

(i)., (Fr). meşale, fener; süslü şamdan.

flamboyant

(s). parlak, aşırı derecede süslü, şaşaalı, göz alıcı, rengârenk; (mim). alev gibi dalgalı kıvrıntılarla süslü. flamboyancy (i). aşırı derecede parlaklık, süs, saşaa.

flame

(i). alev, yalaz, ateş; hiddet, şiddet; aşk, aşk ateşi; (k).dili sevgili. flame-colored (s). ateş rengi. flameproof (s). ateş almaz, yanmaz, ateş geçmez. flame test (kim). alev testi. flame thrower (ask). yanar benzin saçan bir silâh. flametree (i). alev ağacı, alpa gülü. an old flame eski sevgili. burst into flame tutuşmak, alev almak. fan the flames ateşi yelpazelemek, alevlendirmek, kışkırtmak. in flames alevler içinde, yanmakta.

flame

(f). alevlenmek, alev çıkarmak, alev alev yanmak; (mec). alevlenmek, yanmak, tutuşmak; öfkelenmek; parlamak, alev gibi kızarmak. flame up alevlenmek, tutuşmak.

flamen

(i). Eski Roma'da kâhin.

flamenco

(i). ispanyol çingenelerine ait bir dans ve şarkı cinsi.

flamingo

(i). (çoğ. -gos, goes) (zool). flamingo.

flammable

(s). yanar, yanabilir, kolaylıkla yanar.

flan

(i). börek, tart; sikke yapılması için boş metal.

flanerie

(i)., (Fr). tembellik, gevşeklik, ağırlık.

flange

(i). kenar, yaka, kulak, flanş; flanş yapmakta kullanılan döküm aleti.

flank

(i)., (f). böğür; yan taraf; (ask)., (den). cenah, kanat; tabya koltuğu; (f). cenahını muhafaza veya takviye etmek, cenaha hücum etmek, cenahı tehdit etmek, cenahtan geçmek; yan tarafında olmak. flank attack (ask). kanat taarruzu, cenah taarruzu, kuşatıcı taarruz, çevirme hareketi. flank march (ask). yan yürüyüş, kanat taarruzu yapmak maksadıyla düşman kuvvetlerine paralel yürüyüş. flank movement yan yürüyüş, çevirme hareketi. turn the flank of yandan çevirme hareketiyle (duşman) cenahı geri çevirmeye mecbur etmek.

flannel

(i)., (f). (ed, Ied; ing,ling) fanila, pazen; (çoğ). fanila, iç çamaşırı; faniladan yapılmış spor pantolon; (f). fanila giydirmek, fanila ile oğmak. flanneled (s). fanila kaplı. flannelette' (i). hafif fanila, fanilaya benzer pamuklu kumaş, pazen.

flap

(i)., (f). (ped, ping) aşağı sarkan kanat veya kapak; (tıb). sarkan et parçası; sarkan bir şeyin çarpması veya çarpma sesi; (k).dili fazla heyecan; heyecan verici durum; (f). sarkan bir şey ile vurmak, kuş kanadı gibi vurmak, çırpmak; birden atmak, çevirmek, katlamak; sarkık kapak veya örtü koymak: çarpmak, vurmak. flapjack (i). tavada pişerken silkerek çevrilen bir çeşit börek.

flapdoodle

(i)., argo saçmalık, boş laf.

flapper

(i). 1920-1930 senelerinde son moda giyinen kız; çarpan şey; keklik palazı.

flare

(f)., (i). birden alevlendirmek veya alevlenmek; çan şeklinde yaymak veya yayılmak; meşalelerle işaret vermek; (i). göz kamaştırıcı ışık, işaret fişeği; yayılma veya yayılan şey; gösteriş. flareback (i). topun kuyruk kamasından çıkan alev. flare light ateşle işaretleşmede alev çıkaran araç. flare out birden alevlenmek veya öfkelenmek, parlamak. flare chute (hav). aydınlatma fişeği. flare up birden alevlenmek veya öfkelenmek, parlamak. flareup (i). ani öfke, parlama, hiddet. flaring (s). alevle parlayan; gösterişli; dışa dönük.

flash

(i). parıltı, ani alev, şule; işaret olarak yanıp sönen ışık; an; birden gelen su akıntısı; kaba gösteriş; cama renk vermek için maden tuzu ile kaplama; bülten. flashback (i). geriye dönme. flashboard (i). suyun yüksekliğini artırmak için barajın üstüne takılan tahta, savak taşırma kapağı. flash bulb (foto). flaş. flash flood seylâp. flashlight (i). el feneri. flash point (fiz). ısınan bir sıvıdan çıkan gazların yanma harareti. flash torch tiyatroda şimşek çakması hissini uyandıran tertibat. flash in the pan gösterişli bir şekilde başlayıp neticesiz kalan hamle veya insan. a flash of lightning şimşek, yıldırım. in a flash ansızın, şimşek gibi, birdenbire. news flash (A.B.D). radyo veya telgrafla gelen acele ve kısa haber.

flash

(s)., (ing). hırsız veya serserilere ait; gösterişli fakat sahte; kaba bir şekilde gösterişli. flash language hırsız argosu.

flash

(f). birden alevlenmek, şimşek gibi çakmak veya parlamak; birden parlamak; birden akla gelmek; cam bir mamule ikinci bir renkte ince cam tabakası ilâve etmek; telgraf veya radyo ile acele haber ulaştırmak; (k).dili birdenbire göstermek; yağmurdan korumak için damın üstüne ve altına saç kaplamak. It flashed upon me. Birden aklıma geldi.

flashing

(i). parlayan şey veya kimse; suni seylâp yapma; yağmurdan korumak için saç kaplama.

flashy

(s). parıltılı, alevli, gösterişli, frapan, göze çarpan. flashily (z). gösterişli bir şekilde, göze çarpacak surette.

flask

(i). içine barut veya yağ konan şişe şeklindeki kap, barutluk; termos; küçük ve yassı şişe, cebe konan içki şisesi, matara: dökümcülükte kullanılan kalıp.

flasket

(i). uzun ve yassı sepet; ufak içki şişesi.

flat

(f). (ted, ting) yassılamak, düzeltmek; tadını kaçırmak, neşesini bozmak; yassılmak, düşmek; neşesiz olmak; (müz). yarım ton indirmek; belirli perdeden aşagı söylemek veya çalmak.

flat

(s). (ter, test) (z). düz, müstevi, yassı: yüzüstü, sırtüstü; yıkık, harap; kati, kesin; mat, donuk, tatsız, yavan; durgun (ticaret); (müz). bemol; (z). açıkça; doğrudan doğruya; tam; (müz). asıl notadan daha aşağı ve yanlış olarak. flat against the wall duvara yapışık. flatboat, flatbottom (i)., (den). düz karinalı gemi. flat broke (h).dili meteliğe kurşun atar durumda, beş parasız. flatcar (i)., (A.B.D). açık yük vagonu. flat denial kesin bir şekilde ret, kati surette inkâr. flatfish (i). kalkan gibi yan yüzen balık. flatfooted (s). düztaban; (A.B.D)., (h).dili azimli. flathead (s)., (i). yassı kafalı; (i)., (b.h). Amerika'da eski bir yerli kabilenin ferdi. flatiron (i). ütü. flat race düz yerde yarış. flat rate tek fiyat. flat tire patlamış lastik. flattop (i)., (A.B.D). uçak gemisi. flatwork (i). masa örtüsü gibi kolay ütülenir düz parçalar. fall flat büyük bir başarısızlığa uğramak. I'll tell you flat. Sana asıkça söyleyeceğim. The market is flat. Piyasa durgun. in ten seconds flat tam on saniyede. That's flat. Açık ve kesindir. Şüphe götürmez. flatly (z). açıkca, peşin olarak. flatness (i). düzlük, yassılık; tatsızlık, yavanlık.

flat

(i). apartman dairesi.

flat

(i). düz ve basık arazi; sığlık, kumsal; geniş ve düz olan şey, demiryolu arabası; düz sal; kılıcın yassı yüzü; kenarları alçak tepsi; madenin yassı damarı; tiyatro sahne dekoru için kullanılan kumaş gerili çerçeve; (müz). bemol.

flatten

(f). yassılatmak; yere sermek; neşesini kaçırmak; matlaştırmak, donuklaştırmak; yassılaşmak, dümdüz olmak; tatsızlaşmak, neşesiz olmak. flatten out düzeltmek, açmak; (hav). dalıştan sonra uçağı yerle paralel duruma getirmek.

flatter

(f)., slang yaltaklanmak, yağ çekmek; dalkavukluk etmek; gururunu okşamak, ümit vermek, methetmek, övmek, göklere çıkarmak. flatter oneself sanmak, zannetmek, ümit etmek. flatterer (i). dalkavuk, slang yağcı. flatteringly (z). methederek, göklere çıkararak. flattery (i). dalkavukluk, methiye.

flattish

(s). oldukça yassı ve düz; tatsız.

flatulent

(s). midede gaz hasıl eden, bu gaza ait; yalnız gösterişten ibaret; şiskin. flatulence, cy (i). gazlı veya yelli olma. flatulently (z). gösteriş yaparak.

flatus

(i). (çoğ. -tuses, tus) mide veya karındaki gaz.

flatware

(i). düz tabaklar; çatal bıçak takımı.

flatways

(z). yassılamasına, düz, düzlemesine.

flatworm

(i). at solucanı, (zool). Ascaris megalocephala.

flaunt

(f)., (i). gösteriş yapmak, kibirlenmek; (i). gösteriş flauntingly (z). gösteriş yaparak, kibirle.

flautist

(i)., (müz). flütçü, flavtacı.

flavescent

(s). sararmış, sarımtırak.

flavin

(i)., (biyol). hayvan ve bitkilerde bulunan çeşitli sarı boyalardan her biri.

flavor

(i)., (f). Iezzet, tat, çeşni; tat veren şey; lezzetli şey; koku, rayiha; (f). tat veya lezzet vermek. flavoring (i). tat veren şey. flavorless (s). tatsız, lezzetsiz. flavorsome, flavorful, flavory (s). Iezzetli.

flaw

(i)., (f). yarık, çatlak, çatlaklık, rahne; sakat, kusur, defo; ayıp; (f). çatlatmak, sakatlamak; sakat olmak, defolu olmak; çatlamak. flawless (s). kusursuz. flawy (s). kusurlu. flawlessness (i). kusursuzluk.

flaw

(i). birdenbire çıkan geçici ruzgâr, bora; rüzgârın yönünün değişmesi. flawy (s). rüzgârlı.

flax

(i). keten; ketene benzer bir çeşit bitki. flaxseed (i). keten tohumu. flaxen (s). keten, ketenden: sarı, lepiska. flaxy (s). ketene benzer.

flay

(f). derisini yüzmek, soymak; fena halde azarlamak, haşlamak; zorla veya hile yaparak parasını almak.

flbche

(i)., (mim). sivri kilise kulesi; (ask). ok tabya.

flea

(i). pire, (zool). Pulex irritans. fleabite (i). pire ısırması, pire yeniği, hafif ağrı. fleabitten (s). pire ısırmış; (k).dili köhne; çok ufak doru veya kula benekli beyaz (at). fleabane, fleawort (i). pire otu, boğa yaprağı, karnı yarık, (bot). Plantago psyllium. put a flea in one's ear dostça uyarmak, ihtar etmek, kulağını bükmek.

fleam

(i). neşter.

fleck

(i)., (f). nokta, benek, leke; çok ufak parça; (f). lekelemek, beneklemek.

flection

(bak). flexion.

fled

(bak). flee.

fledge

(f). tüyleri çıkıncaya kadar beslemek; tüylendirmek; uçmak için tüy çıkarmak, tüylenmek.

fledgling

(i). tüyleri henüz bitmiş yavru kuş; acemi çaylak, bir işe yeni başlayan kimse.

flee

(f). (fled, fled, fleeing) kaçmak,firar etmek, slang tüymek; gelip geçmek, güzden kaybolmak; bırakmak, terketmek.

fleece

(i)., (f). koyun postu; bir koyunun bütün yapağısı; yün gibi yumuşak örtü; muflon; (f). koyunu kırkmak; (bir kimseyi) soymak, yolmak; yünle kaplamak, yün gibi kaplamak. fleecelined (s). içi muflonlu. fleecy (s). yün veya yapağı gibi (bulut); yünden; yünle kaplı.

fleer

(f)., (i). alay etmek, terbiyesizce gülmek, eğlenmek; (i). istihza, eğlenme, alay.

fleet

(i). donanma, filo. fleet of trucks bir firmanın bütün kamyonları.

fleet

(s). çevik, çabuk, çabuk geçen.

fleet

(f). çabuk geçmek; (den). gitmek, seyretmek, hareket etmek. fleeting (s). çabuk geçen, ömürsüz, fani. fleetingly (z). çabuk geçerek, fani olarak.

fleming

(i). Flaman. Flemish (s)., (i). Flamanların oturduğu bölgeye ait; (i). Flaman dili.

flense, flench, flinch

(f). balina derisini yüzmek veya yağını çıkarmak, ayıbalığının derisini yüzmek.

flesh

(i). et; kasaplık et; tavuk veya balık eti; beden, cisim, ten, vücut; beşer tabiatı, insaniyet; ten rengi; sişmanlık; nesil, soy, ırk; insan oğlu; canlı yaratıklar; meyvanın etli kısmı. flesh and blood nesil, kan, akraba; beşer tabiatı. flesh color ten rengi. flesh fly yumurtalarını etin üstüne bırakan karasinek. fleshpots (i). zevk; zevki tatmin için gidilen eğlence yerleri. flesh wound hafif yara. all flesh bütün canlı yaratıklar, beşeriyet. in the flesh kendisi, yaşayan, canlı. It makes my flesh creep. Tüylerimi ürpertiyor. fleshiness (i). şişmanlık, semizlik, etlilik. fleshless (s). etsiz. fleshly (s). bedene ait; etli, etten ibaret, şişman; dünyevi. fleshy (s). ete ait, ete benzer; şişman, etli, toplu.

flesh

(f). et yedirmek, etle beslemek; kan dökmek; hırsını tahrik etmek; etle kaplamak; eti sıyırmak (deriden). flesh out dolgun olmak; şişmanlatmak; ayrıntılarıyla anlatmak.

fleshings

(i). ten rengi dar pantolon; deriden sıyrılarak alınmış ve tutkal için kullanılan et parçaları.

fletch

(f). okun üzerine tüy koymak.

fleurdelis

(i). (çoğ. fleurs-de-lis) süsen çiçeği, susam; eski Fransız armasındaki zambak şekli.

flew

(f)., (bak). fIy.

flews

(i)., (çoğ). bazı köpeklerin aşağı sarkan üst dudağı.

flex

(f). bükmek, eğmek, kasılmak (kas).

flexible , flexile

(s). bükülebilir, eğrilebilir, esnek; uysal, yumuşak başlı, mülayim; uyabilir, kalıba girer. flexibil'ity (i). eğilme kabiliyeti, esneklik; uysallık. flexibly (z). bükülme suretiyle; uysallıkla.

flexion

(i). bükülme, esneme, çevrilme, eğilme; bükülebilen yer, dirsek.

flexor

(i)., (anat). bükülme hareketini yaptıran kas, fleksör kas.

flexuous

(s). eğri, eğri büğrü, bükümlü, kıvrımlı. flexuosity (i). eğrilik, kıvrımlılık büküntü.

flexure

(i). eğrilik, bükülme, dirsek, katlanma; kuş kanadının son mafsalı.

flibbertigibbet

(i). hoppa ve geveze kimse, dedikoducu kimse.

flic

(i)., (ing)., argo polis.

flick

(i)., (f). hafif vuruş; fiske; leke, çizgi; (f). hafifçe vurmak, fiske vurmak; atıvermek. flicks (i)., argo sinema.

flicker

(i)., (f). titrek ve parlak ışık; geçici belirti; (f). çırpınmak; titrek yanmak. flickeringly (z). titreşerek, pırıldayarak.

flicker

(i)., (zool). Amerika'ya mahsus kanatlarının altı sarı renkli bir çeşit ağaçkakan.

flier, flyer

(i). uçan şey veya kimse; pilot; (A.B.D). el ilânı; (A.B.D)., (k).dili hem kazancı hem zararı büyük olabilen bir yatırım; uzun atlama.

flight

(i)., (f). uçuş, uçma; seyir, yol alma, hareket; göç, hicret; bir kat merdiven; bir uçuşta katedilen mesafe, menzil; firar, kaçış; birkaç uçaktan ibaret hava filosu: (f). (kuşlar) göç etmek. flight of fancy hayal, hayal kurma. put to flight kaçmak mecburiyetinde bırakmak. take to flight kaçmak, firar etmek, slang tüymek.

flighty

(s). ne dediğini bilmez; hafifmeşrep; kararsız, dönek, maymun iştahlı; budala, kaçık. flightily (z). ne dediğini bilmeden, belirli bir fikri olmayarak: kararsızca. flight iness (i). kararsızlık, döneklik: kuş beyinlilik.

flimflam

(i)., (s)., (k).dili saçma, boş laf; hile, oyun, dolap; (s). hilekar, dalavereci üç kağıtçı.

flimsy

(s)., (i). seyrek dokunmuş ve kolayca yırtılabilen (kumaş), hafif, ince, dayanıksız; inanılması güç: (i). müsvedde kâğıdı. flimsily (z). hafifçe, dayanıksız bir şekilde. flimsiness (i). hafif ve ince oluş, dayanıksızlık.

flinch

(f)., (i). çekinmek kaçınmak; (i). çekinme, kaçınma; bir çeşit iskambil oyunu.

flinder

(i). parça kıymık.

fling

(f). (flung) atmak, fırlatmak, savurmak: silkinmek: silkmek; binicisini üstünden atmak (at): öteye beriye sallamak; yıkmak, düşürmek, devirmek; çifte atmak: atılmak; savurmak (küfür); dalmak, sıçramak. fling away dışarı atmak, dışarı fırlamak. fling off dağıtmak, yaymak; izini kaybettirmek (av); defetmek. fling out yüzüne karşı söylemek (söz); fırlatmak.

fling

(i). atma, atış; sıçrayış, fırlayış; hakaret, laf sokuşturma, iğneli söz; hareketli dans; çıIgınlık, eğlence, serbest davranış. have a fling at denemek, yapmaya çalışmak. have one's fling baskıdan kurtulup serbestçe hareket etmek, meydanı boş bulup bol bol eğlenmek.

flint

(i). çakmaktaşı; çakmaktaşı gibi sert olan herhangi bir şey. flint and steel çelik çakmak. flint glass billur, kristal. flint heartted (s). merhametsiz, taş yürekli. flintlock (i). çakmaklı tüfek. flint ware hamurunda çakmaktaşı bulunan iyi cins çanak çömlek. flinty (s). çakmaktaşı gibi çok sert.

flip

(f). (ped, ping) (i)., (s). başparmakla havaya fırlatmak (para atarak oynanan kumarda olduğu gibi); fiske vurmak; darılmak, kırılmak; (i). fiske, hafif vuruş; alkollü bir çeşit içki; (s)., (k).dili arsız, küstah. flipflop (i). bir çeşit takla.

flippant

(s). bilir bilmez söz söyleyen, düşüncesizce söylenmiş (söz). flippancy (i). küstahlık. flippantly (z). düşüncesizlikle, küstahca.

flipper

(i). kaplumbağanın yüzmek için kullandığı yassı bacak veya kanadı; palet (yüzme); argo el.

flirt

(f)., (i). flört etmek, kur yapmak; fırlatmak, hızla hareket ettirmek, iki yana sallamak (yelpaze gibi); fırlamak; (i). flört etmeye alışkın kimse: fırlama atılış, ani hareket. flirta'tion (i). flört etme, kur yapma. flirta'tious (s). işvebaz, flörtçü, slang fındıkçı.

flit

(i). flit, böcekleri öIdürücü ilâç. flitgun (i). flit makinası.

flit

(f). (ted, ting) (i). oradan oraya dolaşmak, gitmek, kuş gibi gelip geçmek; çırpınmak: (i). çırpınma, kuş gibi geçme.

flitch

(i). tuzlanmış domuz döşü; kızartılmaya elverişli balık eti; uzun yekpare kereste parçası, direk.

flitter

(f). çırpınmak.

flittermouse

(i). yarasa.

flivver

(i)., (A.B.D)., argo eski ve değersiz otomobil.

float

(i). su üstünde yüzen herhangi bir şey; sal; olta mantarı; şamandıra, duba; geçit resminde kullanılan süslü araba; (den). pervane tahtası; mala; dondurmalı gazoz; (çoğ). tiyatro sahnesinin ön kısmındaki ışıklar.

float

(f). yüzmek, batmamak, su yüzünde durmak, su yüzünde gitmek; hava akımına kapılarak sürüklenmek; hayal gibi hareket etmek, dolaşmak; yüzdürmek; su basmak; sala yüklemek; (hisse senetlerini ve tahvilleri) satışa arzetmek; yaymak, neşretmek.

floater

(i). yüzen kimse veya şey; bir işten öbür işe geçen kimse; çeşitli yerlerde kanuna aykırı olarak oy kullanan kimse.

floating

(s). yüzen; bağlı olmayan; gezici, seyyar, sabit olmayan; değişen. floating anchor (bak). sea anchor. floating bridge yüzen köprü dubalı köprü. floating capital (tic). döner sermaye. floating debt gayri muntazam borç. floating derrick (den). gezer maçuna. floating dock yüzer havuz. floating dredge dubalı tarak. floating island yüzen toprak parçası; üzerinde yer yer yumurtalı köpük olan bir çeşit krema. floating kidney (tıb). yer değiştiren böbrek. floating light fener dubası, fener gemisi, fenerli şamandıra. floating population gelip geçici ahali, gayri sabit nüfus. floating trade deniz ticareti.

floccose

(s). yün gibi, yünlü, (bot). top top yumuşak tüylü.

flocculate

(f). pamuk gibi top top olmak (bulut); topaklamak (toprak).

floccule

(i). yün yumağına benzer ufak topak.

flocculent

(s). yün gibi yünlü; pamuğu benzer ufak ufak parçaları olan; top top yünle kaplı. flocculence,-cy (i). yün gibi olma top top olma, topaklama.

flocculus

(çoğ. li) (i). yün yumağı gibi herhangi bir şey; (anat). beyinciğin bir kısmı: (astr). kalsiyum ile hidrojenden ibaret olup güneşin çevresinde bulunan ve buluta benzer şekil.

flock

(i)., (f). sürü; küme: güruh kalabalık, yığın: cemaat, grup, zümre: (f). sürü halini almak, sürü halinde gitmek, toplanmak, üşüşmek.

flock

(i). saç veya yün yumağı şiltelere doldurulan kaba pamuk veya paçavra, kıtık; duvar kağıdına kumaş görünüşü kazandırmakta kullanılan ince ince kesilmiş kumaş veya yün parçaları: (kim)., (çoğ). pamuğa benzer ufak parçalar. flock bed kıtık şilte. flocky (s). yünlü, top top yün gibi, topak halinde.

floe

(i). denizde yüzen üstü düz buz kitlesi, buz sahrası.

flog

(f). (ged, ging) dövmek dayak atmak kamçılamak. flogging (i). dayak kötek, kamçı ile dövme.

flood

(i)., (f). sel, taşkın tufan, seylap: met, kabarma; su, deniz, derya, nehir: bolluk: (f). üstüne sel gibi su salıvermek, sel basmak, istilâ etmek: sel gibi akmak, taşmak coşmak; (tıb). (rahim) fazla kanamak. flood control su baskınını önleme. floodgate (i). set kapak. floodlight (i). projektör. floodlighting (i). projektörle aydınlatma. flood of light bol ışık, bol ziya. flood plain (coğr). taşkın ovası. flood of tears sel gibi akan göz yaşı. flood tide met, kabarma. the Flood Nuh tufanı. flooded with letters mektup yağmuruna tutulmuş.

floor

(i)., (f). taş veya tahta döşeme, yer, zemin; dip; kat; yasama meclisi salonunun üyelere ayrılmış kısmı; mecliste söz söyleme hakkı; taban ücret, asgari ücret veya fiyat; (f). taş veya tahta döşemek, kaplamak: vurup yere yıkmak; (k).dili şaşırtmak, ağzını kapatmak; (k).dili yenmek. floorcloth (i). döşemelik muşamba; tahta bezi. floor lamp ayaklı abajur. floor plan (mim). kat planı. floor show varyete, atraksiyon, eğlence programı. floorwalker (i)., (A.B.D). büyük mağazalarda işi idare eden ve müşterilere yardımcı olmak üzere dolaşan adam. ground floor zemin kat. in on the ground floor başlangıçta işe giren. have the floor mecliste söz söyleme hakkı olmak, kürsüye çıkmak. take the floor mecliste söz almak. completely floored tamamen saşırmış. floorer (i). döşemeci. flooring (i). döşemelik.

floozy

(i)., (A.B.D)., argo hafifmeşrep kadın.

flop

düşmek, suya düşmek, (i). çırpınmak; çöküvermek, dönüvermek; devrilmek; birden düşürmek; argo uyumak; (k).dili başaramamak: (i). çarpma, çarpma sesi; (k).dili başarısız teşebbüs (eser, icat); başarısızlık; çökme, devrilme; argo uyuyacak yer veya fırsat. flop house (i). yoksul kimselerin kaldığı çok basit ve bakımsız bir otel.

floppers

(i). tavuk pençesi, (bot). Biyophyllum pinnatum.

flora

(i)., (bot). bitey, flora, bir bölgede yetişen bitkilerin topu; bu bitkiler hakkında yazılmış eser; (tıb). belli bir kısımdaki mikroplar. floral (s). çiçeklere ait.

florence

(i). Floransa şehri.

florentine

(s)., (i). Floransa'ya ait; (i). Floransalı; bir çeşit kabartma çizgili ipek kumaş.

florescence

(i). çiçeklenme, çiçek açma zamanı; başarı devresi. florescent (s). çiçek açmış, donanmış.

floret

(i)., (bot). ayçiçeği ve nergis gibi bileşik çiçeklerin ortasındaki ufak çiçekçik.

floriated

(s). çiçeklerle süslü.

floriculture

(i). çiçek yetiştirme, çiçekçilik.

florid

(s). kırmızı, yüzüne ateş basmış (yüksek tansiyondan); çok süslü.

floriferous

(s). çiçek veren, çiçekli, çok çiçek açan.

florin

(i). on dokuzuncu yüzyıla mahsus gümüş. Avusturya parası; iki şilin kıymetinde ingiliz parası; Hollanda'da kullanılan madeni bir para, florin, gilder.

florist

(i). çiçekçi, çiçek yetiştiren kimse.

floss

(i). bükülmemiş ham ipek, floş; kısa ipek telleri, ipek gibi yumuşak tüyler. floss silk elişlerinde kullanılan floş, ham ibrişim. dental floss diş aralannı temizlemeye yarayan mumlu iplik. flossy (s). tüylü, hafif ve yumuşak; argo şatafatlı.

flotage

(i). yüzme, su üzerinde durma; su üstünde yüzen çöp ve enkaz; (den). geminin su üstünde kalan kısmı; yüzme gücü.

flotation

(i). yüzme, su üstünde durma; (tic). sermaye temini; esham ve tahvilât satma; maden cevheri tozunu belirli bir sıvı içinde yüzdürerek ayırma.

flotilla

(i). flotilla, küçük filo.

flotsam

(i)., (huk). gemi enkazı. flotsam and jetsam denizde yüzen veya kıyıya vuran enkaz; ufak tefek şeyler; devamlı bir işi veya evi olmayan kimseler, serseriler, ayaktakımı.

flounce

(f)., (i). öfke veya sabırsızlıkla yerinden fırlayıp yürümek; donuvermek, fırlamak; (i). fırlayış, atılış.

flounce

(i)., (f). farbala, volan; (f). farbala ile süslemek, volan koymak.

flounder

(i). dilbalığı, dere pisisi, yan yüzen birkaç çeşit balık. English flounder dere pisisi, (zool). Pleuronectes flesus.

flounder

(f)., (i). çamura veya suya bata çıka yürümek; güçlükler ve yanlışlıklar içinde sürüklenip gitmek, uğraşıp durmak; (i). debelenme, çabalama.

flour

(i)., (f). un, ince toz; (f). öğütmek, un serpmek, una bulamak. flour beetle un kurdu, un böceği. flour mill un değirmeni. flour moth un güvesi. floury (s). una bulanmış.

flourish

(f)., (i). serpilmek, gelişmek, büyümek, neşvünema bulmak, inkişaf etmek; başarı kazanmak, muvaffak olmak, zenginleşmek, yıldızı parlamak, gözde olmak; süslü bir dil kullanmak; gösterişli hareketlerde bulunmak; süslemek; tezyin etmek; sallamak, kibirli jestler yapmak (kollarla); (i). gelişme, serpilme; refah; süs, gösteriş, fantazi, tumturak; fanfar, merasim borusu; sallama, savurma. a flourish of trumpets merasim borusu. flourishingly (z). serpilerek, gelişerek; gösterişli bir şekilde; yıldlzı parlayarak.

flout

(f)., (i). açıkça itaat etmemek, karşı koymak, muhalefet etmek; alay etmek, eğlenmek; hakaret etmek; küçümsemek, hor görmek; hürmetsizce davranmak; (i). alay; karşı koyma.

flow

(f). akmak, akıntı gibi gitmek, cereyan etmek, seyelan etmek; dalgalanmak, sallanmak; kabarmak, met halinde olmak; dolmak,dopdolu olmak; bol bol içilmek (şarap); su basmak; akıtmak. flowing (s). akıcı,belagatli. flowing bowl içki, içki kâsesi. flowing style akıcı üslup, selis üslup. Iand flowing with milk and honey süt ve bal akan diyar, refah içinde olan ülke.

flow

(i). akış, akıntı, cereyan, seyelân; (fiz). akı; belirli zamanda akan su miktarı; met; akıcılık, düzgün konuşabilme yeteneği.

flower

(i)., (f). çiçek; çiçek açan bitki; süs, süsleme, tezyinat; seçkin veya güzide şey, olgunlaşmış veya kemale ermiş şey; (kim)., (çoğ). buhardan toz haline gelmiş olan madde; (f). çiçeklenmek, çiçek vermek, çiçek açmak; açılıp gelişmek, olgunlaşmak, kemale ermek; çiçek açtırmak; süslemek. flower bed çiçek tarhı, ocak. flower girl çiçek satan kız; düğünde çiçek taşıyan kız. flowerpot (i). saksı. in flower çiçek açmış halde, tam gelişme devresinde.

flowerer

(i). çiçek açan bitki, belirli zamanlarda çiçek veren bitki.

flowery

(s). süslü gösterişli, tumturaklı: çiçeklere ait, çiçekli, çiçeği çok. floweriness (i). gösteriş, tumturak.

flown

(f)., (bak). fly.

flu

(i)., (k).dili grip, enflüanza.

flubdub, flubdubbery

(i). (A.B.D)., (k).dili safsata saçma; züppelik.

fluctuate

(f). düzensiz bir şekilde değişmek, bir kararda olmamak; kararsız olmak, tereddüt etmek; (tic). değişmek, tahavvül etmek. fluctua'tion (i). düzensiz değişim.

flue

(i). ocak bacası, baca; hava veya gaz borusu.

flue

(i). hafif tüy.

flue

(i). bir çeşit balık ağı.

fluency

(i). ifade düzgünlüğü, fesahat, akıcılık.

fluent

(s). akıcı açık, düzgun, fasih, beliğ, pürüzsüz; sürükleyici (ifade, söz, yazı). fluently (z). akıcı olarak, purüzsüzce, kolaylıkla.

fluff

(i)., (f). hafif tüy kırpıntı; kuştüyü, yumuşak kürk; yüzdeki ince tüyler, ayva tüyü; (k).dili sahnede kötü okunan bir şey; (f). silkinip tüylerini kabartmak; söyleyeceği sözü unutmak veya yanlış okumak. fluffiness (i). tüy gibi yumuşak olma. fluffy (s). tüy gibi yumuşak, kabarık.

flügelhorn

(i)., (müz). kornet gibi nefesli bir çalgı.

fluid

(s)., (i). akışan, seyyal: akıcı, sıvı mayi, sulu: (i). sıvı veya gazlı madde. fluid'ity (i). akıcılık, seyyal oluş.

fluidounce

(A.B.D). 29,57 cc: ing 28,41 cc.

fluke

(i)., (f). talih, rastlantı, tesadüf: (f). şansla isabet etmek; tesadüfen kaybetmek veya kazanmak. fluky (s). tesadüfe dayanan, şansa bağlı; kararsız, dönek, sağı solu belli olmayan.

fluke

(i),, (den). gemi demirinin tırnağı veya ona benzer şey: ok ve mızrak damağı veya dikeni; balina kuyruğunun yassı parçalalarından her biri.

fluke

(i). dilbalığı, yassı bir balık: yaprak şeklinde ve yassı bir parazit kurt. fluke worm hayvanların karnında bulunan bir kurt, şerit.

flume

(i)., (f). değirmen altında bulunan su yolu; (A.B.D). çay veya ırmak akan dar boğaz; (f). böyle bir boğazdan geçirmek, kanal vasıtasıyla ırmak veya gölden su akıtmak.

flummery

(i). keşkeğe veya bulgur pilavına benzer bir yemek; muhallebi gibi bir çeşit meyvalı ve yumurtalı tatlı; tatsız şey, anlamsız kompliman, boş laf.

flummox

(f), argo şaşırtmak.

flump

(f)., (i)., (k).dili ağır bir şeyi birden bırakıvermek; çökmek; (i). ağır bir şeyin düşmesinden hâsıl olan ses.

flung

(f)., (bak). fling.

flunk

(f)., (i)., (A.B.D)., (k).dili başarı kazanamamak, kalmak, slang çakmak; sınavda bırakmak (öğretmen); (i). sınav veya sınıfta kalma. flunk out başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak veya bıraktırmak.

flunky

(i). dalkavuk, slang yağcı; uşak, hizmetçi.

fluorescence

(i)., (fiz). bazı cisimlerin ışık ve röntgen ışınlarına arzedilince kendiliklerinden çeşitli renklerde ışıklar saçma niteliği, flüorışı. fluorescent (s). böyle bir niteliğe sahip olan.

fluoride

(i)., (kim). flüor ile başka bir elemanın bileşmesinden meydana gelen kimyasal karışım.

fluorine

(i)., (kim). flüor.

fluorite

(i). kalsiyum flüorürü; (bak). fluorspar.

fluoroscope

(i). floroskop.

fluorspar

(i). mermer gibi güzel bir çeşit taş.

flurry

(i)., (f). birden esip kısa süren rüzgâr; hafif sağanak, geçici hafif kar veya yağmur; telaş, heyecan, acele; borsada geçici bir faaliyet; (f). telâşa düşürmek, telâşa vermek, heyecanlanmak; (colloq). iki ayağını bir pabuca sokmak; sinirlendirmek.

flush

(f)., (i). kanatlanıp uçmak, ürkmüş kuş gibi uçmak: ürkütüp kaçırmak (özellikle av kuşu): (i). birden ürkütüp kaçırılan kuşlar.

flush

(s)., (f)., (z). dopdolu, taze: bol, mebzul, bereketli, cebinde çok para taşıyan: bir seviyede, düz: güvertesi baştan kıça kadar düz olan (gemi): (f). düzlemek bir seviyeye getirmek; boşluklarını doldurup düzeltmek (duvar); (z). düz bir şekilde, yüzeyde tam.

flush

(f)., ; birden akmak, hücum etmek (kan); kızarmak; heyecanlandırmak: akıtmak, bol su ile temizlemek; kızartmak; (i). kızarma; ısınma, heyecan, galeyan, coşma, taşkınlık; kırmızılık, kızartı; ateş hararet, sıcaklık. Her face was flushed. Yüzü kıpkırmızıydı. in the first flush of passion ilk heyecanla, hislerin ilk coşkunluğuyla. flushed with victory zaferin verdiği şevk ve heyecanla dolu.

flush

(i)., iskambil floş, poker oyununda aynı renkten olan bir el kağıt.

fluster

(f)., (i). şaşırtmak, telâşa düşürmek şaşırmak, bocalamak,telâşlanmak; (i). heyecan, telâş, şaşkınlık, bocalama.

flute

(i)., (f)., (müz). flüt, flavta; (mim). yiv, oluk; (f). flüt çalmak: flüt gibi ses çıkarmak veya şarkı söylemek; (mim). yiv açmak, yivlerle süslemek. fluted column yivli sütun. fluting (i). yivli süs. flutist (i). flütçü, flavtacı. fluty (s). flut sesi gibi, flüt sesini andıran.

flutter

(f)., (i). kanatlarını çırpmak; titremek, sallanmak; çırpınmak, telâş etmek; titretmek, kımıldatmak; telâşa düşürmek, heyecan vermek; (i). titreme, heyecan, çalkalanma, çırpınma; telâş, asabiyet; (hav). kanat sarsıntısı; (tıb). titreme, kalp ritmi bozukluğu.

fluvial, fluviatile

(s). nehirlerle ilgili; nehirde hâsıl olan; nehirde yaşayan.

fluviomarine

(s)., (coğr). nehir ve denizin birleşik faaliyeti sonucunda hâsıl olan.

flux

(i)., (f). seyelân, akıntı; değişme; (fiz). akı; akış, cereyan; denizin meddi; eritici madde; emaye işinde kullanılan ve kolay eriyen bir çeşit cam; (f). akıtmak, eritmek: (tıb). akıntı vermek. flux density (fiz). elektrikli veya manyetik alanın gücü. fluxa'tion (i). akıtma, eritme.

fluxion

(i). akıntı, akma, cereyan; (mat). bir miktarın değişme hızı. fluxional (s). akıntıya ait; değişen, kararsız.

fly

(i). uçuş; (terz). fermuar veya düğme ile kapatılabilen kısım; beysbol vurulup havaya kaldırılan top; (mak). sürat regülatorü: bayrak veya sancağın ucu: çadırda kapı yerine geçen perde: (çoğ)., tiyatro sahnenin yukarısındaki kısım ve dekor değistirme teçhizatı; (matb). baskı makinasında kâğıt toplayıcısı. on the fly uçarken, havadayken; (A.B.D)., (k).dili iki taşın arasında.

fly

(f). (flew, flown) uçmak, havadan geçip gitmek: pek çabuk geçmek, pek çabuk gitmek; kaçmak, firar etmek; fırlamak, atılmak: uçakla gitmek: uçurmak; -den kaçmak, -den sakınmak: şahinle avlamak. fly about öteye beriye uçmak; süratle iş görmek. fly apart birdenbire kopup ayrılmak, parçalanmak. fly at fırlamak, atılmak, üstüne saldırmak. fly away uçup gitmek; kaçmak. fly blind (hav). yalnız aletleri kullanarak uçmak. fly high çok hırslı olmak, coşmak. fly in the face of sözünü dinlememek, açıkça itaatsizlik etmek, karşı gelmek. fly into a passion kızmak, öfkelenmek, hiddete kapılmak. fly off uçup gitmek. fly off the handle birdenbire öfkelenmek, parlamak. fly out beysbol atılan top tutulunca oyundan çıkmak. fly the coop (A.B.D)., argo dışarı sızmak, kaçmak.

fly

(i). sinek; sinek veya böcek şeklinde olta iğnesi; sinek şeklinde sus. fly blister (tıb). kurutulmuş ispanyol sineginden yapılmış bir çeşit yakı. flypaper (i). sinek kağıdı. fly swatter sineklik, sinek raketi. a fly in the ointment keyfe keder veren şey. forest fly atsineği, (zool). Hippobosca equina.

fly

(s)., argo uyanık, haberdar.

flyaway

(s). hoppa, bir dalda durmaz, maymun iştahlı.

flyblow

(i). sinek yumurtası.

flyblown

(s). sinek yumurtası ile dolu; bozuk, kötü.

flyby

(i). roketin bir gök cisminin yanından geçmesi.

flybynight

(s)., (i). güvenilmez, aldatıcı; (i). güvenilmez kimse.

flycatcher

(i). sinekçil, (zool). Empidonax. redbreasted flycatcher cuce sinekyutan, (zool). Musciapa parva. spotted flycatcher benekli sinekyutan, (zool). Musciapa striata.

flyer

(bak). flier.

flying

(i)., (s). uçma, uçuş; tayyarecilik, havacılık: (s). uçan; havacılıkla ilgili. flying boat deniz uçağı. flying buttress (mim). duvar dirseği, payanda, istinat kemeri. with flying colors parlak bir başarı ile. Flying Dutchman fırtınalı havalarda Ümit Burnu civarında görüldüğüne ve denizcilere uğursuzluk getirdiğine inanılan efsanevi Hollanda gemisi. flying field küçük havaalanı. flying fish uçarkefal, (zool). Exocoetus. flying fox meyva yiyen bir yarasa. flying fortress uçan kale (uçak). flying machine eski uçak, tayyare. flying saucer uçan daire. flying squirrel uçar sincap. flying start hızlı ve elverişli başlangıç.

flyleaf

(i). bir kitabın baş veya sonunda boş bırakılan yaprak.

flypaper

(i). sinek kağıdı.

flytrap

(i). sinek tuzağı; sinekkapan (bitki). Venus's flytrap sinekkapan, (bot). Dionaea muscipula.

flywheel

(i). düzenteker.

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL